Sütçü 2018 yılında Man Booker Ödülü’ne layık görüldüğünde Anna Burns’ün yazım hayatı, bel ağrıları nedeniyle durma noktasındaydı, küçük bir okur kitlesi vardı ve güçbela geçiniyordu. Önceki iki romanında da Kuzey İrlanda sorununu işleyen, hayatı bu çatışmaların etkisinde geçen Burns, Sütçü ile 2019’da Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü ve Orwell Politik Kurgu Ödülü’nü de kazandı, romandaki karakterleri isimsiz olsa da kendi ismini edebiyat tarihine yazdı.
Ortanca kız kardeş başını kitabına gömerek yürüyor. Derken bir dedikodu: “Diğer taraftan” ve “retçi” bir sütçüyle sevgiliymiş güya. Yalan bunlar, ortanca kız kardeşin başka bir sevgilisi var. Belki-sevgilisi. Sınırların sert çizgilerle çekildiği bu yerde dikkat çekmek tehlikeli. Özellikle de bekâr genç kadınlar için. Her yerde seni dinliyor, gözlüyor olabilirler ve sınırı aşmak için tek kelime yeterli.
Sütçü, kutuplaşmış bir toplumdaki gündelik terörün, her şeye sirayet eden siyasetin, asla bertaraf olamayacakların romanı.
Yirmi birinci yüzyılın beklenti ve heyecanla dolu arifesinde, Karayipli bir müzebilimci ünlü bir moda tasarımcısından bir davet alır: Ortak tutkuları olan hayvan dünyasındaki esrarengiz biçimler üzerine birlikte bir sergi açacaklardır. Ancak tuhaflıklarla dolu nice buluşmanın ardından proje silinip gider, tasarımcı genç kadın ortadan kaybolur, ta ki yedi yıl sonra müzebilimciye kadının ölüm haberiyle birlikte kendisine bırakılmış zarflar dolusu arşiv belgesi ulaşıncaya kadar.
Belgeleri inceledikçe tasarımcının gizemli aile tarihini deşifre eden ipuçları çıkar ortaya; Latin Amerika’nın tropikal ormanlarında güneye doğru yapılan siyasi bir hac yolculuğunun fonunda yıkımın doğal tarihi belirir. Farklı anlatıcıların farklı tarihlerde verdikleri bilgilerin peşinde polisiye bir kurguyla açılan roman, Subcomandante Marcos’tan W. G. Sebald’a, Marx’tan Walter Benjamin’e, Edward Hopper’dan Francis Alÿs’in yapıtlarına gizli açık göndermelerle okuru görünen ile gizlenen, yalan ile hakikat, hukuk ile adalet, sanat ile gerçek üzerine düşünmeye davet ediyor.
Çiçeği burnunda öğretmen Knut Pedersen ilk görev yeri olan taşra kasabasına geldiğinde, hayalleri aile kurmanın ve saygın bir öğretmen olarak sade bir hayat sürdürmenin ötesine uzanmaz. Ne var ki yıllardan 1968’dir ve dünyanın dört bir yanında esen değişim rüzgârı Norveç’in taşrasına da ulaşmıştır: Pedersen okulda yaşayacağı beklenmedik bir olaydan sonra gittikçe büyüyen bir siyasi harekete kapılacağından ve hayatını başka türlü amaçlara adayacağından habersizdir.
Dag Solstad Türkçedeki yolculuğuna Mahcubiyet ve Haysiyet’le unutulmaz bir başlangıç yapmış, okurlardan büyük ilgi görmüştü. Şimdiyse lise öğretmeni Pedersen’in şahsında bütün bir kuşağın hayallerini, dünyayı değiştirme arzusunu, mağlubiyetten sonraki şaşkınlığını ve iç hesaplaşmalarını bazen hüzün bazen mizahla, ama hep tutkuyla anlatıyor.
Samuel Beckett pek tanınmayan İrlandalı bir yazarken, Wilfred R. Bion’la Londra’da gerçekleştirdiği bir psikanaliz tedavisinden yıllar sonra yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından, Bion da psikanalizin en özgün kuramcılarından biri olacaktı.
