Adalet Temürtürkan’la, “Çoktandır Söylenmemiş” Öykü Kitabı üzerine söyleştik.
Gül Parlak: Çoktandır Söylenmemiş, göz kamaştırıcı bir ithafla açılıyor, “Benim ay ışığıma…” Söze buradan başlayalım mı?
Adalet Temürtürkan: Ay ışığıyla sohbetlerim çocukluğumda başladı. Edison ve çağdaşlarının icadı aydınlatma sistemleri sayesinde, direklere gerili incecik tellerin içinden geçen elektrik enerjisinin devasa motorları, fabrikaları çalıştırdığını, üretim çarklarını döndürdüğünü, küçük bir düğmeye basınca odaların hatta koca bir şehrin ışıl ışıl olduğunu, güneş gibi, ay gibi aydınlattığını duymamıştım henüz. Güneşin, tepelerin ardına çekildiği saatlerin ardından gelen gece karanlığında evlerin, gaz lambasıyla, hali vakti az daha yerinde olan evlerinse lüks lambasıyla aydınlatıldığı 1960’lı yıllardı. Sokaklar ay ışığına emanetti, geceleyin yıldız kaynıyordu gökte. Değmeyin, laciverdi gökyüzünde göz kırpan yıldızlarla saklambaç oynayan çocukların keyfine, hayal gücüne.
O lambalar söner sönmez pencereme kurulan Ay’ın yüzüne bakarak kurduğum hayallerle başladı benim yazma eylemim. Bütün dileklerimi, şikâyetlerimi, sırlarımı onunla paylaştım. Hayalci bir çocuktum. Ay’ın yüzünde beliren şekillere göre hikâyeler uydururdum. Bazen bebeğini emziren anne, bazen asık suratlı, kara gözlüklü jandarma çavuşu, bazen gezici tiyatro minibüsü, bazen uzaklardaki ağabeyden, abladan mektup getiren postacıyı görürdüm Ay’ın yüzünde. Böyle başladım yazmaya. Kitapsız okuyan, kalemsiz yazan küçük bir hikâye uydurukçusu olurdum ay ışığı karşısında.
Dil, karakter, atmosfer ve mesele bakımından birbirinden çok farklı öyküler vardı sandığımda. Çoktandır Söylenmemiş dosyası için seçtiğim öyküleri kontrol ettiğim sırada fark ettim ki birçok öyküde, dara düşen çocuklara, yetişkinlere can simidi, yoldaş, tanık olmuş ay ışığı. Ay, dolunay, ay ışığı geçen öyküler çoğunlukta. Eh dedim, bozkırın ayaz gecelerinde hayallerimi ve dilimi besleyen, gece fenerim ay ışığına bir selam göndermek şart oldu artık.
Gül Parlak: Öykülerinizde bozkırın neredeyse tüm renklerini yaprak yaprak okuyucunun önüne seriyorsunuz. Ailenin, anne-babanın, eşlerin, çocukların rengini bile hayal ettim okurken. Renge seste eşlik ediyor. Kötülüğün sesi, şefkatin, düşün bile sesi vardı öykülerde. Okura geçen bu kuvvetli geçiş yazarken hissettiklerinizle ilgili olabilir mi?
Adalet Temürtürkan: Çoktandır Söylenmemiş’de yer alan öykülerin çoğunda mekân bozkır. Bozkır’ın çocukları, kadınları, birbirinin yurdu ve kurdu olan memleket insanlarının bin bir yüzü, birbiriyle ve soyka toprakla sevişmesi, didişmesi. İnsanın yaşadığı coğrafyanın iklimi, toprağın ve gökyüzünün rengi, rüzgârın sesi kişiliğine, diline, seslenişine de biçim veriyor kuşkusuz. Karasal iklimin hâkim olduğu bozkırda, yazın sıcağında, kışın kar ayazında kavrulan taşı toprağı gibi serttir insanı. Yağış düşük, sıcaklık farkı yüksek olduğu için toprağın verimi ve çeşitliliği de düşüktür. Toprakla, mevsimle, birbiriyle ve zaten kıt olan kaynağın başındaki otoriteyle mücadele içindeki insanın sesini, sahip olamadıklarının düşünü ve coğrafyadan aldığı rengini öykülerimde görünür ve duyulur kılabildiysem ne mutlu bana.
