Pahalı markaların, lüks yaşamın gösterişine dalıp bir kültürün, bir sınıfın yok oluşunu, kendileri de o kültürle birlikte yok olmalarına rağmen fark edemeyen bir kuşağın çarpıcı hayatını anlatıyor Ayfer Tunç.
Müzik stüdyolarından, araba galerilerinden, marinalardan geçip kapak kızlarının sert gerçekliğine çarpan… bir hafriyat kamyonunun gece yarısı yapayalnız bir adama çarptığı gibi çarpan bir hikâye.
Osman, uzun bir döneme yayılan eşsiz kurgusuyla edebiyatımızın en görkemli eserlerinden biri olmaya aday.
Ayhan Koç büyük bir titizlikle kurguladığı, postmodern edebi tekniklerle beslediği son romanı Cümle Göğün Mavisi’nde bıçak sırtında ilerliyor. Bir yandan KHK’lılar, mülteci problemi, basın özgürlüğü, muhafazakârlaşma, Kürt meselesi gibi güncel politik olaylar çerçevesinde hâkim ideolojiyi yererken, diğer yandan “muhalif” olma iddiasındaki çevreleri de sert bir şekilde hicvediyor. Tüm yakıcılığına rağmen çağdaş edebiyatın mesafeli kalmayı tercih ettiği güncel soru ve sorunlara parmak basıyor, elini taşın altına koymaktan çekinmiyor, öz sansüre karşı kuvvetli bir çığlık yükseltiyor. Böyle netameli bir işin üstesinden gelirken hiçbir şekilde didaktizme ya da mesaj verme kaygısına, vicdanlara oynama bayağılığına düşmeyen sert, tavizsin bir metin okumanın hazzını yaşayacaksınız.
“Pantolonunu çıkartırken korku, heyecan kalbine vuruyordu. Aynalı ahşap dolabın karşısına geçti. Yatağın ucuna oturup ayağını dizine koydu, çorabı yavaş yavaş giymeye başladı. Bir yandan da aynada kendini izliyordu. Tüyleri ürperiyordu. Bedeninden sanki başka bir canlı çıkıyor gibi hissediyordu.” Başlangıçta Tuna vardı. Doğması için adaklar adanan oğlan çocuğu Tuna, bir türlü sığamadığı bedenini babaevinde bırakarak takıldı bir tiyatro kumpanyasının arkasına. Bir başka bedene dönüşmüştü artık, güzel sesli, güzel yüzlü Handan Kara’ya. Sonra Handan vardı. Polisin sevmediği Beyoğlu sokaklarında, karakollar, hastaneler, tekinsiz gecelerle dolu bir hayattan sonra o da dönüşüverdi bir başka bedene. Dönüşümünü küçük bir varlıkla taçlandırmak, onun sevgisiyle tamamlanabilmek için… Ve sonra Nurten vardı. Kocamustafapaşa’da oğluna adadığı mütevazı bir hayatı yaşayıp giden Nurten. Nurten’in ölmeye yatarken anlatacakları ise, sevgiye, ölüme, ihanete, kısacası her dönüşümün içinde barındırdığı korkunç sırlara dairdi.
Cem Kalender Mazarin Mavisi’nde Sansaryan Han’dan Beyoğlu Küçük Bayram Sokağı’na uzanan bir İstanbul fotoğrafına, etkileyici bir insan trajedisi yerleştiriyor.
“Karnımızdan, gövdemizden aşıp hayata bulaşan bir şey var! Renkli, parlak, akışkan, her yere girebilen bir şey. Kulaklarımızı çınlatan dedikodular yok, sürüp giden uğultular var. Fırtınaların biriktirdiği kum tepeleri, çöl çiçekleri ve satranç… Bunlar yok. Tuvaletler var, sidikler, cam güzelleri, kemirgenler, kazıcılar, didikleyenler, salınanlar, cıva var. Kalbim yok, gırtlağım var. Fizik yok, alegori var. Ritim yok, atış var. Hap var, satanik bir kavga var. Silahlı kumpas var. Patlayan tabanlar, düğünler ve elektro bağlama var. Biz yokuz, tolerans var, mezarlıklar var. Sayfalar, ulu camiler, gözeler yok. Cyberpunk var, pornpolitik var, hicret var. Sıcak su kabarcıkları, volkanik, tektonik kayaçlar yok. Düğümlenmeler, acılı serumlar, metan gazı ve sitrik asit yok. İslimler ve kükürt var. Kayısı kasaları, yarılmış yanaklar, soğuk iklim, miraç ve torso var. Alışmak, tutmak, yapışmak var. Emmek var. Fibula var, tibia yok, skapula yok! Una batırılmış incirler, sütü yara yapan bitkiler, kaşınan cilt, kokulu mendiller, tuvalet küfürleri, unutmak var.”