Yaratıcı sürece ilgi duyan psikanalist Didier Anzieu, bu tedavinin seyrini, girdiği çıkmazı, bir otoanaliz biçiminde yeniden ele alınışını ve bu aşamanın hem yazar üzerindeki tedavi edici etkisini hem de yazarda edebi açıdan nasıl bir verimliliğe yol açtığını anlatıyor.
Anzieu’nün kitabı denemeden, klinik gözlemden, seyir defterinden ve biyografiden izler taşıyor. Yazar yeri geldiğinde, hakkında yazdığı yazara da öykünüyor, onun üslubunu yakalamaya çalışıyor. Bazen okumanın, bazen de yazının bir savunusuna girişiyor.
Neredeyse kırk yıl boyunca büyüsüne kapıldığı yazar hakkında kitap yazan bir psikanalistin bu sıradışı okuma, yorumlama ve yazma günlüğünün edebiyat, psikanaliz ve yazmakla ilgilenen okurların ilgisini çekeceğine inanıyoruz.
Birtakım iç hesaplaşmalar içindeki yazar uzun zaman sonra çocukluğunun geçtiği, küçük, çirkin bir Fransız kentinde yaşayan babasını ziyarete gider. Karşısında bulduğuysa, erkeklerin duygularını bastırması ve sert olması gerektiğini savunan, bugün “toksik erkeklik” denen kültürün içine doğmuş, kendisine rol model olan birçok erkek gibi erkenden okulu bırakıp işçiliği değişmez bir kader gibi sırtlanarak fabrikalarda çalışıp ellisinde yatağa mahkûm olmuş, zavallı bir adamdır.
Fransa’nın en etkili yazarlarından biri kabul edilen Édouard Louis bu kısa ve çarpıcı metinde mevcut düzenin grotesk gerçekliğini vurgularken, milyonlarca insanın hayatını etkileyip yöneten siyaset denen şeyin, siyasetçiler için aslında bir salon oyunundan başka bir şey olmadığını anlatıyor.
Maden şirketlerinin, yol çalışmalarının, köprülerin, reklam tabelalarının, devasa barajların ve her tür endüstriyel saldırganlığın Amerikan doğasında ve doğal yaşamında açtığı yaralar, çevreyi geri döndürülemez bir yıkıma sürüklemekte, eşsiz güzellikleriyle derin kanyonlar, ıssız çöller ve gürüldeyen berrak nehirler hızla yok edilmektedir. Ancak kader, dört uçarı doğa âşığını bu gidişata şiddet yoluyla son verecek, yıkımın müsebbiplerine korkulu düşler gördürecek gizli bir eko-direniş örgütünde bir araya getirir: Sabotaj Çetesi gözünü budaktan sakınmayacaktır.
Doğa ve yaşam savunusunu bütün eserlerinin ana teması haline getiren, tabiata yürekten bağlı Edward Abbey’in, 1970’lerde yükselişe geçen çevre mücadelesine ilham ve selam vermeyi de ihmal etmeden kaleme aldığı Sabotaj Çetesi; engin bilgelikle, zengin ayrıntılarla ve eşsiz bir mizah duygusuyla dolu bir roman.
Napoli Romanları ile tüm dünyada müthiş bir ilgi uyandıran Elena Ferrante, çok okunmasının ve sevilmesinin yanı sıra gerçek kimliğiyle de merak konusu olmayı sürdürüyor. Yapıtlarıyla 21. yüzyılın modern klasiklerini bir bir vitrine çıkaran Ferrante, Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nda bizi insanın açmazını, aile bağlarının esnek dokularını keşfetmeye davet ediyor.
Napoli tepelerinde ayrıcalıklı bir çocukluk geçiren Giovanna, günün birinde babasının onu kötü şöhrete sahip, yıllardır görüşmediği kardeşine, Vittoria Hala’ya benzettiğini işitir. Bu beklenmedik bağlantıdan rahatsızlık hisseden genç kız, ailesinin geçmişini araştırmaya koyulur. Şehrin yoksul mahallelerinden birinde yaşayan halasını aramaya çıkar ve anne babasına duyduğu güven ve sevgi sarsılır. Giovanna şehrin birbirinden korkan ve tiksinen iki zıt bölgesinde avutulduğu görüntüyü değil, gerçeği aramaktadır: Biri nezaket maskesi takan yukarı Napoli, diğeri aşırılık ve bayağılığın mekânı aşağı Napoli. Bu ikisi arasında gidip gelirken, ikisinin de cevap veremediği veya kaçındığı gerçekle allak bullak olur.
