Şimdi böyle anlardan birindeyim çünkü Karton Ev kitabımda yer alan 245 Basamak isimli öyküyle ilgili bu yazıyla karşılaşmayacak olan okurun bilemeyeceği, yazılma sürecini içeren birkaç detaydan bahsedeceğim. Bu yazıyla karşılaşacak olan okurun ise ne kadar ilgisini çeker bilmem ama benim için ilginç bir deneyim olacak.
Basamaklardan bahsedeceğim, bir de bekçiden. Onların hayatıma nasıl girip öyküde yer edindiklerinden. Elbette şu da var, bu öyküyü okumuş ve beğenmiş ve aklında herhangi bir noktasıyla yer etmiş okurlar varsa, öykünün onlardaki yaşayışını, devamını, zihinlerinde oluşan görüntüyü ne yönde değiştirir ya da bunları duymaktan hoşlanılar mı, emin değilim. Elbette bu yazı öyküden bağımsız, hem de onunla var olabilen satırlar içeriyor. Buna karşın öykünün kendisi şu an okuduğunuz yazı olmadan da varlığından yitirmeden kendini sürdürecektir. Büyülendiğimiz fantastik macera filmlerinin kamera arkalarını seyrettiğimizde, uçurumun kenarındaki yürekleri ağza getiren heyecanlı bir sahnenin aslında yeşil bir örtünün önünde çekildiğini ya da ufuk çizgisinden körfeze doğru gelen yüzlerce geminin, büyük sarayların aslında olmadığını ve bilgisayarda üretildiğini anladığımızda hayal kırıklığına uğradığımız bir gerçek. Buna rağmen, aynı filmi tekrar izlediğimde bu bildiklerim bende olumsuz bir yaklaşım oluşturmuyor. Yeşil örtüyü ve bilgisayar efektlerini hatırlamadan aynı büyüye kendimi kaptırabiliyorum. Bu nedenle bu yazının da öyküye, öykünün yarattığı ve okur tarafından sonsuz yönde doldurulabilecek ya da öylece bırakılabilecek boşluğa olumsuz bir etkisinin olacağını sanmıyorum. Kaldı ki, bunu önemseyecek ve dert edinecek bir okurum çıkarsa, üzülmekten ziyade sevinirim.
Şununla başlayabiliriz: 245 Basamak isimli öykümdeki bekçinin inip çıkıp durduğu, çift katlı evlerden oluşmuş büyük siteyi ortadan ikiye bölen basamakların gerçek sayısını hatırlamıyorum. Evim bu basamakların en tepesindeydi ve merdivenle inilen yolun kenarında sürekli alışveriş yaptığımız bir bakkal vardı. Bu nedenle orada oturduğum iki yıl boyunca merdivenleri sayısını bilmediğim kadar çok kez inip çıktım. Basamakları birçok kez saydım, çoğu kez ortalarında karıştırdım, havai düşünceler aklıma doluştu, annemi hatırladım, cebimde olmayan parayı, kız arkadaşımla tartışmamızı, ertesi gün gireceğim fizik sınavını düşündüm, bazen gözüm bir kedinin gerinişine takıldı, okula giden çocukların gürültülü sohbetlerine karıştım, yanımdan yuvarlanıp giden atkestanesini takip ettim, derken adımlarımla sayılar birbirine girdi. Neyse, dönüşte tekrar sayarım dedim her defasında.
Bir de tırmanırken ilk ve son basamağı sayıp saymama tercihi var. Basamağın basamak olması için basılan yerin ardından bir kademe daha yükseleceğinin ya da alçalacağının yani devamının geleceğinin kabulü yatıyor, diyor mantığım. Fakat en son adımı da atıp en üste çıktığımda vardığım yer bir düzlük ve bu haliyle bir basamağı andırmıyor. Aynı durum en alttaki zemin için de geçerli. Bu durumda merdivenden çıkarken adımımı atmadan önce en altta durduğum zemini saymalı mıyım ya da en son ulaştığım zemini? Bu problem çok basit gibi gözükse de uzun süre kafamı meşgul etti. Sonunda sayılması gerekenlerin yere paralel, basılan üst zeminler değil, yere dik açı oluşturan ve bizi bir kademe yukarı ya da aşağı taşıyan yan yüzeyler olduğuna karar verdim. Basamak ancak yükseklik farkı oluşturan bu yanal yüzey var olduğu durumda oluşuyordu ve bu da demek oluyor ki yanal yüzeyler kadar basamak vardır, onları saymak gerek.
