Görsel Sanatların bütün sanat alanlarıyla olduğu gibi, felsefeyle de yakın bir bağı vardır yapısı gereği. Bu düşünceyi geçerli kılan şey çağdaşlık kavramıdır. Her dönemin kendi biçim ve düşünsel yapısını oluşturduğu gerçeğini, ilk insandan/primitif yapıdan bu yana, ‘değişken’ elemanların varlığının ön plana çıkmasıyla gördük. Biliniyor ki, Rönesans da yenilik ve devrim içeren düşünceden çıkmıştır; yani sosyo-politik ortam kendi felsefesini, dolayısıyla da kendi sanat biçimini yaratmıştır.
Empresyonizmin bir itiraz biçiminde ortaya çıkan içsel manifestosu, bilinenden uzaklaşmayı, yeniye yönelmeyi önerir. Ancak biz sanat eğitimi almış kişiler bile örneğin, izlenimciliğin Türkiye’de bu kadar uzun süre gündemde olabileceğini bilmiyorduk. Çok kişi hâlâ natürmort çizmekle, doğal peyzajlar oluşturmakla meşgul. Üstelik bu da yirmi birinci yüzyılda gerçekleşiyor. Buna bizim itirazımız yok da ‘teknoloji çağının’ gizli itirazı söz konusu. Bizler gibi sanata eleştirel bir kimlik ve nitelikle bakan kişiler de şunu söylemeden edemiyoruz: Ne işe yarayacak bu? Yani bu eylem felsefi anlamda hiçbir şey yapmamaktır, eğer dönem bizden düşünsel şeyler talep ediyorsa biz de o düşünceyi ortaya çıkarmak zorundayız. Çok fazla değindim bu konuya ama, bezmiyorum tekrardan; etkisinden bir türlü çıkamadığım ‘sinema dahisi’ Leos Carax’ın “Holy Motors” filminin finalindeki ‘kanlı sahne’ aslında dönemimizin merhametsizliğine öfke anlamı taşısa da, aşkın yenilgisine ve dünyanın anlamsızlığına da bir tepkidir. Gerçek sanat çağı mı yansıtmalıdır? Elbette. Ama entelektüel ve felsefi anlamda yapmak zorundadır bunu. Foucault’dan Eagleton’a kadar estetik ve bilgi üzerine düşünen insanların, günün sanatçısının önünde açtığı bir yol var. Ancak sanırım piyasa kaygısı ile biz bu önermelere kapalıyız. Olan da çağdaş düşünceye oluyor. Çağ hızla değişiyor. Bu değişim insani ve empatik anlamda, hümanizma anlamında bir şey söylemiyor olabilir. Hatta yabancılaşma en çok da bu dönemde gerçekleşiyor olabilir. Ancak insan ruhunda olması gerektiğini var saydığımız estetik dengeyi belli bir ayarda tutmak için felsefeye ihtiyaç var. Elbette teknolojik gelişim kendi felsefesini yaratıyor. İşte plastik olan nesneyi/evreni etkin ve değerli kılmak için bu değişimin ve felsefenin ışığına ihtiyaç var. Eleştirseniz de çağın sanatına karşı çıkamazsınız. Tutuculuk olur bu. James Joyce yeni bir edebiyat dili, Karel Reisz yeni bir sinema dili yaratıyor ve kendini buna zorunlu hissediyorsa, çağın görsel sanatlar elemanları da aynı duyguyu hissetmek zorunda. Öyle ki, bugün yaptığınızı yarın inkar edebileceğiniz kadar ‘hızlı değişken’ bir yapıdan söz ediyoruz. Sosyolojinin, psikolojinin insani yapısını izlemeksizin yeni bir sanat tarzına ulaşamazsınız. Ünlü sanatçılar var. Belli bir yere gelmiş, çok satan, takdir gören.. Eğer bu sanatçılar elli yıllık zaman diliminde özellikle de yeni yüzyılın bu döneminde, biçem ve felsefe olarak sürekli ‘aynı’ şeyleri üretiyorlarsa bunun arkasında ya felsefe eksikliği vardır ya da piyasa kaygısı. Amerikan Oscar ödüllerinin dağıtım tarzı epey ‘eğlencelidir’. Yani modern sanata verilmez bu ödüller, ‘sırası gelen’ ve de genellikle düz hikayeler anlatan gişe kaygılı filmler konar bu ödüle. Genç okurun, izleyicinin bizdeki sanat ödüllerinin dağıtımı karşısında düşeceği şaşkınlık da aslında bu Hollywood tarzı benzeri ödüllendirme karşısında duyulan kaygıdır. Gerçek sanatın çağ felsefesiyle yakın ilişkisi olması gerektiğini ısrarla söylüyorum. Andrej Wajda’nın, Henrik Ibsen’in gelecekçi bir öngörüyle onlarca yıl önce yaptıklarını bugünün dünyasında bile gerçekleştirmeyi başaramamak