Yetişkinlerin Yalan Hayatı, Ferrante tutkunlarının tadını iyi bildikleri yeni bir haz eşiği, yeni bir hikâye.
Sarı Odanın Esrarı, kilitli oda ya da imkânsız suç gizemi olarak anılan türün ilk örneklerinden biridir. Dedektif kurgunun bu alttürü, suçlunun hiçbir çıkışı olmayan kilitli bir odada sırra kadem bastığı; görünüşe göre imkânsız ve karmaşık bir suça işaret eder. Bu suçu soruşturanların gözle görünenin ardına bakıp muammayı çözmeleri gerekir. Leroux, 1907’de L’Illustration dergisinde tefrika edildikten sonra 1908’de yayımlanan romanında bizi acar dedektif Joseph Rouletabille ile tanıştırır. Esrarlı olayları çözme becerisiyle tanınan Rouletabille, aynı zamanda romanın anlatıcısı olan arkadaşı avukat Sainclair ile birlikte esrarengiz bir saldırıyı aydınlatmak üzere Glandier şatosuna gelir. Şato ünlü biliminsanı Profesör Stangerson’a aittir ve söz konusu saldırıya profesörün kızı Mathilde Stangerson hedef olmuştur.
Leroux’nun büyük başarı kazanan Sarı Odanın Esrarı romanı sürrealistlere ilham verirken, Fransız edebiyatçı ve sinemacı Jean Cocteau’nun da övgüsünü kazanmıştı.
Dansa Davet, 1518 yılında görülen, dünyanın en ilginç toplumsal histeri vakalarından birinin hikâyesini anlatıyor. Strasbourg’da açlık ve sefaletin, insanları cinayete sürükleyen bir yokluğun hüküm sürdüğü zamanlarda, ıstırabından aklını yitiren bir kadın, aniden sokaklarda dans etmeye başlar. Kısa bir süre içinde ona katılanların sayısı gitgide artar ve “Dans Vebası” tüm şehri esir alır. Binlerce insan yaşadıkları ağır travmalar sonucunda bilincini yitirip ölene dek dans eder durur.
İntihar Dükkânı’nın yazarından, “kurgu hikâyelerde n çok daha delice bir gerçekliği anlatan” masalsı bir roman.
Öylesine büzüşmüştü ki cüceye benziyordu. Sarı kaldırım taşları kan lekesiyle kaplanmıştı. Kıpırdamıyordu adam. Böyle cama çarpan, sonra havada uçup üçüncü kattan yere düşen birinin, cama ve kaldırıma çarpma anında hiçbir tarafının kırılmadığının farkına vardım. Çünkü adam, kendisinden artakalan şeyi, o içi boş kabuğu fırlatıp atmadan önce paramparça olmuştu zaten. İçinde ne var ne yoksa çekip almış, sonra da boş kabuğu pencereden fırlatmıştı.
Mesleğinin henüz başında genç bir gazeteci, işini bırakıp varını yoğunu kumara veren bir avukat, dünyaya karşı tiksintiyle dolmuş bohem bir hâkim ve karısını öldüren “sendika hırsızı” bir işçi…
Yara İzleri’nde, bir cinayetin çemberine girip çıkan bu dört insanın öyküsü kendi gözlerinden, tıpkı parçalanmış yaşamları gibi dört bölümde anlatılır. Zaman zaman bir araya gelmelerine sebep olan bir cesede rağmen, bu kişilerin ortak noktası ceset karşısındaki korkunç kayıtsızlıklarıdır; çünkü gerçekte anlatılan bir cinayetten çok, cinayete kurban gitmiş bir toplumun bireylerinin parçalanmışlığı, yaralanmışlığıdır.