Basamak sayısını tam olarak tespit etmek için verdiğim uğraşlar sonucunda bu işten vazgeçtim ve bir süre sonra öyküyü yazmaya karar verdiğimde sayıyı tamamen unutmuştum. Tekrar saymaya asla girişmedim. Merdivenden inme ve çıkma süremi, kısa ve geniş basamak düzensizliklerini de hesaba katarak, basamaklarda zihinsel bir yolculuğa çıktım ve makul bir sayıya ulaşmaya karar verdim. Bulduğum sonuç 245 idi. Benim için pek bir şey ifade etmeyen, ezoterik, batıni ve gizli anlamları olmayan, ebced hesabıyla ulaşılmamış, alelade bir sayı. Gerçek sayıya ulaşmış ve onu yazmış olsaydım da fazladan bir anlam ifade etmeyecekti çünkü öykü nasıl sokaktaki alelade, sıradan, göz önünde olmayan insanların hayat kesitlerini ve ruh durumlarını anlatmayı seviyorsa sayıların da sıradan olanını seviyor. Dahası bu sayı, öykü açısından birçok okurun zihninde bir şifre, arkasında anlamlar aranacak bir mevzu olarak da şekillenmiyor olmalı. Sayının önemlisi, sıradanı olur mu diye düşünebiliriz. Elbette olur. Örneğin bekçinin ve Banu’nun adımladığı bu basamakların sayısı 13, 1451, 100, 66, 1923, 571 gibi sayılar olsaydı, yazarın burada bize kendi anlatısı dışında ya da anlatısını bütünleyecek bir mesaj vermeye çalıştığı fikri belirebilirdi, öyle bir derdi olmasa da. Yine de derdimiz olmayan bir mesajı yanlışlıkla ya da rastlantısal da olsa vermek istemeyiz. Metnin bağlamında kritik öneme sahip, anlatının kendisiyle, durumla, hikâyeyle ilgili olabilecek ya da katkı sağlayabilecek sayılar elbette olabilir. Fakat bahsettiğimiz öyküde sayının anılması bekçinin basamakları sayacak kadar uzun süre, geceler boyunca yalnız başına, benim geçirmediğim kadar uzun zamanı burada geçirmiş olması ve bu merdivenin birçok olayın ve durumun sergilenebileceği uzunlukta olduğunun vurgulanmasıdır. Elbette 245 basamağın öykünün adı olması da bu konunun üzerinde konuşulabilecek öneme sahip olduğunu düşündürüyor. Öykü başlığı, özellikle kısa öykülerde daha da, öykü metnine, anlama ve anlatıya dâhildir. Seçiminde ise bazen birbirinden ayrıştırılamayan karışık zihinsel mekanizmaların ve süreçlerin işlediğini sanıyorum. Bazı öykülerime çok basitçe o an aklıma gelen ilk ismi verdiğimi biliyorum. Bazısında ise metne katkısını da düşünerek başlık aradığım olmuştur. Başlık okurun ilgisini çekme, metne girişte bir anahtar rolü üstlenme yönünde bir işleve sahip olsa da kendi okuma deneyimlerinden bildiğim kadarıyla beğenmediğim öykülerin, sırf başlıkları güzel seçilmiş diye başlığını hatırlamıyorum ya da başlığın seçimi o öyküyü beğenmemi sağlayamıyor. Tam tersi de mümkün, başlığını hatırlamadığım ama çok sevdiğim birçok öykü de var. Bazı öykülerde çok basit tek kelimelik isimlerle karşılaşırız, bazılarındaysa merak uyandırıcı ya da uzun, derinliği olan, ilk bakışta pek bir ipucu vermeyen. Örnek vermek gerekirse Sait Faik’in Semaver ve Alemdağ’da Var Bir Yılan ve Hişt Hişt öykü isimleri arasındaki farkı düşünebiliriz. 245 Basamak’ı öyküye isim olarak vermenin çekiciliği mekân ve atmosferin öyküye yaptığı katkıyı ön plana çıkarmada sağlayacağı işlevsellik ve bunun yanında öykünün bu basamaklardan inip çıkarken ortaya çıkmasının romantikliği olmalı. Çok zorlanmadan seçtiğim öykü isimlerinden biri. Hele ki şu öykü başlığıyla karşılaştırdığımda: “Dede, Oğul, Torun, Yüksek Yerler, Bayramlar ve Yiyecekler Hakkında”.