Bir dönem resim sanatıyla ilgilendim, resim yapmaya çalıştım. Resim yaparken, çizgi, leke, renk ve benekle kompozisyon kuruyoruz, Öykü de bir kompozisyon kurma sanatı, unsurları farklı. Seçtiğimiz sözcüklerden yarattığımız kompozisyona renk, ses, koku, korku, hareket, duygu, kavga, sessizlik, hayatta ve hayalde ne varsa onu yüklüyoruz. Kompozisyonun yapı taşı sözcükleri, bazen birbiriyle seviştirerek, bazen kavgaya tutuşturarak oyuna katıyorum. Sözcüklerden yaratıp, ete kemiğe büründürüp, oyun sahnesine sürdüğüm karakterleri, yeri geliyor renkle, müzikle, ay ve güneşle, rüzgârla oynaştırıyor, yaprakların hışırtısını dinlettiriyor, düş kurduruyor, hazzı ve hüznü birlikte yaşatıyorum. Yeri geliyor, karlı dağların başında, patika yollarda, soğuk, ıslak, öfkeli gece karanlığında dara düşürüyorum. Annesinin başının üstünde inip kalkan, ay ışığında parlayan satırın soğuk ucunu gören çocuğa çığlık attırarak, şiddeti görünür ve duyulur kılıyorum. Öyküyü oluştururken bir sahne kuruyorum hayalimde. Rengi, sesi, kokusu, kaygısı, korkusu, kavgası, sevinci ve hüznüyle canlı, hareketli, renkli bir oyun gibi, sahnede izlenen ve seyircisini içine çeken, sahiden yaşanmış olay gibi öykü yazmayı amaçlıyorum. Radyo tiyatrosu, arkası yarın programları dinleyerek büyüdüm. Belki de o dinlediklerimin etkisi ve katkısıdır sesi ve rengi etkili kullanmamım sebebi.
Gül Parlak: Öykülerde dil, çağlayan misali akıyor. Çağıl çağıl dökülüyor kelimeler. Kana kana içtiğiniz kaynağın başına götürüyorsunuz okuru. Hiç başında durmadığı, soğuk mu sıcak mı bilmediği bir kaynağın başına. Bu tespitime ne dersiniz?
Adalet Temürtürkan: Bu hissi veriyorsa öykülerim sevinç duyarım, teşekkür ederim. Hangi tür olursa olsun metinde dil işçiliğini önemsiyorum. Biçemsiz, takur tukur, kuru bir dille yazılmış, edebi lezzeti olmayan metinleri okumakta zorlanıyorum. Kendime has biçem oluşturmaya çalışıyorum, Yazma anında kelimelerle saklambaç oynuyorum diyebilirim. Öykü zamanı, öykü kişilerinin dâhil olduğu sınıf ve coğrafyayla uyumlu yöresel sözcükleri, ölçüyü kaçırmadan kullanmayı seviyorum. Dilin inceliklerini kullanarak resim çizme ve okuru resmin içine dâhil etme amacındayım yazarken. Başarabiliyor muyum, bilmiyorum. Çünkü yazarken büyülü bir anın içinde buluyorum kendimi. Gerçek andan kopuyor, kafamda kurduğum sahne atmosferinin içine dalıyorum, şenliği, kavgası, savaşı, karanlığı, dağların tepesi, yangın yeri, sel yatağı, düğün halayı, her neyse, nerede geçiyorsa öykü, o yerde, o andayım, yazma zamanımda. Öykü zamanının, öykü kişilerinin içindeyim, onların hissini, gözlerini, beden dilini ve söylemini kullanıyorum. O çağlayan dil benim değil, karakterlerim konuşuyor.
Gül Parlak: Kitapta kadın kahramanların emek ve umut yükünü hissediyoruz. Zor zamanlar da, ağır şartlarda çabalayıp dururken umut etmekten vaz geçmeyen kadınlar… Bu konuda neler söylersiniz?