Latin Amerikalı romancıların “büyülü gerçekçilik” akımının büyüsüne kapıldığı bir dönemde kendisine bambaşka bir yol seçerek yüzyılın en büyük yazarları arasına giren Juan José Saer’in başyapıtı Yara İzleri, Gökhan Aksay’ın İspanyolca aslından çevirisiyle…
Julio Cortázar’ın Edebiyat Dersleri, Borges’in, Calvino’nun, Nabokov’un meşhur edebiyat dersleriyle birlikte anılmayı kesinlikle hak eden; yazarı, yazma eylemini, Latin Amerika edebiyatını, dünya edebiyatını anlamak açısından paha biçilmez bir belge.
Sekiz dersten oluşan Edebiyat Dersleri’nde, fantastik öyküdeki zaman ve kader unsurlarından gerçekçi öykünün sınırlarına, edebiyattaki müzikalite, mizah, oyun ve erotizm gibi başlıklardan Seksek’in yazımına kadar birçok ayrıntı, ipucu ve dilin tuzaklarından kaçma yöntemleri ilk ağızdan aktarılıyor.
1980 sonbaharında, Kaliforniya Üniversitesi’nde verdiği derslerin bu on üç saatlik dökümünü okurken şunu düşünebilirsiniz: Dünyanın en az bilgiçlik taslayan hocası… Julio Cortázar olabilir mi?
Günler Aylar Yıllar, hayatın zorlukları karşısında hep diri kalabilen bir umudun romanı.
Kuraklık, Balou Sıradağları’nda tüm yıkıcılığıyla baş göstermiştir. İnsanlar çareyi evlerini terk edip su ve yiyecek bulabilecekleri yerlere kaçmakta bulurken geride sadece ihtiyar ile kör köpeği kalır ve bu iki kader ortağı, birkaç damla su, bir avuç mısır tanesi, bir karış gölgelik peşinde dolanır durur. Günleri, geceleri en sert, en çetin koşullarla sınanır; zamanın ve mekânın izleri silinip iskeletleri daha da belirginleşirken önlerindeki yollar da gitgide çatallanır. Bu zorluklardan geriye kalan, olağanüstü bir varoluş inadıdır.
Times Böyle bir kaybın acısından sonra artık hiçbir şeyin onun için önemli olmayacağını zannederdiniz ama besbelli ki işler hiç de öyle yürümüyordu. Aksine şimdi her konuda korkuyla doluydu. Sanki sonunda kaderin korkunç gücünü, sinsiliğini, sırtını yaslayabileceğinden emin olduğun o tek şeyi nasıl da anında silip yok edebileceğini görmüştü ve artık sürekli omzunun üstünden arkaya bakıp duruyor, bir sonraki darbenin nereye inebileceğini anlamaya çalışıyordu.
Kanada’nın çağdaş edebiyattaki en önemli temsilcilerinden Mary Lawson’ın pek çok dile çevrilen ve Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen romanı Köprünün Öte Yanı, Kuzey Kanada’nın uçsuz bucaksız topraklarında iki kardeşin ve iki kuşağın hikâyesini anlatıyor. İkircikli kardeşlik ilişkileri, rekabet, saplantılı aşk ve karmakarışık duygular üzerine yalın ve zarif bir roman.
Rüyalardan, sözlüklerden, çalar saatlerden üzerimize imgeler indiren bir dil üstadının, Milorad Paviç’in benzersiz dünyasına hoş geldiniz.
Hazar Sözlüğü’nün yazarı Rus Tazısı’nda yer alan on altı öykü ile muhayyilemizin sınırlarını zorlamaya devam ediyor. Var ile yok, hayal ile gerçek, imkânsız ile mümkün arasında bir yerde önce tereddütlü adımlarla, sonra koşarcasına kitabın dipsiz derinliğine düşeceksiniz.
Tüy gibi çakılmak, külçe gibi yükselmek artık olası. Korkmayın, zira artık Paviç’in dünyasının sınırlarına girdiniz…
Janina, uzak bir Polonya köyünde, karanlık kış günlerini astroloji çalışarak, yıldız haritalarını inceleyerek, William Blake’in şiirlerini tercüme ederek ve varlıklı Varşova sakinlerinin yazlık evlerine göz kulak olarak geçirir. İnsanlar yerine hayvanlarla vakit geçirmeyi tercih eder, fazlasıyla tuhaf ve münzevi tavırları kimilerine göre “kaçık”lıktır. Bir gün komşusu Koca Ayak gizemli bir şekilde ölü bulunur. Gelecek günler daha da tuhaf ölümleri beraberinde getirir. Şüpheler ve soru işaretleri yükselirken Janina, tuhaf teorileriyle kendini soruşturmanın göbeğine yerleştirir. Birileri ona kulak verseydi her şey böyle mi olurdu oysa…
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde tuhaf bir gerilim masalı, bir kara komedi, her şeyiyle kendine özgü bir hikâye. Akıl sağlığı ve çılgınlık, suç ve adalet, doğa ve insan arasındaki karanlık sınırların kışkırtıcı bir keşfi. Çağdaş Polonya edebiyatının en güçlü sesi, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Olga Tokarczuk’tan baş döndürücü bir roman.