Bekçi ise bu basamaklarda yürür, her gece, bıkıp usanmadan dolanır. Eskiden olduğu gibi mahallelerde gece bekçileri yok artık. Gerçi son dönemde İstanbul’da, daha çok ahlak bekçiliği gibi bir işlev üstleneceği yönünde kaygılara neden olan, buna benzer bir uygulamaya geçileceği ile ilgili bir haber okumuştum. Öğrencilik hayatımın iki senesini geçirdiğim Yüzüncüyıl semtinde, geceleri yatağıma yattığımda ya da sabaha karşı uykumun arasında duyduğum düdük sesi, çok katlı binamızın hemen altında 245 basamağın iki yanı boyunca uzanan iki katlı, yazlık benzeri evlerin yer aldığı sitenin özel güvenlik görevlisine aitti. Sitenin adı ODTÜ sitesi ya da Ortadoğu Konutları olmalı. Şimdi karşısından ODTÜ arazine hançer gibi saplanan 1071 Malazgirt Bulvarı geçiyor. İnşaat aşamasında dev viyadük ayaklarını gördüğümde karanlık, yağmurlu çamurlu bir gündü, bir daha da yolum düşmedi o tarafa. İşçi bloklarında ve Yüzüncüyıl’da, Çiğdem’de yaşamış olanlar ve ODTÜ’lüler 245 basamağın sonundaki meşhur bakkalın neresi olduğunu da anlamışlardır. Bekçinin düdük sesi bana çocukluğumda Manisa’daki köyümüzde geceleri düdük sesini duyduğum gece bekçisini hatırlatırdı. O gece bekçisinin sokakta yürürken uyuduğum odanın penceresinin demir parmaklıklarına elindeki sopasını tııırrrt diye sürterek geçtiğini de düşünürdüm. Ürkütücüydü. Öyküde şöyle iki cümle geçiyor: “Düdüğüme üfledim birkaç nefes. Çalışıyor bekçi desinler, huzurlu bir kalça hamlesiyle diğer yanlarına dönsünler yataklarındaki mahalleliler; rüyalarının ortasında mırıldansınlar uyku kokan ağızlarıyla, bekçinin düdüğünü de dâhil etsinler düşlerine.” Yazara dair bir iz bulunmak istenirse ben kendimi öyküde bu cümlede huzurlu bir kalça hamlesiyle diğer yanına dönen mahallelilerden biri olarak sayarım. Rüyalarım, kâbuslarım düdük sesiyle bölünüyordu. Her gece bekçi dolaşıyordu. Basamakları adımlıyordu ve düş kuruyor olmalıydı. Bense düşlerime onu da katıyordum.
