Fulya Bayraktar ofis hayatının, insanın ‘kendi gibi’ olmasının önündeki büyük engellerden biri olduğunu vurguluyor ve ‘kadınlık’ dertlerini yine gözler önüne seriyor bu kitabında.
Öyküler iki grupta toplanmış: “Tuhafım Tuhafsın Tuhaf” bölümü sekiz, “Tuhaf Sensin” bölümü ise beş öyküden oluşmakta. Bu on üç öykünün sadece ikisinde ana kahramanlar erkek, biri de eşcinsel.
Öykü kitabının teması olan “tuhaf” sıfatı ile tanımlanan insanların öykülerinin okunacağı bu kitapta anlatılanlar günlük yaşamda sıklıkla karşımıza çıkan insanlar ve durumları belirtiyor. “Tuhaf” sözcüğünü hemen her öyküsünde kullanmış olan yazar, bu sözcük ile “tuhaf” olanın kişiler, olaylar mı, yaşamın kendisi mi olduğunu ustalıkla sorgulatıyor.
Bir odaya doluşmuş memurların karşılıklı masalarda oturup yıllar içinde birbiri hakkında ne şekilde bilgi sahibi oldukları, çalışma hayatını çalışmak dışında başka nasıl tükettiklerini, terfilerin çalışma niteliği ya da niceliği ile değil de ikili ilişkiler ile nasıl gerçekleştiği, bu insanların birbirinin giyimine kadar karışıp nasıl bir mahalle baskısı oluşturdukları Fulya Bayraktarın öykülerindeki satır aralarında gizli. Bu öykü kitabı kitap okuma, kendini keşfetme ve kendi gibi olma derdinde olan devlet memurları ve ofis çalışanları için bu açıdan ayrı bir öneme sahip.
Kitap boyunca değişik tarzlarda yazılmış öyküler ile karşılaşılıyor. İç ses konuşmalarının sık kullanıldığı öyküleri okunur kılan özelliği, yazarın monologlara tam yerinde bir ‘es’ vermesi olmuş.
Öykülere genel bir bakış atılacak olur ise, Ankara’nın griliğini ve memurların Bakanlık’lardan Kızılay’a aktığı öğle saatlerinin hareketliliğini bilenler için “Pelin” karakteri oldukça tanıdık gelecektir. Yaz kış demeden topuklu ayakkabılarının üzerinde serçe gibi seken bu Pelinler’in tek tasası gönüllerine göre bir eş bulup yuvalarını kurmak olsa da herkesten farklı giyimleri ve makyajları yüzünden, konuşma tarzları, saçları ve başka her şeyleri yüzünden en son evlenen ya da hiç evlenemeyenler bu Pelinler değil midir? Evliliğin zorunlu bir yapılanma olmadığı gerçeği henüz devlet dairelerine ulaşmamıştır.
Yazar “Kimse kimse gibi olmak zorunda değildir. Gülmenin hafiflikle suçlandığı bir labirenttir devlet dairesi. Önünde sonunda pes ettirir insanı.” cümlesi ile kasvetli griliğin altını çizerken Pessoa’nın Lizbon’daki ofisinde çektiği sıkıntılı sancının bir benzerini sunmaktadır.
“Her akşam olduğu gibi, şehrin modern hapishanelerini bir anda boşaltacağız. Biraz daha dişimizi sıkarsak, hiç kimseyle takışmadan ve hiçbir açık vermeden günü tamamlayacağız. Büyük şehrin büyük insanları) Çalışmaktan değil, zaman geçirmeye uğraşmaktan yorulan zihinlerimizde kıvrım kıvrım kurtçuklar saklıyken, “Yarın yine mi buraya geleceğiz?” diye gizlice hayıflanacağız.” cümleleri kendi olma yolculuğunun önündeki en büyük engelin iş ortamı ve iş arkadaşları olduğunu hisseden tüm “katip”lerin iç sesidir aslında. Ne var ki sadece bir tanesi böyle yaşamayı “tercih etmemiştir.”
Aynı cinse aşık olanlar da kendine yer bulmuş bu kitapta. Hem eril hem de dişil. Aşkın kendisinin yok sayılamayacağı, toplum baskısına boyun eğmekle bireyselleşmenin kıyısından dönülen, ince sızılı iki öykü ile.
“Vallahi Gerçekti” öyküsü, kurmaca olamayacak kadar gerçek bir dille yazılmış. Zengin oğlan – fakir kız aşkının öyküsü. Yirmi yıl süren bir delilik. Zamanın anlatım sırasında bükülmesi ile büyülü gerçekçilik tarzına güzel bir örnek.
“tuhafamaneden” büyük harfsiz, noktalamasız bir öykü. Yine bir devlet dairesinde, yine iş arkadaşlarının bakışı altında varlığını özgür kılmaya çalışan anlatıcı “ilksözcükleri bitişik yazarım genellikle konuşurken de bitişik söylerim ama dikkat etmez kimse büyük harfleri noktalama işaretlerini pek sevmem beni aralıksız okusunlar ve dinlesinler istiyorum sıradan olamadığım anlaşılır belki böylece kimse kimseyi dinlemiyor kimse kimseyi okumuyor bu memlekette o kadar düşünüp taşınıp çalışmalar yapıyor konuşmalar hazırlıyorum kimsenin umurunda değil onlara yazılarımda ve konuşmalarımda oyunlar yapıyorum ben de oh be” diyerek içinde istediği özgürlüğe kavuşuyor. Bu metin satır araları ile yazında yerini arayan tüm yazarların sesi oluyor.
“Memurun Dolabı” Sahip olunduğu gün ile bırakılmaya karar verildiği gün arasında geçen 41 yıl. Unutulmuş hediyelerle bir kırk yılın özeti. İyi düşünülmüş kurgusu ile okuyucuyu şaşırtmaktan geri kalmıyor.
“Beyaz mendil” öyküsünde amnezi ile karşılaşan karakter, her gün aynı şeyleri yaşamanın insanı amnestik hale getirip getirmediğini düşündürüyor.
‘Bana Öyle Tuhaf Bakma’ kitabı bittiğinde anlattıkları ile akıllarda yeni öykülere yol açıyor. Bunun nedeni biraz da yazarın son cümleleri ile öykü sonlarını açıkta ve okuyucuya bırakması.