Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Selim İleri; hem öykü okurlarının hem de roman okurlarının sevdiği bir yazar. Ama Türk okuyucusunun biraz kıskanç olduğunu düşünüyorum. Öykü okurları sevdikleri yazarın daha çok öykü yazmasını istiyor. Roman okurları da daha çok roman. Bu manada Selim İleri öykü okurlarının ilgisinden mi daha memnun roman okurlarının ilgisinden mi? Öykü okurlarının iyi bir şiir okuru olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Bir öyküyü unutmayana rastlamak mümkün de, unutamadığı roman ile yaşayan bir okura rastlamak pek mümkün olmuyor gibi. Bu manada yazar hem öykünün hem de romanın coğrafyasında gezinirken uzaklaştıklarına ve yaklaştıklarına dair neler hisseder?
Selim İleri: Diyebilirim ki, romanla yetiştim, romanla beslendim. Beni öykü yazmaya yönlendiren biraz koşullar, biraz Vedat Günyol oldu. sonra Yeni Dergi yıll
Ayşe Sarısayın: Yazarlar, bir yapıtın tamamlanıp yayınevine teslim edildiği an’ın, bir tükenmişlik duygusu yarattığını söylerler genellikle. Sizin için de böyle midir, yoksa ‘kurtulma’nın, zihninizde yeni bir konuya yer açmanın sevinci mi baskın çıkar? Bir yapıtın yaratım süreci devam ederken, paralelinde yeni bir yapıtın oluşumunu da yaşadığınız olur mu?
Selim İleri: Hiç düşünmemiştim, sevinmeyi! Biten her yapıt, bende, tükenmişlik değil, fakat bir ayrılıktır. Hayatımın her yerinde karşıma çıkan ayrılık, bu kez de yakama yapışır. Birden boşluk başlar, birden artık geri dönemeyeceğim, ona yeniden kavuşamayacağım sancısı. Ayrılıklar, ‘kurtulmak’ da olabilir mi? Kim bilir… Aklıma soktunuz, bir sevinç bile duydum. Yenisine başlamak… Bununla birlikte, her ‘yeni’ beni korkutur. Yeniden yazmaya başlarken, bir düşmanla boğuşuyorum galiba. İkimiz birbirimize alışıncaya kadar epey zaman geçiyor.
Bir yazış etrafında debelenirken, bir ikincisini düşlediğim oldu. Ama Balzac gibi iki üç masam hiçbir zaman olmadı, birinden kalkıp ötekine oturayım…
Serkan Türk: Kitaplarında ağırlıklı olarak yer alan karakterlerin dışında bir sayfada görünüp diğer bir sayfada kaybolan karakterlere daha büyük sorumluluklar verdiğini düşünüyorum. Bu tür bir ara karakter sonraki süreçte daha büyük bölümlerde yazılmalı diye düşündünüz mü?
Selim İleri: Evet, bu söylediğiniz, bu öneriniz başıma geldi. Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’ı, Gramofon Hâlâ Çalıyor’u yazarken, Cemil Şevket Bey’in başlı başına bir roman kişisi olabileceğini aklımın ucundan geçmiyordu. Sonra, Cemil Şevket Bey’in romanında belirip yiten, yitip beliren Solmaz Hanım da kendi romanını yazdırttı.
Hem, yalnız kendi yazdıklarımdan değil. Ne kadar çok isterdim, Kiralık Konak’taki Nuriye ve Neyyire kardeşleri uzun uzadıya yazmayı; Eylül’de Süreyya’nın kötücül kızkardeşini; Vişne Bahçesi’nde zaten gizli bir başrol olan First için tek kişilik bir oyun yazmayı…
Sadık Yalsızuçanlar: Kerime Nadir, Muazzez Tahsin vb. yazarların geleneğine duyduğunuz ilginin nedeni nedir? O damarın bugün sürdüğünü düşünüyor musunuz? O ‘dil’ ve duyarlık hangi toplumsal koşullardan besleniyor veya hangi koşullara tekabül ediyordu?
Selim İleri: Hayır, o damar bugün sürmüyor. O yazarları savunmak bir yerden sonra boynumun borcu oldu. ilk okumaların heyecanının o yazarlar aşılamıştı, biraz da tarihî romanlar, meselâ M. Turhan Tan’ınkiler. Mutlu zamanlardı. Oysa edebiyat tarihlerimiz bu soydan eserleri ve yazarlarını ya küçümsemiş, ya yok saymış. Yüz binlerce okur! Hele o günlerin nüfusu düşünülürse. Edebiyat tarihi önemsememiş. Bunda bir yanlışlık, yanılma olduğunu düşündüm. Kurcaladım. Sonra, Doğan Kitap Kerime Nadir’i, Muazzez Tahsin’i, Etem İzzet Benice’yi bugünün okuruyla buluşturmak istemiş. Beni aradılar. O gelenek böylece bir kez daha karşıma çıktı.
