Bir evi dört duvar ve çatıdan ibaret görmeyip o soğuk duvarları içindeki eşyayla birlikte insanla bütünleştiren duygunun nedeni nedir acaba?
Şüphesiz insanın ilk yuvası ve hayatla kurduğu ilk bağı annedir. İnsanın ilk yolculuğu, yani yuvadan ilk ayrılığı doğumla başlar. Annesinin nefesiyle yaşam bulan çocuğun duyduğu ilk acı, ciğerlerine hücum eden ve çığlık çığlığa ağlamasına neden olan havanın saldırısıdır, acı dolu bir yolculuk olacağı ilk andan itibaren belli olur. Çocuğun bir bedende başlayan yolculuğu doğumla beraber mekân değiştirir; insanın yuvadan ilk ayrılışı, ilk sürgünüdür bu. Bebek kucağa alınır, yedirilir, içirilir, koruyup kollanır bu yeni mekânda; Sürgün de olsa insanın ikinci yuvası evidir ve önemli olan bundan sonra evle kurduğu ilişkinin güvenli olup olmayacağıdır. Güven ve güvensizlik, çatışma ve sevgi, yokluk ve varlık, yoksunluk ve keder, aşk ve yalnızlık, hayat ve yaşam burada başlar. Dolayısıyla evin korunaklı bir yere dönüşebilmesi, anne ve babanın çabasıyla mümkün olabilir ancak, onlar çocuğuyla evi arasında bir köprü kurup ona orada tehlikesiz bir ortam sağlar. Bunun için de çocuğu psikolojik olarak buna ikna etmeleri gerekir. Anneden kopan bebeğin ilk çatışması burada olur; evde olgunlaşır çocuk, duygular evde kabarıp evde sönümlenir. Bu ilk çatışma çocuğun dış dünyayla ilgili ilk deneyimi sayılır; insanın buradan daha uzağa gidebilmesi, evinin kendisi için korunaklı olduğuna inanmasıyla mümkün olabilir.
“Oidipus çatışması sayesinde tekinsizliğin, bebeklik sırasında kendi gövdesinin bir uzantısı gibi yaşadığı evine, hatta ana kucağına bile içkin olduğunu idrak ettiyse, buluğ çağının dönüşümleri ile yüz yüze kalan genç de kendi gövdesinin bile kendisine yabancı olduğu, olabileceği gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalır. Ruhu korkuların egemenliği altında değilse, korkuyla büzüşmemişse eğer, genç insanın hayatı tanımadığı heyecanların, adını koyamadığı heveslerin hükmü altındadır. Gençlik önünde açılan yol tek değildir. Daha ziyade bütün yollara birden çıkma arzusunun ifadesidir− hep öteye, uzağa, daha okul-aile birliğinin cenderesinden uzağa… Kuşaklar arasındaki, Oidipus kompleksi sırasında bir yetersizlik olarak oraya çıkan fark, şimdi, kaçış mı saldırı mı olduğu her zaman kestirilemeyen bir başkaldırıya dönüşmüştür.”[1]
Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filminde baba ile oğlu arasında bir diyalog geçer; yıllar önce evi terk eden oğul geri döner, hastalanmış ve kısacık bir ömrü kalmıştır. Üstelik eşini, oğlunun doğumunda kaybetmiştir. Babasından oğlu için bir isteği olur: “Ona bir oda ver baba, bir gün giderse dönebileceği bir evi olsun.”
İnsanın dönebileceği güvenli bir evi olunca gitmesi de kolaydır. Çünkü her kaçma eylemi içinde güvenli bir dönüş duygusu barındırır, bu da ev korunaklıyken mümkündür. Yani eve her dönüş güvenli değildir. Bu açıdan gitme, zorla uzaklaştırılma, evden kaçma eylemi romantize edilebilecek bir şey değildir. Dolayısıyla giden, evi terk eden için çok şey söylenebilir. Peki ya kalmaya mecbur bırakılan ama kalırken evinde sürgün hayatı yaşayacak kadar derin bir yalnızlık çeken biri için “ev” imgesinin anlamı nedir?