Adalet Temürtürkan: Ozanın yıllar önce dediği gibi “Nesini söyleyim canım efendim/ gayri düzen tutmaz telimiz bizim/ Arzu- hal eylesem deftere sığmaz/ Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim… Hayat da öyle değil mi? Yoksul toplumun yoksun kadınları hem didinir, hem didişir, umuda tutunarak güç toplar, güzel günlerin hayaliyle hayatta ve ayakta kalır. Öte yandan ele güne karşı aç gezer, tok salınır ki zavallı demesinler, hor görmesinler.
Sosyal ve ekonomik olarak güçlü, eğitimli, bilinçli aileden gelen kadınlar, şansıyla doğar. İyi bir eğitimden, ekonomik varlığından aldığı güç ve cesaretle yola çıkan kadınların, kimsenin desteğine, gölgesine ihtiyacı yoktur. Kendi aklı ve emeğiyle tahtını da bahtını da kurabilir. Bildiği, tercih ettiği yoldan gidebilir, yeni yollar arar, yokuşları zorlar, hep kazanır, bir ya da birkaç şey kaybetse de kalanla hayata devam edebilir, yan gelip yatabilir, kimseye el açmaz, boyun eğmez. Oysa varlıktan ve eğitimden yoksun ve yoksul kadınların çeyiz sandığında emek, umut, itaat et, nasihati yüklüdür. Çile de dâhil olur, yıllar devrildikçe üstüne. Yoksul kesim kadınlarının çilesiz bir hayat özlemi ve umudunun gerçekleşmesi git gide güçleşiyor. Eve kapatılan, erke ve erkeğe hizmet eden, anne ve eş rolü öne çıkarılan “hanımlık,” özendiriliyor. Eve kapan, itaat et, rahat et, söylemiyle çalışma hayatından, kendine ait geliri kullanma gücünden uzak tutulan kadın tipi parlatılıyor. El eline muhtaç kadın, emir almaya, itaat etmeye, çile çekmeye mecbur kalır. Oysa canından, kanından can yaratma gücüne, sabrına sahip kadınlar başka neler yaratmaz. Yüzyıllardır kadına yüklenen öğretilmiş görevler var. “Yuvayı dişi kuş yapar, aileyi ayakta tutar. Kadın annedir, eştir, bacıdır, sevgidir, güldür, fedakârdır, cennet ayaklarının altındadır, falan filan. Oysa bu dünyada cehennemi yaşıyor kadın. Her zorluğa rağmen annelik içgüdüsü, yaşama, yaşatma sevgisi güçlü kadınlar, direnme gücünü umutla besler. Umutsuz insan direnme gücünü yitirir, hayat biter. Umut şart.
Gül Parlak: Kitapta, canımı yakan çocuk gelin öyküleri var. Resim Defteri’nin adsız gelini sırtını gerçek bir yaşantı, yazarın tanıklık ettiği gerçek bir olaya yaslıyor sanki ne dersiniz?
Adalet Temürtürkan: Hangimizin canını yakmıyor ki uykuya, oyuna, sokağa doymadan okuldan alınan, hoyrat gövdelerin altına atılan, umudu söndürülen, sevinçleri çalınan o çocuklara en yakınlarınca yapılan kötülükler. Her gün beterin beterine tanık oluyoruz. Haberleri okumaya, izlemeye dayanamıyor kalbimiz, akılımız almıyor, vicdanımız kanıyor.
Mevsim bahardı, kar suyunun beslediği dereler coşkun, güneş cömert, ipek bir halı gibi yaylanan yeşilin bin bir tonu içindeki bin bir renkli çiçek kokularını bastıran taze ekmek kokusunu takip ettim. Baydığın Dağı eteklerindeki köy evinde, yaşı elliyi geçmiş, altmışa, yetmişe merdiven dayamış kadınlar konuşuyor, şakalaşıyor, türkü söylüyorlardı emek yaparken. Biri hamuru yumak yapıyor, biri ekmek tahtasında açıyor, biri elinden oklavaya, oklavadan eline atarak inceltiyor, biri de sac üstünde aktara döndüre pişiriyordu. İçlerinden birinin şu sözünü hatırladıkça içim sızılar. “On dört yaşıma yeni girmiştim, ciciklerim bile çıkmamıştı daha, ağzı kenef kokan koca adama verdi babam. İki kızımın kaderi bana benzemesin diye dayandım bu yaşıma kadar.” diyen adı bende saklı o kadının yüzündeki kederi, sesindeki isyanı unutmadım.