Eser Kemal-Elimi Bırakma-Bilgi
Ortadoğu’nun kadim şehrinde cereyan eden olayların gölgesinde, mimar olma hayallerini yeşertmeye çalışan bir kız, “Evimize yaklaşan savaşın kapımızı çalacağından korkuyorum” diyen Ali’nin Refika’sı… Adını koymaktan çekindiği çarkına yeni dişliler eklemeye gayret gösteren Halepli üniversite öğrencisi…
Gördüğümüz ama görmezden geldiğimiz, duyduğumuz ama zihnimizde yer tutmayan ve birçoğumuz için de, “Ortadoğu’dan haberler” niteliği taşıyan insani ve vicdani bir yaşam öyküsü…
Faruk Duman-Sus Barbatus 2-YKY
Faruk Duman’ın Sus Barbatus! üçlemesinin ikinci cildi Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. İlk cildi 2018 yılında çıkan roman aynı yıl Orhan Kemal Roman Armağanı ile Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü alarak geniş bir yankı uyandırmıştı.
Çetin kış koşullarında geçen ürkünç olaylarla dolu ilk cildin ardından ikinci ciltte bahar mevsimi bütün görkemiyle gözler önüne seriliyor. Romanın arka planını oluşturan siyasal olaylar iyice belirginleşerek hız kazanıyor. Üçüncü ciltte mevsim yaza dönecek ve üçleme 12 Eylül darbesiyle sona erecek.
Faulkner, Yaşar Kemal gibi yazarların kaleminde destanlaşan modern romanın çağdaş bir çeşitlemesini sunuyor Faruk Duman. Gerçeküstünün dilini yaratarak siyasal, tarihsel, toplumsal gerçekleri ete kemiğe büründürüyor.
Memleketin kimine göre en güzel, kimine göre en karanlık zamanları olan Gezi Direnişi günlerinde James Joyce, Taksim’de ne yapıyor olabilir? Edebiyat tarihinin en önemli yazarlarından biri bugünlerde karşınıza çıksa ne hissedersiniz? On yıllar evvel hayatını kaybeden tanınmış bir yazar, çevirmeniyle karşılaşırsa sohbetin konusu yalnız edebiyat mı olur dersiniz? Yahu bunlar çapulcu mu sahiden? Yani böyle bir şey olabilir mi?
Benden’iz James Joyce dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan James Joyce’u ve eserlerini daha iyi anlamak, hatta onunla arkadaş olmak isteyenler için bir imkân sunuyor okurlara. Fuat Sevimay’ın kaleminden gizemli, komik ve tanıdık bir roman.
Öfke, kısa süreli bir delilik halidir derler ama bazen çok da kısa sürmez, insanın ömrünü ele geçirir. Atmaca, gitgide artan öfkesiyle boğuşan Ömer’in lisede başlayıp kırklı yaşlarına, 90’lardan bugüne uzanan öyküsü. Hayal kırıklıkları, kararsızlıklar, yarım kalan aşklar, çaresizlik, öfke ve sürekli bekleyiş: Gerçek hayat ne zaman başlayacak?
Saat ikiyi on dört geçiyordu. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu artık. Ayağa kalkmak için sandalyemi ittiğimde çıkan gıcırtı sınıfta yankılandı. Sami Hoca tahtaya dönmüş bir şeyler yazıyordu, bir tek o duymadı. Huzursuzca kıpırdananlar, öksürenler oldu. Arkamdakilerin gözlerini ensemde hissettim. Midemde ufak çapta bir fırtına kopuyordu. Neden bilmiyorum ama ceketimin önünü ilikledim. Kapıya vardığımda Sami Hoca bana dönüp, “Evladım, gelirken yan sınıftan tebeşir de ister misin sana zahmet,” dedi. “Bu düdük kadar kalmış, parmağımdan kayıyor.”
Hüsnü Arkan, bu yeni romanıyla okurunu farklı bir dünyaya, Anadolu’ya, birkaç yüzyıl öncesinin Akşar’ına, şimdiki adıyla Akşehir’ine götürüyor.
Selçuklularla Moğolların cirit attığı topraklardaki kanlı mücadelelere, el değiştiren kentlere, aşklara ve ihanetlere, esirlere ve cinayetlere, kısacası o dönemin insan hikâyelerine o günlerin diliyle, o günlerin bakış açısıyla hem maceralı hem eğlenceli bir pencere açıyor. Romanın başkişisi Hâce ise hiçbirimize yabancı değil;
Hâce, diğer adıyla Nasreddin Hoca.