Kendimi Livia’ya hiç sakınmadan açabilirdim, çünkü böyle yaparak onu rahatsız edeceğimden, hatta şaşkına çevireceğimden korkmam gerekmiyordu. Yine de bu iş, duygusuz ve suskun bir duvarla ya da hiç tanımadığım ve neler hissedeceğine aldırmadığım biriyle konuşmaktan çok daha farklıydı. Beni dinleyen kişi Livia olmalıydı. Benim sözlerim onun ruhuna erişmeli ve orada beni anlamasını sağlamalıydı.
Amcasının evinde gördüğü bir haritadan esinle Akdeniz’de konuşulan tüm dilleri öğrenme tutkusuna kapılan ve sonrasında usta bir çevirmen olan Simon Leyland, ailesinden kendisine bir yayınevi miras kalan eşiyle birlikte edebiyatın önemli şehirlerinden Trieste’ye yerleşmiştir. Eşinin ölümünden sonra yönettiği yayınevi, büyüyen iki çocuğu, çevirileri ve dostlarıyla sürdürdüğü sakin yaşantısı, geçirdiği sağlık krizi sonrasında alt üst olacaktır. Aynı dönemde hayatını kaybeden amcasının Londra’daki evi de kendisine miras kalınca, iki farklı şehirde adeta iki farklı hayat arasında bocalayan Leyland için eski yaşantısıyla yenisinin birbirine karıştığı çok özel bir dönem başlayacaktır.
Ünlü romanı Lizbon’a Gece Treni’nden yıllar sonra Pascal Mercier bu kez yine bir yanılgıyla hayatı değişen bir dil tutkununun peşine takıyor okurunu, Sözlerin Ağırlığı’nda.
National Book Award sahibi Çoluk Çocuk ve M Treni’nin yazarından, düşler ile gerçekleri unutulmaz bir yılın panoramasında iç içe geçiren, insanın içine işleyen bir kitap.
Patti Smith, San Francisco’nun efsanevi konser salonu Fillmore’daki yeni yıl konserlerinin ardından, kendini Santa Cruz sahilinde aylaklık yaparken bulur. Tek başına dolaşacağı bir yılın eşiğindedir. Bir sebep ya da süreyle kısıtlanmadan, kendi harikalar diyarına götürür bizi. Bir plandan çok polaroid kamerası ve tabelalar vardır burada. Şubat ayında, gerçeküstü bir ay yılının başlamasıyla, beklenmedik değişiklikler olacak, ortalık karışacak ve keder kaçınılmaz hale gelecektir. Bir yabancının dediği gibi, “Her şey mümkün. Ne de olsa bu yıl Maymun Yılı.” Sürekli keşfeden, düşünen, yazan, müzmin meraklı Smith için maymun yılı, yaşamın girdabındaki değişimlerle –verilen kayıplar, ilerleyen yaş ve Amerika’nın dramatik siyasi iklimi– bir dönüm noktası olacaktır.
Smith’in kendine has polaroidleriyle süslenen, sürükleyici, zarif ve çoğu zaman da nüktedan bir kitap Maymun Yılı; içinde yaşadığımız çalkantılı günler için adeta bir mihenk taşı.