Bir ahbabımızın, güneydeki yaz evinin bahçesinde sohbet ettiğimiz kadınlardan birinin, çocuklarına karşı sevgisizliğini fark ettim. İstanbul’dan arayan iki oğlunun yanına gelmemesi için mazeret arıyordu. Çocuklarınızı özlemediniz mi? diye sormaz olaydım. “İkisi de babasına benziyor, hiç sevmedim kocamı, yirmi yıl tecavüz etti,” diyen o kadının her kelimesi ve sesi nefret yüklüydü.
Ortaokul ve liseyi Mardin’de okudum. Lise son sınıftaydım, yaz tatili yakındı, hafta sonu, sınavlar bitmiş, haylazlık dönemimiz. Gündüzlü arkadaşlarımızdan birinin köyü Mardin- Kızıltepe arasında, okulumuza yürüme mesafesinde, akrabasının düğününe gelmemizi istedi. Okul idaresinden izin alıp köye gittik. Evin önündeki meydanda, bıyıklı, altın dişli, siyah-beyaz pötikare kefiyeli, eli mendilli erkekler oynuyor zıplıyor, coşuyor, meydan toz duman. Alnı, çenesi mor dövmeli, burnu hızmalı, gözleri sürmeli kadınlar, renkli, parlak, kadife, simli, ipekli yöresel giysileriyle duvar dibinde seyirci; düğün sevinci yoktu buğulu gözlerinde. Etrafı yüksek duvarla çevrili evlerin ağaçsız avlusuna girdik, hoplayan, zıplayan, koşuşturan, birbirinin sırtına binen, güreşen çocuk dolu. Biri var ki diğerlerinden farklı. Ayağında iskarpin, üstünde beyaz gömlek, siyah yelek–pantolon vardı. Damatmış, on üç-on dört yaşlarındaki o çocuk. Üst kata çıkıp gelini görmek istedik. O da çocuktu. İpekli, simli renkli giysiler içinde bez bebek vardı gelinin kınalı elinde. Resim Defteri öyküsü, bunlar ve bunlara benzer insan hikâyelerinin içimde açtığı yaradan kaleme sızdı.
Gül Parlak: Öykülerde, karı-koca, ebeveyn-çocuk ilişkileri göze çarpıyor. En yakındakilere yapılan haksızlıklar, hoyratlıklar ince ince işlenmiş. Aile arasında olur böyle şeyler paravanını aralamışsınız. Bu konuda eski tas eski hamam mı, değişim umudu var mı? Neler söylemek istersiniz?
Adalet Temürtürkan: Kamusal alanda, sokakta, ailede kadına ve çocuğa şiddet, taciz, tecavüz, susturma, hak gaspı devam ediyor. Çocuklar, kadınlar, hayvanlar, göçmenler ve doğa da dâhil hoyratlıktan payını alan canlılara. İletişim teknolojisine paralel hızda değişen, gelişen yazılı-görsel basın ve sosyal medya aracılığıyla daha görünür, duyulur oldu. Ancak İnsanın değişim, dönüşüm, adalet ve vicdan duygusunda olumlu gelişme sağlayamadık. Cahil cesaretinin yükselişe geçtiği, şımartıldığı bir garip zamandan geçiyoruz. Yüzyıllardır kırılamayan, terk edilmeyen gelenekler hükmünü sürdürüyor. Kadına sahip olma, hükmetme, etinden, sütünden, emeğinden faydalanma lüksünü devam ettirmek isteyen geleneksel yapı var kadının birey olma özgürleşme, mücadelesinin karşısında. Kadını, ölesiye, öldüresiye seven, ya benimsin ya toprağınsın, diyen erkek neslini yetiştiren de kadınlar ama dış etkenler daha güçlü. Köylü kalamayan, şehirli olamayanların hâkim olduğu yeni model şehirliye göre, yalnız kadınlar sahiplendirilmeli ki başına bir hâl gelmesin. İllaki bir sahibi olmalı yargısını kadın da içselleştirmiştir ki eşini “sahip” kabul eder. Oysa kadına ve çocuğa en ağır şiddeti, yuva denilen, en güvenli yer kabul edilen ev içindeki “sahipler” uyguluyor. Öte yandan kadın mücadelesi ve dayanışması da olanca baskıya, barbarlığa rağmen durmuyor. Çok karamsar değilim, eğitim düzeyi, ekonomik gücü, dayanışma bilinci yükselen kadınların örgütlü mücadelesi değişimi getirecektir. Yakında diyemeyeceğim ama eninde sonunda.