Birbirlerinin dilini anlamıyorlardı ama yoksulluğun işaret dilini az çok biliyordu burada yaşayan herkes. Bu dili anlamak merhametin kapılarını sonsuza dek açmıyor olsa da muhtemel tehlikelerin sinyallerini algılamak adına önemliydi. Hikâye, semtin en işlek caddelerinden birinde, kalabalığın hengâmesinde göçmenler, kör köpekler, berduşlar, meczuplar, pezevenkler, insan tacirleri, uyuşturucu ve emlak simsarları arasında geçiyor.
Jaklin Çelik, arafta kalmanın çaresizliğini, yoksulların işaret dilini, yaşamın ortasında sınır çizgisi gibi duran saklı şarap mahzenlerini insanın yüreğine dokunan, sokulgan ve ince bir üslupla anlatıyor. Sarhoşların Perşembesi, son dönemlerin en özgün ve sarsıcı omanlarından biri. Kutsanmış bir ayyaş ayaklanması!
Hafta sonları hüzünlü bir kimsesizliğin çöktüğü yatakhanelerde yeşeren, hiç olmamış annelerin, o hep eksik babaların gölgesinde pekişen dostluklarını yirmi yıl sonra birbirlerini yeniden bulduklarında geçmişin ağırlığı altında sınayan iki kadın…
Her evvel bahar gibi gençlik de bütün aldatıcılığıyla geçip gitmiş, geride yarım kalmış aşkların, doğmamış çocukların, örselenmiş yüreklerin acısı kalmıştır.
Geçmişin yaraları yeniden ve yeniden yazılan masallarla, diriltilen umutlarla dikiş tutacak mıdır? İrem Uzunhasanoğlu üçüncü romanı Evvel Bahar’da iki kadının öyküsüne 90’ların toplumsal belleğinin içinden bakıyor.
Günümüz İstanbul’undan İkinci Dünya Savaşı yıllarının Sovyetler’ine uzanan Dünyasızlar, modern bir Harut ile Marut hikâyesi.
Butimar ve Uzakların Şarkısı romanlarıyla on binlerce okura ulaşan ödüllü yazar Kaan Murat Yanık, yolu edebiyat ve sanattan, Stalin ve Hitler’den, Bakü ve Leningrad’dan geçen bir hikâye anlatıyor.
Dünyasızlar… Sürükleyici bir macera, akıldan çıkmayacak sarsıcı bir aşk masalı. Sırlarını kuyuya fısıldayanlara, yıldızını aramaktan vazgeçmeyenlere…
İÇİNDEN ÇIKAMAYACAKSINIZ!
“Kimse sizi dinlemiyorsa yapacağınız en doğal şey çığlık atmaktır,” diyor modern çağın en deli filozofu. Sanatın ne olduğunu ifade etmeye çalışırken bazen bundan istifade de ederiz ya. Ama estetiği işin içine katmadan diyeceğimiz sadece “ah”tır, yüksek sesle de olsa “ah”. O da sanat olmaz. Yazarın işi ah’ı biçime zorlamak diyelim kolayından. Kadir Daniş’in yaptığı da bu. Ama genç romancı ah’ın geldiği iç’i söylesin diye coşturmuyor da, sanki sussun diye gırtlağına basıyor iç’in. Gırtlağına basılan iç de, böyle dile geliyor. Bu yüzden bu denli içeriden, bu denli acıtıcı, bu denli çığlık. Anlattığı şeylere gelince… Pek önemli değil. Bu sıralar, buralarda yaşanan bir şeyler işte.
Güray Süngü
Yazgıları kesişen beş karakterden birinin trajik ölümüyle sonlanan bir hınç öyküsünü merkezine alarak geride kalan dört karakterin kendi hayatlarında benimsedikleri
rollere merceğini doğrultan Dünyanın Güçlü Tarafı, okuru “gerçek hayat” adı verilen yapının hatırlama ve unutuş ile ilişkisi üzerinde düşünmeye çağırıyor: Geçmişe karışan hayat yekpare bir blok mudur, bellek ölümcül oyunlar mı oynar, kişi kendi geçmişini yeniden inşa ederse geleceği de değişebilir mi, yoksa insan yazgısı karşısında büsbütün çaresiz midir?
Dünyanın Güçlü Tarafı, öykü kitaplarıyla (Aslında Cennet de Yok, Toplum Böceği, Iskalı Karnaval) tanıdığımız Kerem Işık’ın edebiyat dışını da edebiyata dahil ettiği bir ilk roman.
