Birçoğumuz Ahmet Tulgar’ı T24’te ki yazılarından ve öykülerinden yakinen tanırız. Ben bu konuda biraz daha şanslı hissediyorum kendimi; tanışmış kendisinden çok şey öğrenmiş biri olarak. Öğrenmek… Ahmet Tulgar öykülerini ve karakterlerini yaratırken farklı bakış açıları sunması ve kişinin kendi benliğini sorguya çekmesini sağlıyor aslında. Bu bir tür öğrenme veya yenilenme de olabilir. Karşılığını okurun kendi tanımlayacaktır.
Arzunun Serbest Dolaşımı ile birlikte Tulgar, okura şimdiye kadar ertelenmiş, sistemler tarafından kendi kalıplarına alınarak şekil verilmiş arzunun nedenli cesur ve süreğen olduğunu anlatıyor. Bunu yaparken de kahramanları ağzıyla küçük küçük eleştiriler veriyor aslında. Ataerkil sisteme, baskılara, bastırılmalara…
Arzu kelimesine baktığımızda anlam olarak o kadar parlak ve ulaşılmaz geliyor ki insana; bir üst sınıf duygusu olduğu hissine kapılıyor insan. Arzu etmek… İşte tam burada Tulgar yarattığı öykü kahramanlarıyla devreye giriyor ve arzunun aslında üst sınıf bir duygu değil de her bireyin sahip olduğu bir evren olduğunu ve kişinin arzularını yönettiğini anlatıyor. Bunu yaparken de az önce de söylediğim gibi üst sınıf duygu sanısını yıkıyor ve sınıfsal değil de bedensel yaklaşıyor. Böylelikle çok özlemiş olduğumuz o eşitlik düzlemine ulaşabiliyoruz Ahmet Tulgar’ın öykülerinde. Bir bakımdan da sınıflaştırılan ahlak anlayışının çöküşünü izliyoruz.
Bireyin içinde bulunduğu toplumun kendisine yüklediği kimlik rolünün altında arzularıyla yaşadığını, bu arzuları erteleyerek, bastırarak aslında baskıcı sisteme destek olduğunu anımsıyor. Öğreniyor ya da hissediyor. Tüm uygarlıklara baktığımızda aslında bireyin arzusuna karşı bir politika sergilemediklerini ama arzuyu kendi çerçeveleriyle soktukları kalıplarda yaşanmaya ittiklerini görüyoruz. Özellikle cinsellik arzusu sistemlerin korktuğu ve kendi çizgileri dışında yaşanmaması için halkla sürekli çatışma içinde olduğu bir arzu. Kimi sistem bunu din kurumu ile yaparken kimi sistem de bunu ekonomik normuyla yapıyor. Bunu yaparken birey iki kimliğin altında eziliyor. Kişi bir arzulamayı bırakıp sert bir birey rolüne bezeniyor.
Tulgar tüm bu savaşın aslında bireyin ertelediği, bastırdığı arzunun sebebi olduğunu sade, akıcı bir dille öykülerinde okuruna aktarıyor. Aynı şekilde Tulgar arzuyu kimi yerde devrimci göstererek gelişebilen, büyüyen ve yönetilebilen bir duygu olduğunu açıklıyor.
Özellikle son dönemde baskıcı bir şekilde artan ata erkil cehaletin ince ince eleştirisini sert bir tokat gibi vuruyor bireyin yüzüne. Kadının her kesimde değişmeyen rolüne dikkat çekiyor Ahmet Tulgar; bir risk olarak görülmesi, cinsel bir obje olarak tanımlanması… Ve bunun eleştirisini de kahramanları ağzıyla veriyor.
Cinselliğin kadın erkek ilişkisi değil de iki beden ilişkisi olduğunu anlamlandırması da ayrı bir yenileme katıyor okura. Çürümüş duyguları, cesaretle ortaya çıkarı arzusunu koruması gibi. Cesur… Tulgar kahramanlarını cesur bir yapıda yaratıyor aslında biz cesur olarak adlandırıyoruz. Ama farkı her biri arzusunu bulunduğu konumda, bulunduğu yerde istediği gibi yaşaması…
Sınıfı içindeki rolü kavrayamayan Çiğdem’den, Güzelliğini arsuzuyla saklayan Zeliha’ya, ardından aldatmaya, yüzleşmeye…
Ahmet Tulgar’ın kahramanlarını sever misiniz bilemem ama; anlamak ve anlamlandırmak için çabalayacağınızdan eminim…
Kesitler…
Hemen hepimiz küçük burjuva ailelerinin çocuklarıydık. Aramızda tuzu iyice kuru olanlar da vardı. Örgüte adrenalin için ya da ailelerimizin tekdüze hayatına bir isyan olarak, elbette başka başka, kompleks sebeplerle de katılıyor, Marksizmin ikna gücü ve önümüzde açılan kızıl ufkun kamaştırıcı cazibesiyle gözlerimizi karartıyorduk. “Marksizm,” diyorum ama işçi sınıfıyla bir ilişkimiz yoktu. Yıllarca örgütte devrim peşinde helak olup da bir kez bir işçiyle oturup konuşma imkânınız, belki isteğiniz ya da hevesiniz de olmamış olabiliyordu. Şefler işçi sınıfına devrimdeki öncülüğünü teslim ettikleri konuşmalarında bile işçilerden biraz küçümsermiş gibi bahseder, onlara soğuk sandviç ve meyve sulu kumanya taşır gibi siyasi bilinç taşımaktan söz ederlerdi. Bugün baktığımda bana bir çeşit orta sınıf hayırseverliği gibi geliyor onların işçilere bu yaklaşma biçimi. Çiğdem, bunları sonrasında çok daha derinden ve sarsıcı yaşamış olmalı. Şimdi onun ardından böyle düşünüyorum.