Gül Parlak: Dokuması zor kimi hâlleri öyküleştirirken, araya bir iki ilmek mizah katarak daha neşeli daha renkli hale getirdiğinizi düşünüyorum. Mizah hayatın içinde olduğu gibi kurguya da nefes aldıran bir unsur değil mi?
Adalet Temürtürkan: Tam da dediğiniz gibi, nefes aldırmak istiyorum. Hüzün damlayan öyküler evreninden çıkıp bir yudum temiz hava aldırmak, yarım ağız gülümsetmek istiyorum. Yaşarken, çalışırken, ağlarken de öyle değil miyiz? Bir ağlarız, bir güleriz biz. Cenaze törenlerinde tanık olduğum kimi görüntü ve sohbetler var ki hatırladıkça gülerim. Mizahla direnmek diyorum buna. Hayat da öyle değil mi? Hep hüzün, hep dram yükü, nereye kadar? Mizah ağırlıklı öyküleri seviyorum, yazıyorum da. Kitaba almadığım öykülerin önemli bir kısmına mizah dili hâkim. Günlük hayatın içinden üstümüze yağan gam yükü çok ağır, altında ezilmemek için güldüren hikâyelere ihtiyaç duyduğumuz gibi kitapları okurken de güldürmek lazım. Gülmek ve güldürmek ömre ömür katar, güzeldir.
Gül Parlak: “Kar kapıya dayandı, camlar yine buz tuttu. Çırılçıplak kavak ağacı ayazda sallandı, sığırcıklar göç etti, karga cin dalında kaldı” Uzakta bir yeri, yabanı, masalsı bir dille anlatıyorsunuz. Anlattığınız yerleri zaman zaman gidip görme şansınız oluyor mu? Yoksa sizin içinde o yerler masal mı oldu?
Adalet Temürtürkan: Uzak dediğiniz o yer çok da uzak değil, Anadolu’nun yüksek rakımlı dağ eteklerinde, şimdi en fazla on-on beş haneli otuz-kırk nüfuslu köyler ki ne okul var ne çocuk sesi. Masal anlatan da yok, dinleyeni de. Televizyonlara, sanal evrene bağımlı, yaşlısı, genci. Çoktandır Söylenmemiş öyküleri hakkında görüşünü paylaşan Şirvan Erciyes’in dediği gibi, “Hızla değişen çağ, yaşam biçimlerini dönüştürürken köy de bundan nasibini aldı. Elli ya da otuz yıl önceki köy de yok artık köylü de.” Ara sıra gittiğim o köyler, eski köy değil, iklim değişti, mevsimler de. Kar kapıya dayanmıyor, susuz kalan dereler coşmuyor, coşamıyor. Telgrafın tellerine kuşlar konmuyor, ama sığırcıklar göç etmekten, karakargalar, çırılçıplak kavakların cin dalına tünemekten vazgeçmiyor.
Bazı öyküler zihnimde dönüp dururken veya yazdıktan sonra kurguladığım olay yerine benzer yerlere gitmek isteği duyuyorum. Olay, yer, dönem ve kişiler hakkında uzun araştırma inceleme, izleme, yan okumalar yapıyorum. Mümkünse öyküde geçen olay yerine gidiyor, insanıyla konuşuyor, taşına, toprağına, evin duvarlarına dokunuyor, dere kenarında oturuyor, yaprakların, rüzgârın sesini dinliyor, havasını soluyorum.
Gül Parlak: Birbirine bağlantılı iki soru sormak istiyorum: İlki, sizi yazma deneyimine götüren itkiler neler? Önce şiirle başlayıp sonra öyküye doğru yol almışsınız. İkincisi, bu yolda ilerlerken ilham aldığınız, diliyle zenginleştiğiniz sizi etkileyen yazarlarınız kimler?