Parçalanan bir hayatın acımasız ama şefkat dolu portresi…
Karısı çocuklarını da alıp onu terk ettikten sonra Arvid Jansen, tutunacak çok az şeyinin olduğunu fark eder. Boş evini, yatağını, hayatını yadırgar; kim olduğunu pek de bilmediğini anlar. Gençlik günlerinin peşinde şehirde dolaşır, sarhoş olur, barlarda ısrarla peşine düştüğü kadınlarla yatağa girdiğindeyse ne yapacağını bilemez. İlk ayrıldığında neşeli bir zafer duygusu taşıyan karısı da ondan çok farklı durumda değil gibidir. Sadece üç kızlarından en büyüğü ebeveyninin kim olduğunu görüyor, ama ne onlara yardım edebiliyor ne de onlardan yardım alabiliyordur…
Norveçli yazar Per Petterson’un diğer yapıtlarıyla da konuşan Benim Durumumdaki Erkekler ele aldığı hikâye kadar anlatma biçimindeki inceliklerle de öne çıkıyor.
Büyükler hile yapmaya kalkıştıklarında göz ardı edilemeyecek bir endişeye kapılırlar ve genellikle başarısız olurlar. Ama çocuklar öyle değildir. Bir çocuk en korkunç sırrı bile hiç çaba harcamadan saklayabilir ve bu sırrı kimse ortaya çıkaramaz. Çocuklarının birçok yönünü onlar farkına bile varmadan apaçık görebildiklerini düşünen ebeveynler, eğer çocukları gerçekten bir şeyleri saklamaya karar vermişlerse şanslarının sıfır olacağını nadiren fark ederler.
Bir macera romanından çok daha fazlasını vâdeden, psikolojik roman türünün de çarpıcı bir örneği sayılabilecek Jamaika’da Bir Fırtına, çocukluğun “belli bir vücudun içine tıkılmış ve belli bir çift gözün ardına yerleşmiş olmaktan başka” hangi anlamlara gelebileceğinin, dünyayı keşfederken yaşanan o ilk “deprem”lerin izini sürüyor. Richard Hughes bu romanında, yıkıcı bir fırtına sonrası aileleri tarafından Jamaika’dan İngiltere’ye gönderilen bir grup çocuğun geçirdiği fiziksel ve zihinsel dönüşümlerin izini sürerken, çocuk ruhunun derinliklerindeki ürpertici ve tuhaf boyutları da eşelemekten hiç çekinmiyor. Hughes bu eşsiz büyüme hikâyesini, arka planına sömürgeciliğin en görkemli ve en acımasız dönemini, yani “zamanların en iyisini ve de en kötüsünü” yerleştirerek mercek altına alıyor; bazen olayların tamamen içinden dolaysız bir tanıklıkla, bazen seren direğinden gözlemleyerek, bazen de okuyucuya âdeta teatral bir performans izleterek…
Bir hayattan geriye ne kalır? Belli bir duyguya ait bir hikâye mi, bir anı mı? Ölüler hayatlarına geri dönebilseler ne söylerlerdi?
Biri kocasının bir ömür boyu elini tuttuğunu hatırladı. Biri doğdu, kumar oynadı ve öldü. Başka birinin hayatında çok insan oldu, ama sadece birini sevdi. Her şey bittiğinde de pişmanlıklar ve çelişkiler içinde olan ölüler; aşklarını, ailelerini, kırgınlıklarını, yalnızlıklarını, doğrularını ve yanlışlarını anlatıyor bu romanda.
Robert Seethaler Toprak’ta ölümün insan hayatındaki yerini, öteki dünyadan bir insanın yaşayanlara neler anlatacağını, hayatına dair neleri anlatmayı seçeceğini, bir olayın farklı kişilerce nasıl yorumlanacağını etkileyici bir kurguyla gözler önüne seriyor.
Fin kuvvetlerinin Ruslar gelmeden yakıp yıktığı Suomussalmi kasabasında bir kişi kalmıştı. Oduncu Timmo’nun oradan ayrılmaya hiç niyeti yoktu; hem kasabaya sahip çıkacak, hem de vahşi savaşın ortasında her zaman doğru olanı yapmaya çalışacaktı…
Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen, yeri göğü kaplayan ölümcül kuzey kışının ve İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde yaşananları göz alıcı bir üslupla anlatıyor: Timmo’nun taze karda bıraktığı derin ayak izleri, gürül gürül yanan odun sobaları, bir çift kadın ayakkabısı ve minnet duygusu üzerine kurulan incelikli bir hikâye.
Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü.