Mehmet Mahsum Oral’ın Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar’ı bu soruya bir cevap arıyor sanki. Kitap gidilemeyen, kalanın evle bütünleştiği bir yalnızlığın, kaçışı olmayan ve kapana kısılmış bir duygunun anlatısıdır sanki: “Bu kapan, evin içinden dışarıya hep bir merak taşırır. Öyle bir merak ki, rüzgârı, çıkacağı uzun yoldan edecek kadar yerleşik.”[2]
Oral’ın kitabında, evi içindeki nesnelerle birlikte anlatması görüldüğü gibi kapana kısılmış ruh hali nedeniyledir. Şüphesiz Oral için “ev” uzaklaşılabilecek bir şey olsaydı muhtemelen uzak bir imge, belki özlemli bir anlatı, ya da romantik bir serzeniş şeklinde anlatıya dönüşürdü. Fakat ev terk edilmediği için eşyayla birlikte düşünülen ve sürgün edilen birisinin hayatına benzer bir yalnızlık imgesine dönüşür anlatıda. Çünkü ortada ne terk edilebilen bir eşya ne de bu hâliyle kabul edilebilen bir yer vardır. “Taşındığın ev, senden daha çok zaman geçireceği eşyalarla tanışır önce. Bazılarını ilginç bulur, bazılarının konulacağı yerleri garipser ve bunu sana söyleyemediği için eşyayı koymayı düşündüğün yeri daraltır, bazılarını ilk kez görmüştür, bazı yerleri sen boş bırakırsın, bu boşluk, bunaldığı eşyalardan kaçacağı yeri olur evin, bazılarının ne işe yaradığını sen izleyerek anlamaya çalışır. Bazıları artık kullanılmaz ya da çalışmaz, onları atmaz, evin bir kenarına koyarsın, o kenar zamanla evin sarkmaya başlayan göz altı torbaları olur. Onları oradan aldırmak istersen masraf çıkar, aldırmak istersin değişmek istediğini sanırlar.”[3]
Genel olarak edebi metinlerde ya da sinema filmlerinde evini terk eden kişinin hayatının sonuna doğru döndüğünü görürüz. Anlatının tamamı bu açıdan romantize edilmiş, ev terk eden kişi için anılarının toplamı, hayatının anlamı ve illa ki ölmek istenen yer olarak anlatılır. Oral’ın anlatısı ne gidenin ne de dönenin hikâyesidir; onunki gidilemeyen, terk edilemeyen ve yalnızlıkla bütünleşen bir duygunun anlatısıdır.
Pek tabi ki ev imgesi herkes için aynı değildir. Edward Said’in Kış Ruhu eserinde sürgün edilen bir insanın yaşamından bahseder, anlattıkları çarpıcıdır: “Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, zorla açılmış benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.”[4]
Oral’ın anlatısındaki eşyalarla konuşulan yalnızlık hali ile Said’in sürgünün kötürümleştirici ruhunun benzerliği yani yalnızlıkları dikkat çekicidir. Ev, “sürgün” edilen biri için korunaklı dünyanın terk edilmesiyse, kalan ve yalnızlıkla bütünleşen biri için de pekâlâ aynı anlamı taşıyabilir. İki durumda da korunaklı alan terk edilmiştir.
Oral’ın anlatısı gidenin değil, kalanın evi içerden gördüğü bir anlatıdır. Ev terk edildiğinde rengi, nerede olduğu, hatıraları anımsanır, dolayısıyla kaçmak isteyen biri için arkada bırakılan ama illa ki dönülmek istenen bir arzudan başka bir şey değildir. Oysa kalan için uzaklaşılan değil, içten içe mecburen kanıksanan, dört duvar arasında yol alınan bir hakikat olarak durur ev.
Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat isimli denemesinde, “eve dönmenin yolları” alt başlığıyla kaleme aldığı denemesinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı ve Cemil Meriç’in Bu Ülke isimli çalışmasından referansla şu saptamayı yapar: “Eve dönen adamın içinde bir ‘eve dön!’ çağrısı, çağrının içinde bazen gizli bazen apaçık bir ‘ya sev ya terk et!’ buyruğu vardır.”[5]
Said’le, Oral’ın anlatısını yakınlaştıran durumun benzerliği tam da buna benzer bir şeydir, nitekim her iki yalnızlıkta da bu kötürümleştirici duygunun payı büyüktür. Gidenin de kalanın da ortak duygusu, “ya sev ya terk et!” buyruğudur. Oral evi terk eden birini değil, kalanı eşyasıyla anlatmasının nedeni bu buyruktur.