bir problemdir. Çözümü hiç olmayan bir problem. Sinemadan örnekleri sık veriyorum, çünkü görsel sanatlar yani opera, bale, tiyatro ve sinema da ‘plastik izler taşıyan’ sanatlardır ve bütün bu sanatlar da ince bir bütünlük taşır. Elbette empresyonizmin kendinden önceki dönemdeki klasik anlatımlara karşı direnci değerliydi, ve elbette Mondrian’ın geometri kaygısı da ‘geleceği’ hedefliyordu. Ancak tuhaf olan şey bizim hala zaman zaman -geri dönüşlerle- eskiye öykünmeler yaşamamızdır. Anıt olarak kalacaklarla, ‘gelecek olarak’ biclçimlenecekler arasındaki çizgiyi görmemiz gerekiyor. Plastik Sanatlar Joyce’unu, Dostoyevski’sini arıyor. Yeni edebiyat, özellikle sanat geleneği sağlam temele oturmamış ülkelerde diğer alanlardan alabileceklerinin farkında değil. O zaman da tek ayaklı, dayanağı eksik işler üretiyoruz, birörnek çalışmalar. Müziğin, şiirin, sinemanın ve tiyatronun plastik alanı destekleyen öğeler olduğunu görmezden geliyoruz ayrıca. Elbette felsefenin de… Fotoğraf-sinema-resim ilişkisinin gizlerini çözmeksizin bu üç sanatı da gerçekleştirmek olanaksızdır. Fotoğraf demişken, önceden beri çok seslilik anlamında yenilikten yana olduğumuzu, bu yeniliğin çağı tanımlamakla ilişkili olduğunu söylüyoruz; bu örnekten yola çıkarsak genç yaşta aramızdan ayrılan bir anlamda dahice işler çıkaran Şahin Kaygun’un yarattıkları için bir paragraf açmak gerekiyor. Salt deklanşöre basmanın, vizörü kontrol etmenin fotoğraf olduğunu sananlara karşı Kaygun fotoğrafın da yeniliğe açık bir alan olduğunu kanıtlarken, onun ‘müdahale edilebilir’ bir şey olduğunu söylüyoruz; bu örnekten yola çıkarsak genç yaşta aramızdan ayrılan bir anlamda dahice işler çıkaran Şahin Kaygun’un yarattıkları için bir paragraf açmak gerekiyor. Salt deklanşöre basmanın, vizörü kontrol etmenin fotoğraf olduğunu sananlara karşı Kaygun fotoğrafın da yeniliğe açık bir alan olduğunu kanıtlarken, onun ‘müdahale edilebilir’ bir şey olduğunu gösterdi bize. Şiir dahil, bütün sanat alanlarında çok sesliliğin gerekli olduğunu salt biz söylemiyoruz, çağ bunu öngörüyor. Ve daha ileriye gidersek çağın teknik ve felsefi yanının bizden ‘kavramsal yeni bir dil’ talep ettiğini görürüz. Ancak geçen yüzyılın ortalarında yaratılan şeylerle medya çağının bizden istediği şeyler farklıdır ve bu yeni kavramsal dil önümüzdeki çağın dili olacaktır.
Çağdaş yapıtlar yaratmanın yolu da bu tür işlevlerle ilgilidir. Ve dönemin sanatının bizden beklediği anlatım dili de budur.
Klimt’in, Schile’nin biçemleri/felsefeleri ise modern çağdaş ve dışavurumcu etkiler taşısa da, sadece bulundukları çağın kısacık bir dönemine öncülük yaptı bu sanatçılar.
Yine sinemadan bir örnek verirsek “Paralel Evren” (James Ward Byrkit/2013) akıllara durgunluk verecek derecede şaşırtıcı bir film. Özellikle tek kamerayla ve onun değişken hareketleriyle çekilmiş izlenimi veren; renksel anlamda ve ışığın kullanımı bağlamında Rubens’e, Rembrandt’a göndermeler yapan bu felsefe şöleni yapıtta, bilinç-fizik çelişkisi, insan beynini kendisiyle çatışan bir pozisyona sokuyor.
Günün sanatı ‘matematiktir’ belki; ama kanımca matematiksel soyutluğa sahip değil. Tersine fazla açık, fazla gerçeklik taşıyor. Ama kendi gerçekliğini de kolay çözülemeyen bir felsefi yapıdan alıyor.
Özetle çağın bilinci yaralı. Bu yarayı da ne yazık ki teknolojik gelişime borçlu. Bu konuda yaratılan yapıtlar ise kanama/ağlama gibi bir şey.
Bu yüzden de yazımın başlığı da bu kanamalı yapıyı betimlemek için kurgulandı.
Gerçek ve insanüstü sevinçlere ulaşmak için sanırım estetiksel ve psikolojik ‘kaygıları’ aşmak gerekiyor.
Dipnot:
*Daryush Shayegan/ “Yaralı Bilinç”/ Metis Kitap