Başka Biri Olmanın Romanı dayatmalara, biçimlendirmelere karşı bir Agâh Yılkı duruşudur. Dünyanın insanı şekillendirmesine bir reddiyedir. Ailesizlikten değil. Yokluğun izahı da değil. Hiç olmayanı yokluk örtüsüyle örtmek hiç değil. Bilakis Agâh maskelerin, perdelerin, makyajların ipini pazara çıkarmak için konuşuyordu. Konuştukça yaralanıyor, yaralıyor; fakat farkına varmasa da bir parça sağaltıyordu.
Başka Biri Olmanın Romanı ile Mahmut Coşkun ‘Aile Kavramı’na hiç alışkın olmadığımız bir tavırla dikkat çekiyor.
“Yatır” ve “Sır” adlı psikolojik gerilim kitaplarının yazarı Mehtap Erel’den yeni bir gizemli roman: “Ürperti”
Her şey beklenmedik bir telefon görüşmesiyle başladı. Hattın diğer ucundaki kadın Mehtap’a büyükannesinin kendisiyle görüşmek istediğini söyledi, oysa Mehtap her iki büyükannesini de yıllar önce kaybetmişti. Gerilim romanları yazan bir yazar, yalnız yaşayan bir kadın ve huzurevine yerleşmiş sırlarla dolu yaşlı bir ebenin hayatı bu telefon görüşmesinin ardından iç içe geçer.
Ürperti; gizemli bir hikâyenin içinde yolunu arayanları, şehrin girmek istemediğimiz tehlikeli sokaklarına davet ederken, umulmadık şekilde hayatları iç içe geçen üç kadının ürkütücü hikâyesini anlatıyor. Gerilim ve gizem türündeki bu roman, okuru ilk satırdan son satıra dek diken üstünde tutuyor.
Niye bu kadar istiyordu Delibo’yu bulmayı? Bağıran bir bitkiden hallice yaşayan bir adamla ne yapacaktı ki?
Tol, Har, Merhume gibi unutulmaz romanların yazarı Murat Uyurkulak Delibo’yla İzmir’in sokaklarında dolanıyor ve hem tükenmeyen bir tutkunun hem de hayli kanıksanmış ülke gerçeklerinin izini sürüyor. Bu karnavalesk aşk romanında, akıllı ve duyarlı ama bir o kadar da yaralı ve öfke dolu Yusuf’un kurtulamadığı sevdasını anlatıyor. Beraberinde de hayatlarımızın içine sinip kabuk bağlamış meseleleri eşeliyor; eşitsizliği, haksızlığı, yoksulluğu, kini ve düğüm olmuş aile ilişkilerini gözler önüne seriyor – sakınmadan, lafı uzatmadan ve her zaman olduğu gibi sözünü esirgemeden…
… hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz. Nermin Yıldırım bizleri uzun bir yürüyüşe çıkararak, kendini evinde hissedemeyenlerin, evinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların, hiçbir yere sığınamayanların dünyasına ortak ediyor. Sürprizlerle dolu bu yolu adımlarken, bir yandan bir kere koptuktan sonra artık anakaraya bağlanamayan adacıkların uğultulu sesine kulak veriyor, bir yandan da kendimizi seyrettiğimiz aynaların öbür tarafındakilerle yüzleşiyoruz. Romanlarında okuru aile, toplum ve bellek ekseninde yolculuklara çıkaran Yıldırım, duyarlı sesi, nüktedan ve kıvrak diliyle hafızanın iplerini kâh salıp kâh sararak sımsıkı bir yumak oluştururken, “küçük ve muhteşem hayatlarımız”a bambaşka gözlerle bakmamızı sağlıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın iç dünyasına -her cümlesi okurdan emek bekleyen- çetin bir yolculuk!
“Yaşlanıyordunuz: Tek bir Tanpınar yoktu, kaç kimliğe, kaç kişiliğe bürünmüştünüz! Göz kapaklarınız kurşun gibi ağır, kendinizden saklanıyordunuz.”
Bu romanı hayatla öldürülenlere yazdım.
Bu romanı, burada yazdıklarımı yalnız onların okuyacaklarını biliyorum.