Gece bekçisiyle tanışmadım. Tanışabilirdim ama bunu istemedim. Görmüşlüğüm, farkına varmadan karşılaştığımız da olmuştur. Yüzünü hatırlamıyorum. Benzer bir durumu şimdi yaşadığım yerdeki pos bıyıklı bir balıkçı ile olan ilişkimizde de yaşıyorum. Bir öykümde o pos bıyıklı balıkçıyı yazdım. Aslında onu yazmadım, kendi balıkçımı yazdım, fakat yazarken pos bıyıklı balıkçıyı düşündüm, onun neler yapabileceğini, neler düşleyip nasıl yaşadığını hayal ettim. Doğrusu bir balıkçıyı yazma fikrini oluşturan pos bıyıklı balıkçı olmuştu. Öyküyü yazarken de şimdi de onunla birkaç kelam etsem de tanışıklığımı ilerletebileceğim durumlardan kaçınıyorum. Yazdığım dönemde şöyle düşünüyordum: Onu tanırsam ve konuşması, hayatı, davranışları kafamdaki hikâyeye uymazsa ne yaparım? Onun hakkında öğreneceklerim mutlaka öyküdeki tipi etkileyecekti ve bu etkinin nasıl sonuç vereceğini bilmiyordum; bunu öğrenmeye kalkışmadım. Bir diğer nedeni ise çevremdeki tanıştığım, konuştuğum insanları genellikle öykü malzemesi olarak görmemem. Bu şekilde düşünerek onlara yaklaştığımda hayatımdaki yerlerinin pratik bir malzemeye dönüşmesi ve bunun samimiyete öldürücü darbeler indirebilme tehlikesi taşıması. Tanışmaktan kaçınmanın en önemli tarafı bilinen gerçeklerin düş gücünü baltalama potansiyeli. Yazmayı planladığım tiple yazarken tanışmak, onu satır satır tanımak ve önceki satırların izin verdiği ölçüde onu aya göndermek, uzun ve acılı bir ölüm yaşatmak, mutlu bir sonla hayatına virgül atmak, bilmediği duygularla onu tanıştırmak ve içindeki kötülüğü iyiliği ortaya çıkarmak bana daha çekici geliyor. Oysa onu tanıyor olsaydım, gerçek yaşamdaki özellikleri, kökeni, geldiği gittiği yön, sözcükleri telaffuz edişi, gülüşü beni birçok özgürlüğümden alıkoyacaktı. Dahası karşımdaki insana haksızlık yapmış olurum diye bir korkum var. Tanıdıklarımın hareketlerinden, tepkilerinden, bir sözünden ya da tanık olduğum bir olaydan elbette yararlanıyorum ama öykü kişilerimin hayatımdaki gerçek insanlar olması, birebir onlara benzemesi beni mutlu eden bir durum değil. Her şeyden öte gerçek insanlar öykü kişilerine dönüştürülürken çok şey kaybetmek zorunda kalırlar ve çok fazla anlam yüklenebilirler. Bu yükün altına onları sokmak ve eksilmelerine izin vermek istemem. Bu nedenle, bir tipi oluştururken esinlendiğim tanıdıklarım olsa da ortaya çıkan karakterin en azından benim kafamda evrenselliği olan, buna rağmen kendi kendine var olabilmiş, herkese benzeyebilecek ama kimseye benzemeyen bir tip olmasını arzularım. O balıkçıdan dünyada çok vardır ve hiç yoktur. Ancak ve ancak öykünün insanıdır ve öykü insanlarına çoğu kez dışarıda rastlarız doğallıkla.
Bu çekincelerle bekçiyle de tanışmadım. Bekçiyi gerçekten tanısaydım, onu 245 basamakta Banu’nun yolunu gözler bir adam haline dönüştüremezdim belki de. Ortaya bambaşka bir öykü çıkardı ama ben bir başkasını değil de 245 Basamak’ı yazmış olmaktan ötürü mutluyum. O, her gece bana düdüğüyle seslenen ve beni kendi öyküsünü yazmam için kışkırtan, düşümdeki bekçiydi, öyle de kalmalıydı. Sadece onun başına Banu adında bir dert verdim, tabii aynı zamanda kendi başıma da bela ettim. Neler yaşayacakları basamakları adımlarken, adım adım gelişti. O semtte 2001-2002 yıllarında yaşadığımı düşünürsem yazılmaya başlandığı günden Karton Ev içinde yayınladığı 2016 yılına kadar, defalarca yazıp bozarak, sonunda bekçiden de onun dertlerinden kurtulalı on yıldan fazla zaman geçmiş. Artık okurun bekçisine dönüştü. Bu nedenle burada yazdıklarımın da hiçbir değeri yok bana kalırsa; bekçi bekçiliğinden Banu Banu’luğundan vazgeçmeyecek. Benim anlattığım bekçiyle, okurun gördüğü bekçi arasında büyük farklar olmalı. Hele ki öykünün son noktasının ardından süren bekçi hikâyesinin herkes için farklı olduğunu düşünürsek. Bu da bekçiye, Banu’ya ve 245 Basamak’a umarım uzun bir yaşam bağışlar.