Adalet Temürtürkan: Ortaokul döneminde katıldığım yarışmada, “Yorgun Savaşçı” adlı şiirimi lise kategorisinde değerlendiren secici kurul, birincilik ödülüne değer bulmuş ve dönemin öğretmen okulları dergisinde yayınlanmıştı. Ne kopyasını ne de dergiyi saklamayı akıl edebildim, sadece adı ve iki dizesi kaldı aklımda. Ortaokul ve lise döneminde sınıf gazetesi- okul gazetesi çıkaran ekibin başındaydım. Okul kütüphanemizin zenginliği, öğretmenlerin teşviki şiir ve roman okuma alışkanlığı kazandırdı. Öykü diye bir türden haberim bile yoktu. O ödülün verdiği hazla şiir yazmaya devam ettim. Defter dolusu yazdıklarımı şiir sanıyordum. Edebiyatla arama, üniversite döneminde sayılar, çalışma hayatı döneminde mevzuat hazretleri girdi. Edebiyata ilgim devam etti ama zaman sorunu nedeniyle ilişkim azaldı. Emekli olur olmaz edebiyata daldım. Öyküyle tanışmam geç oldu ama okudukça okudum ve vuruldum. Şiirden öyküye dönüşüm Soma maden faciasından sonra başladı. Acı ve isyan şiire sığmadı.
Kitaba erişim olanağına kavuştuğum yaşlarda büyülendiğim ustalarım, Nazım Hikmet, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Gülten Akın, Yaşar Kemal, Osman Şahin, Sait Faik, Ferit Edgü, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Suat Derviş, Maksim Gorki, Anton Çehov, Gabrıel Garcia Marquez, Nikolay Gogol, Murathan Mungan… Kimler yok ki adını saymadığım ustalarım kitaplığımdan kaş çatıyor, sitem ediyor, unutma bizi, diyorlar ama sıralasam sayfalar yetmez. Her çiçekten bal alan sonra kendi balını yapan arı gibi en çok coğrafyamızın yazarlarından beslendi dilim.
Gül Parlak: Okur, güneşli bereketli düşlerle başlıyor kitaba, öykülere bağlanıyor. Tam sona gelmişken tam kitabı kapatacakken, mutlu muyuz? Mutlu muyum? Soruları çıkageliyor. Öykülerin kitaptaki dizilişine karar verirken hangi hususları gözettiniz?
Adalet Temürtürkan: İhale takvimine uygun gezi, eğlence, konserli hayatını, eşik değer, son fiyat, kar payının konuşulduğu küçük sarayını, “davul dediğin dengi dengine,”diyen babasını sorgulayan şehirli kadın, içinden hem nehir hem tren geçen yeşil kasabaya dönme kararından önce soruyor o soruyu. Kitabın son öyküsü, şehirli kadının kendiyle çelişen yaşamını ve özlemini sorguluyor. İkinci kitabın temasının işareti olarak kabul edilebilir, diyelim mi?
Kitaba girecek öyküleri seçerken tercihim, dram ve mizah öyküsü karmasıydı ve bir uzun, bir kısa öykü şeklinde sıralamaktı. Her iki temanın da eşit ağırlıkta olmasını planlamıştım. Fakat editör ve yayınevinin isteğiyle mizah ağırlıklı bazı öyküleri dosyadan çıkardık.
Gül Parlak: Öykülerin dumanı tüterken sormak isterim, Söz aşçısı yeni hazırlıklara başladı mı?
Adalet Temürtürkan: Öykü çok, her biri beni seç, beni al, diyor ama mizah ağırlıklı öyküler kaynadı, kaynaştı, demini aldı gibi. Bu defa gülümseten öykülerin kitaba hâkim olmasını istiyorum. Son kontrollerini yapmak için zamana ihtiyacım var sadece.
Kozalaklar Kapanırken öyküsünde anne karakterinin dediği gibi “Acıları yazmaktan yorulduk.” Yazık bize. Biz de neşelenmek istiyoruz artık, haksız mıyım?
Gül Parlak: Söyleşiye ayırdığınız zaman ve yanıtlarınız için sonsuz teşekkürler.
Adalet Temürtürkan: Candan, canımın ta içinden teşekkür ederim, dikkatli, özenli okumanız, değerlendirmeniz ve güzelim sorularınız için.