Şöyle yazar: “Bazen herkes bir düzlüğü bozarak ölmeyebiliyor, helikopterden bir nokta atılır içinde dağ geçen uzun bir cümlenin sonuna. Noktanın atıldığı dağ dümdüz olur. Atılan nokta bir meseleyi de bitirebilir. Bazı insanların kuyruklarının olduğuna dair rivayetler uzun yıllar alabilir. Devran değişir, bazı insanların kanatlarının olmadığı hemencecik anlaşılabilir. Atarsın ve anlarsın. Düştüğü dağ dümdüz olur. Hayat devam eder ve nokta atılmadan önce bir dağ olan düzlükte yürürsün. Nefes nefese kalırsın. Bu düzlüğün seni neden bu kadar çok yorduğunu düşünürsün.”[6]
Bu buyruk öyle kesindir ki, anlatıcı için helikopterden atılacak şeyin ne olduğunu gizleyecek kadar korkunçtur. Gidenin de kalanın da yazgısı bu buyruğa bağlıdır.
“Yemek odamızdan bir pencere açıldı. Annem iyice dışarı sarktı, beni Alan’la birlikte ağacın dibinde gördü ve haykırdı: ‘oğlum, sen oyun oynuyorsun, baban öldü!’ bu sözleri sokağa doğru haykırdı, sesini giderek yükselterek bağırmayı sürdürüyordu, onu içeri çekmeye çabaladılar, direniyordu, onu gözden yitirinceye dek haykırışını duydum, uzun bir süre bağırışlarını duydum. Onun bağırışları, Babamın ölümünü, benim içime itti ve o andan beri içimden asla çıkmadı.”[7]
Annenin bağırışları, o trajik ana dair bir imge yaratır Canetti’nin hafızasında; ölümü çağrıştıran ve annenin sesiyle bütünleşen bir ev imgesidir bu. Bir daha silinmeyecek ve yasla özdeş olan bu imge, gerek yazınsal üretimi esnasında gerekse yaşamının olmadık herhangi bir noktasında sürekli karşısına çıkar. Babanın, yaşamındaki ağırlığı yıllar boyu üzerinden atamadığı bir melankoliyi de beraberine getirir. Annenin evin penceresinden haykırdığı şey, gerçekliğin ötesindeki bir yanılsamadır çocuk için. Baba yani ev, bir çocuk için Freud’yen bir bakışla yalnızca gitmek ve dönmek olarak tasavvur edilirken, bir yetişkin için başka bir şeydir; acıyla bütünleşen ev. Bu aynı zamanda annenin, çocuğu evin gidilemeyen, terk edilemeyen yasasına boyun eğmeye çağıran dayatmasıdır.
Canetti’nin gördüğü ev babanın yitimi ve annenin feryadından ibarettir. Oral’ın metninde benzer bir durum vardır: “Mezarlığa bakıyorum.”[8]
Her iki yazar için de ev, terk edilemeyen ama aynı zamanda dönülemeyen bir mezarlık gibidir. Canetti’nin metninde annenin camdan ona haykırması, evi nasıl da korunaksız bir sürgün yerine dönüştürdüğünü göstermek açısından önemlidir. Oral’ın metninde evin bir mezarlığa dönüşmesinin nedeni hem bir sürgün yeri hem de bir yalnızlık anlatısı olmasıdır.
“Evde bir adam, tek kalıyor, uzandığı kanepe batık bir geminin enkazı gibi duruyor, izlediği televizyonda her gün gündemi aynı kalıyor. Balık, akvaryumun camına yüzünü yapıştırıp adama bir şeyler söylüyor, adam söylenenleri duymuyor. Adam, ekrana yüzünü yapıştırıp parlamento kürsüsünde konuşan adamlara bir şeyler söylüyor, balık dışında onu duyan yok.”[9]
Örnekler çoğaltılabilir, nitekim Gassan Kanafani’nin Hayfa’ya Dönüş’ü ev metaforunu en iyi işleyen metinlerden biridir. 1948 ve 1967 yılları arasında yaşanan bazı olayların bir araya getirilmesiyle kaleme alınan metin, bebeklerini bırakıp evini terk etmek zorunda kalan bir çiftin yıllar sonra “turistik” amaçlı dönüşünü anlatır. Hikâyenin odağında evle bütünleşen ve arkalarında bıraktıkları korunaklı bir dünya özlemi vardır.