Dilin ve duyarlığın handiyse noktalandığını, bugünün okurunun ilgisizliğine, dayanarak söylüyorum. Kerime Nadir’in bir iki romanı- ki, efsaneleşmiş romanlar-dışında, kitapların satışları ölgün kaldı. Kerime Nadir, Romancının Dünyası’nda, kendileriyle birlikte bir çağın sona erdiğini zaten vurgulamış. Bu romanlar çokluk İstanbul’da geçer, köşklü, yalılı, bahçelik İstanbul’da. Çevre ve mimari değişmiş. Aşkın erişilmezliği bir anlamda kaybolmuş; en azından bugünün roman okurları için. Dilde alafrangalık sönmüş; meselâ Muazzez Tahsin Hanım, bir demet “viyolet”der… Özetle bu romanlar, bu gelenek zamana dair belgeler arasına karışmış.
Tekin Gönenç: “Selim İleri’de beğenmediğiniz üç (3) şey nedir?”
Selim İleri: a) Birden kapıldığım yersiz öfkeler; b) Yalnızlığın benim için ne kadar değerli olduğunu uzun yıllar kavrayamamış olmam; c) Yaz sonunda deniz yöresine, sayfiyeye gidip, güzü, kışı orada geçirmeyi o kadar isteyip de bir türlü becerememem…
Karin Karakaşlı: Selim İleri’ye yaratım sürecinin doğasına ilişkin bir soru yöneltmek isterdim. Ağırlık noktası sürekli düşünen beyinde mi, yoksa bir aşamada hiç açıklanamayan bir başka gücün devreye girdiği olur mu? Yaratım sürecini en iyi hangi sözler tanımlar?
Selim İleri: Hiç açıklanmayan başka güce, sanattaki metafiziğe daima inandım. Maria Callas, eser aynıydı, orkestra aynıydı, sahne aynıydı, Işık, dekor, kostüm, her şey aynıydı, ama ben her gece aynı olamıyordum diyor; buna benzer bir söz. Bazı gece yorumundan, sesinden mutlu; çoğu kez mutsuz. Yazarken de tıpatıp öyle. Adlandıramadığınız bir gücün yardım eli uzanır size. Su gibi akıp gider. Kimileyin de, yazacağınız her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmenize rağmen, kupkuru, iskelet şeyler yazarsınız.
Yaratım süreci, her defasında, ‘olmadı’ endişesiyle kavrulmak, bence…
Nihat Ziyalan: Edebiyat Nobel Ödülü adaylarımdan birisiniz. Yirmiye yakin birbirinden güzel kitaplarınızı okudum. Fakat yapıtlarınızdaki kahramanlarda gezinen Selim İleri; yalnız ve kırık kalpli. Sonuna dek bu hep böyle mi sürecek? Niçin?
Selim İleri: Sevgili Nihat Ziyalan, sizinle birlikte, Cemal Süreya’lı, Muzaffer Buyrukçu’lu o güzel günler geldi aklıma. Sonra bir gece, Çiçek Pasajı’nın girişindeki karşılaşmamız… Kırkıncı yılında, bana, ta uzaklardan gönderdiğiniz bir saksı afrikamenekşesi…
Galiba sonuna dek sürecek. Bir yerden sonra kuşandığım şeyler de olabilir. Yalnızlık ve kalbin kırıklığı. Rüzgâr ekmiştim, fırtına biçtirdiler… dersem herhalde çok ayıp olur. Yıllarca beni bırakmayan, yazdıklarıma hak etmediği değerleri tanımış kişilere elbette gönül borcu duyuyorum.
Ömer Erdem: Yazmak mümkün mü?
Selim İleri: Hayır, değil. Yazdığını sanmak, belki o.
Ayşe Keskin: “Her roman aslında bir otobiyografidir.” Malraux’ un bir sözünün sizi etkilediğini okumuştum bir yerlerde. Bu rotadan yola çıkacak olursak, pek çok kitabına ruh veren bir yazar olarak en “ben”im dediğiniz kitabınız hangisi. Yazar olarak her bir kitapta okuyucuya farklı bir Selim İleriyi yakalatmak sizi ne kadar yorar ne kadar mutlu eder ne kadar üzer…
Yazar, insanı en çok da kendini anlatırken, bilinçli ya da bilinçsiz “ben”ini bir sanat eseri olarak gösterme amacını da güder mi?
Selim İleri: Herhalde hâlâ hiçbiri. Bir Denizin Eteklerinde, Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı olacak, Yarın Yapayalnız, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum. Kendime en yakın hissettiklerim. Yirmi sekiz yıl önce Cehennem Kraliçesi’nin “Eprimek” bölümündeki Mehmet’i de severek çoşarak yazdığımı hatırlıyorum. Bir de, dünyanın çirkinliğine karşı içimdeki nefreti Hepsi Alev’de dile getirmeye çalıştım…
Her yeni yazıda çizide “farklı bir Selim” olmayı, yakalatmayı epeydir düşünmüyorum. Hep aynı Selim… bu, daha ‘içten’ geliyor bana. André Malraux’nun sözünü o yüzden çok seviyorum.
Kendi benini değil de, yazdığı kişiyi “sanat eseri olarak gösterme amacı” gütmeli. Kendimizden, kendi ‘ben’imizden yola çıksak bile, sanatın, edebiyatın bütünüyle kendine özgü gerçekliğiyle hareket edebiliyoruz.
Serkan Ozan Özağaç: “öykü ya da roman yazmak sizi varolmaktan kurtarıyor mu?”
Selim İleri: Evet. Bazen. Bir akşam vakti, yazı masasında, birkaç paragrafta. Çok ender…