Selim
Ausgang bir tavuskuşu romanı değil, ama tavuskuşu gibi kuyruğunu açmış hayatların romanı; renkli, ahenkli, göz kamaştırıcı ve elbette hüzünlü. İç içe geçmiş hayatların satır aralarından burnumuzun direğini sızlatacak zamanın kendi hikâyesi. Diller, coğrafyalar, inançlar ya da gelenekler…
Hepsi insanın acıyla kesişen anlarından devşirilmiş tatlarıyla okurun bohçasından ‘lavanta çiçeği kokan kederleri’ çıkarmasına vesile oluyor. Zamanların ve mekânların kendi ruhu vardır. O ruhlar insanların gözlerine inen perdede bir gölge oyunu olur. Ausgang insanın kendi gölgesinden ‘çıkış’ının hikâyesi… Okur, her sayfada bir tavuskuşu yumurtasının varlığını hissedecek. Hayatın olağan akışındaki olağanüstüyü…
Tarık Tufan, hatıralarla yüzleşmenin, ilk aşkın ve kendini aramanın evrensel hikâyesini anlatıyor. Kaybolan, yaralı dünyalarda, kırık hayatlarda, saklı hüzünlerde ve İstanbul sokaklarında dolanan bir roman.
Hayatın en çetrefilli meselesi, çözülmesi en zor sırrı, gerçekte kim olduğumuzdur. Çünkü herkes hayatının bir yerinde kaybolur. Bazıları kendisini bulabilmek için önce çok eskiden kaybettiklerini bulmak zorundadır.
Kaybolmanın döngüsüne sıkışmış bir adam ve iki kadın. Kendilerini bulabilmek için çıkışı ararlarken ödeyecekleri bedel gitgide büyüyor.
Kum Tefrikaları, kuytunun, saplanıp kalmanın, kendine gömülmenin, uzaklara düşmenin, öteki bile olamamanın, boşluğun, hevesin, meşgalenin, Doktor Mithat’ın, Murat Hoca’nın, Yurdanur Hala’nın, Şevket Kemal Bey’in, ölülerin, kelimelerin, telgraf tıkırtısının, tozun, rüzgârın, bulutların, bütün o yılların ve de üstümüzden esip geçen diğer şeylerin hikâyesi… Rüzgâr hiç durmadan esiyor sayfaların arasında, her şey bir görünüp bir kayboluyor ya da bir kaybolup bir görünüyor. Yutuyor kenarları, köşeleri, arabaları, evleri kum; yutuyor günleri, takvimleri, atları, uçakları ve de hepsinden mürekkep hayalleri… Bozkıra bakan izbe balkonlar, Boğaz’a açılıyor bir vakit; ölümler umuda, umutlar çaresizliğe benziyor yavaş yavaş. Her kavram değişip dönüşürken, Türkiye’nin son yüz yılında dolanıyor Ömür İklim Demir, kat kat açılan bir romanla çıkıyor karşımıza.
Kocası Ziya’nın tüm endişelerine ragmen detektiflik macerasına kaldığı yerden devam ediyor Yıldız Alatan.
Bu kez gizemli olaylar, seksenli yıllarda, Villa Şakayık adlı bir yazlık sitede yaşanıyor.
Polisiye romanlara düşkün Alatan, usta bir terzi, dört dörtlük bir ev kadını, tatlı bir komşu, iyi bir dost ve eğlenceli bir anneannedir.
En büyük hayali, çözüme kavuşturduğu gizemli olaylarla ilgili yazdıklarının bir gün yayımlanmasıdır.
Türk polisiyesinin usta kalemlerinden
Yaprak Öz’ün, bu yeni macerasında
Yıldız Alatan’la birlikte sırların peşinden gitmeye hazır mısınız?
Bir Yıldız Alatan Macerası’nın ikinci kitabı, Villa Şakayık, tabii ki Oğlak Yayınları’nda.
Bir hikâyeyi zamandan, mekândan, karakterlerden, kısacası alışılageldik bütün kısıtlamalarından arındırırsanız geriye ne kalır?
Yavuz Türk bu zor ve kışkırtıcı meydan okumayı kabul edip, ortaya saf bir roman çıkarıyor. Bu romanda aşina olunan isimler, tanıdık şehirler, takip edilecek günler yer almıyor. Buna karşın, bütün insanlığın binlerce yıldır bildiği kendini “yüceleştirirken” halkını “köleleştirmek” isteyen liderler, sonu gelmeyen bir baskı, sansür ve kaçınılmaz olan direniş, Yüce Lider’e Dair’in her sayfasında hissediliyor.
Bugüne dek şiirleriyle okurun karşısına çıkan Yavuz Türk, bu kez şiirin bütün imkânlarını dahil ettiği ilk romanıyla, hepimizi bütün dünyadan uzak, ancak bütün dünyanın yükünü üzerinde taşıyan bir ada hikâyesine çağırıyor.
LİSTELER ALFABETİK SIRAYA GÖRE DÜZENLENMİŞTİR!