Calla kura sisteminin nasıl işlediğini biliyor. Herkes gibi… İlk kanamanda bunu kura merkezine bildirip nasıl bir kadın olacağını öğreniyorsun. Beyaz bilet sana evlilik ve çocuk kazandırıyor. Mavi biletse kariyer ve özgürlük… Böylece seçme yükümlülüğünden kurtulmuş oluyorsun. Ve bir kez biletin kesildi mi, artık geri dönemiyorsun. Ancak ya sana uygun görülen yanlış bir hayatsa?
Mavi biletli Calla kaderini sorgulamaya başladığında kaçıp gitmek zorunda kalır. Ancak hayatta kalması kura merkezinin ve sistemin toplum dışına attığı kadınlardaki nitelikleri benimsemesine bağlı olacaktır. Karnında büyümekte olan bebeğiyle umutsuzluk içinde kaçan Calla, bir yandan da merkezdekilerin onu kendisinden daha iyi tanıyıp tanımadığı düşüncesiyle mücadele edip tehlike içinde anneliğe hazırlanmaktadır.
Özgür irade, toplumsal beklentiler ve tek başına anneliğe adım atmanın yol açtığı endişeler gibi hayati konuları işleyen Mavi Bilet, şiddetli arzuları en saf haliyle betimlemesi ve günümüzde her yerde egemenlik kuran eril tahakküme çarpıcı bir yorum getirmesiyle hayranlık uyandıran bir roman.
Sıradan bir lise öğrencisi olan Rintaro Natsuki, birlikte yaşadığı ve şehrin kıyısında küçük bir kitabevinin sahibi olan dedesinin ölümünden sonra bir başına kalır. Natsuki Kitabevi’nin tavana kadar tıka basa kitap dolu raflarının arasında mutsuz ve umutsuz geçirirken günlerini, nereden geldiği bilinmeyen konuşan bir kedi çıkar ortaya ve her şey birdenbire değişmeye başlar…Kitabevinin koridorları arasında ortaya çıkan gerçeküstü labirentlere girerek, birbirinden fantastik maceralar yaşarlar. Tutsak kitapların kaderi, Rintaro ve bu acayip kedinin elindedir artık…
Kitapları Kurtaran Kedi Japonya’nın çok satan yazarlarından Sosuke Natsukawa’nın kaleminden, kitapların da bir yüreği olduğunu ve başkalarını düşünen bir yüreğin gücüyle insanların mutlu bir hayata gülümseyebileceklerini bizlere hatırlatan bir roman.
Kuzey’in en parlak yıldızı Tove Jansson’dan kendimize ve diğerlerine söylediğimiz yalanlara dair bir roman: Dürüst Yalancı. Milyonlarca okura ulaşan çocuk kitaplarıyla tüm dünyada tanınan Jansson, yetişkinler için yazdığı bu romanda iki kadının kurduğu çıkar ilişkisini ele alıyor. Kuzey’de bir sahil köyünde tarifsiz bir ayaz kol gezerken Katri Kling adlı bir kadın, feraha çıkma umuduyla bir plan yapıyor ve ormanın gerisinde bir başına oturan çocuk kitabı yazarı Anna Aemelin’in yaşamına buzda yürürcesine adım atıyor. İki kişilik bir oyun bu ve kar hiç durmadan yağarken avla avcı, kurtla tavşan birbirine karışıyor.
Jansson, doğaya ve havaya neredeyse roman kahramanları kadar etkin bir rol biçiyor ve fırtınalarla dolu insan ruhunu olduğu gibi, belirsizlikleri ve tutarsızlıklarıyla resmediyor. Ağırlığı bir türlü silinmeyen geçmişin, ilişkilerin ezici doğasının ve sanatın sunduğu tesellinin hikâyesi bu anlatılan ve içinde bir yerlerde vahşi bir hayvan, belki bir kurt geziyor.
Dürüst Yalancı Tove Jansson’un dehasını yansıtan,minimalizmin ihtişamıyla duru, naif ve sarsıcı bir roman.