Sait ve Safiye yıllar önce Hayfa’yı terk etmiş bir karı kocadır, şehirden sürüldüklerinde yanlarına alamadıkları Haldun isminde 5 aylık bir oğulları vardır. İsrail devleti güç kullanarak Arapları Hayfa’dan çıkardığında, Sait çarşıda Safiye evdedir. Sokaklarda şiddetli çatışmalar başladığında, İsrail askerleri Arapları planladıkları gibi sahile doğru adeta süpürür. Safiye kocasının akıbetini anlamak için sokağa çıkar ve beklemeye başlar. Fakat öyle bir insan seline kapılır ki, bir daha geri dönme imkânına sahip olmaz. Sahilde kocası Sait’le karşılaştığında İsrail askerleri onları güç kullanarak bir tekneye bindirip Hayfa’dan uzaklaştırır. Karı koca, oğullarının akıbetini bilmeden yirmi yılını sürgünde, mülteci olarak geçirir. İsrail devleti 1969 yılında “turistik” geziye izin verdiğinde, eski evlerine ziyaret amaçlı bir gezi düzenlemeye karar verir bu karı koca. Yolculuk, duygusal bir atmosferde cereyan eder. Safiye ve Sait sınırdan Hayfa’ya girdiklerinde, yabancı bir ülkede olmanın kederi onları boğar adeta. Bunu eski evlerinin kapısına vardıklarında daha net anlarlar, zira evin değişen zili, değişen kapı ismi ve yıllar önce bıraktıkları bebekleri onlara ait değildir artık. Yani ev, onlar için korunaksız bir yerdir artık. Bebekleri İsrailli bir aile tarafından büyütülüp asker yapılmıştır. Oğullarının anne babasına söyledikleri çarpıcıdır, zira ona göre “ev” ne olursa olsun terk edilmemelidir.
“Hayfa’yı terk etmemeliydiniz. Madem bu mümkün değildi, bedeli ne olursa olsun bir bebeği beşiğinde terk etmemeliydiniz. Bununda mı mümkün olmadığını söylüyorsunuz? Yirmi yıl geçti! Yirmi yıl! Bu kadar zamandır oğlunu geri almak için ne yaptın? Yerinde olsam, sırf bunun için silah kuşanırdım. Bundan daha güçlü bir istek olabilir mi? Hepiniz zayıfsınız! Zayıf! Geçmişe dönüklüğün ve tutukluluğun ağır zincirleriyle bağlısınız! Sakın bana yirmi yılı sağlayarak geçirdiğinizi söylemeyin! Gözyaşları eksik olanı ya da kaybedileni geri getirmez. Gözyaşları mucize yaratmaz! Dünyanın bütün gözyaşları birleşse de, içinde, kayıp çocuklarını arayan bir anne-baba olan küçük bir sandalı taşıyamaz. Demek yirmi yılını ağlayarak geçirdin. Şimdi bana bunu mu söylüyorsun? Senin sersem, kırık dökük silahın bu mu?”[10]
Ev, her yazar için başka bir anlam taşır, kimisi için bir mezar iken, kimisi için yaşamın korunaklı olduğu bir yerdir, kimisi için Canetti’de olduğu gibi ölümü çağrıştırırken, kimisi için Kanafani’de olduğu gibi kesinlikle terk edilmemesi gereken bir yerdir. Ya da Said’te olduğu gibi bir daha dönülemeyecek yuvadır.
Ev, hem insanın ilk sürgün yeridir hem de ikinci yuvasıdır, kulak verene çok şey anlatır; insanın ilk korunma duygusunun olgunlaştığı yer olduğu için sonunda dönülmek istenen bir yerdir aynı zamanda. Her fırtına, her rüzgâr, her kaçış, her varış, her arayış tıpkı Oral’ın anlatısındaki gibi gün sonunda eve teslim olur. Bazıları için dönüş kolayken, bazıları için zor, bazıları için de “ya sev ya terk et!” şartına bağlıdır.
[1] http://defterisk.blogspot.com/2013/11/yuva-ve-yol-uzerine-serbest-cagrsmlar.html
[2] Mehmet masum oral, Ev düşkünü Bazı Rüzgarlar, Everest yayınları, S.
[3] Mehmet masum oral, Ev düşkünü Bazı Rüzgârlar, Everest yayınları, S.19
[4] Edward Said, Kış Ruhu, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, S. 28
[5] Nurdan Gürbilek, Yeni Hayat, Metis Yaynları, S.
[6] Mehmet Mahsum Oral, Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar, Everest Yayınları, S. 57
[7] Elias Canetti, Kurtarılmış Dil, Bir Gençliğin Öyküsü, Çev. Şemsa Yeğin, (İstanbul: Payel Yayınları), S. 79
[8] Mahsum oral, Ev düşkünü Bazı Rüzgârlar, S. 57
[9] a.g.e. S.73
[10] Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S. 198