New York’tan Meksika’ya uzanan bir yol… Ses envanterleri oluşturan belgeci ve belgeselci bir çift, çocuklarını da yanlarına alarak sınıra doğru seyahate çıkar. Kadın, sınırı geçtikten sonra başlarına ne geldiği belli olmayan iki kayıp göçmen kızın, adam ise Apaçilerin ruhlarının halen gezindiği topraklardaki yankıları kaydetmenin peşindedir. Issız motellerden izbe barlara savrularak kıtanın kalbine inen bu yol, geçmişin yitik seslerini de bugüne katacak ve yolcular için farklı rotalar çizecektir.
Kayıp Çocuk Arşivi doğudan batıya, Amerika’nın bir ucundan diğerine uzanan geniş güzergâhı ele alıyor ve okurunu soluksuz bırakan sürprizleri, hakikatleri, mucizeleriyle çağın ruhunun bir dökümünü çıkarıyor. Öyle bir arşiv ki bu, bir ailenin dağılışını, bir ilişkinin çıkmazlarını ve kardeşlik bağının kuvvetini göstermekle kalmıyor, Batı medeniyetinin dehşetengiz panoramasına ait duvarlara çarpan insanların ve insanlığın, sağ kalmak için ödediğimiz bedellerin, kayıpların ve kayıpların geride bıraktığı boşlukların belgesini, hikâyesini barındırıyor.
Annelerimiz bize konuşmayı, dünya ise susmayı öğretirken, Valeria Luiselli’nin bu güçlü romanı, var gücüyle haykıran, özgün sesi ve sesleriyle unutulmayacak bir kitap; son yılların belki de en değerli eserlerinden biri.
Yaşlıların sonsuza dek yaşadığı, çocukların da bir türlü serpilip büyümediği bir dünya… Ödüllü yazar Yoko Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları’nda çağın gerçeklerinden yola çıkarak bir gelecek hayali kuruyor. Öyle bir gelecek ki bu, ağaçlar zehirli meyveler veriyor, “Yaşayalım Yeter Günü” kutlanıyor, Japonya dış dünya ile tüm bağlarını kesmek zorunda kalıyor, yetişkin ve çocuk kavramları yeniden tanımlanıyor. İnsanlar, sağ kalabildikleri her ortamda yaşayabilse de dolu dolu yaşıyorum demek için bundan fazlası gerekiyor ve değişen dünyayla birlikte anlamlar, algılar da dönüşüyor.
Dile gösterdiği hassasiyetle öne çıkan Yoko Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları’nda küçük Mumei ve dedesinin bir felaketin ardından yaşama devam hikâyesini anlatıyor. Çevirisiyle Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne layık görülen, yayımlandığı tüm dillerde beğeniyle karşılanan Tokyo’nun Son Çocukları, icatları ve özgünlüğüyle okuru kendine hayran bırakan bir yazardan distopik bir serüven, gerçekçi çağrışımlarıyla unutulmayacak bir kitap.
Kültür Devrimi’nden bugüne kadarki kırk yıllık sürede “Halk” sözcüğünün içi boşaltılmıştır Çin gerçekliğinde. Şimdi, Çin’de popüler olan ekonomik terminolojiye göre “Halk” sadece bir
paravan şirkettir ve Çin farklı dönemlerde farklı içeriklerle onu kullanarak pazara girer.
Yaşamak ve Kanını Satan Adam gibi romanlarıyla tanınan ve modern Çin edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Yu Hua, bu sefer bir kurmaca yazarı olarak değil, ülkesinin ve toplumunun
yakın tarihine ve bugününe dair sözü olan bir aydın kimliğiyle karşımızda.
Yu Hua, On Sözcükte Çin’de hem kendi hayatının ve yazarlığının mihenk taşlarını, hem de Kültür Devrimi yıllarından itibaren Çin’in geçirdiği değişim safhalarını pek çok ilginç hikâye eşliğinde, merkezine on anahtar sözcüğü alarak anlatıyor.
Her bir sözcük, bir edebiyat ustasının kaleminde köklü bir geçmişin ve kültür mirasının “dört bir yanına” uzanırken biz de gözlem gücü yüksek bir yazarın, bir ülkeye ve topluma dair alternatif bir tarih okuması yapmak için ne kadar değerli olabileceğine tanık oluyoruz.
On Sözcükte Çin, yazarın Yaşamak romanını da Türkçeleştiren Bahar Kılıç’ın Çince aslından çevirisiyle…
Alfabetik Sıraya Göre Listelenmiştir.