Uzun süre önce kitaplığımdan masama indi, zamanını bekledi. Bir gecede okudum bitti, denilen kitaplardan değil. Her bölümü, her cümlesi üstünde düşündüren, hatırlatan bir roman. Duru dili, kısa cümle yapısı, duygulu anlatımıyla dikkat çekiyor “Ausgang”. Anlam kargaşası yaratan uzun cümlelerle oyalamıyor okuru. Kısa metinlerden oluşan her bölümde düşünmeye, sorgulamaya çağırıyor. Farklı coğrafyaları, dilleri, inançları, ürküttüğümüz güvercinleri, top güllesi düşen sınır köylerini hatırlatıyor.
Dünü, bugünü, coğrafyamızı, tarihimizi, insanın insana ettiklerini hatırlatan ne çok mesele var kitapta. Yurtdışına giden babaların unuttuğu çocuklar, sınır köylerine düşen roketler, patlamaların altüst ettiği hayatlar. Evinden, kaç bin yıldır yurt bildiği toprağından ayrılan, öte yakaya gidenler. Kimsesiz çocuklar, mübadelenin ayırdığı sevgililer. Dilini yitirenler, adı değiştirilenler. Almanya’ya gidip dönmeyen babasını arayan çocuklar. İncinen, yaralanan, sessiz kalmanın acısını ruhunda taşıyanları çıkışa götürecek ışık arayışı Ausgang…
Onnik Efendi’ye benzer yüzleri hatırlıyorum, hangi şehirde yok ki onlar, nereye baksam izleri var. Yaşadığı şehrin en naif, en dürüst, becerikli zanaatkârı, yardımsever, hüzünlü, yalnız ve ürkek güvercinleriydi onlar. Onnik, Sefer, Kirkor, Karin, Magros, Azazur’du adları. Mardin, Diyarbakır, İzmir, İstanbul, Kütahya, Malatya, Divriği ve nice şehrin sokakları, konakları tanıktır. Komşumuzdu onlar. Ayrılık ne yaman şey, göçmen olmak, hasret çekmek… Doğduğu, vatan bildiği topraktan ayrı düşenin yüreği nasıl yanar? Türkülere sormalı. “Benim adım dertli dolap…” “Bir ben vardır benden içeri…” “Derdimi döksem derin dereye…” diyen iki dertli anlatıcı var Ausgang’da, Hami Pazarlı ve Onnik Efendi. Kendiyle, geçmişi ve bugünüyle, hatıraları ve günlükleriyle konuşarak, zamanı bir ileri, bir geri sararak ilerliyor roman. İki dertli anlatıcı dedim ama öyle ağlayıp sızlayan dil kullanmıyor Serkan Türk. Roman karakterleri izliyor, soruyor, sorguluyor, arıyor, hatırlatıyor; bulutların şeklini, rengini, yıldızları, börtü böceği, yaprağı, çiçeği, hayatı, dünyayı, dünü, bugünü ve geleceği düşünüyor, mana arıyorlar.
Hüzün yükünü sırtlayıp Ada’ya giden Hami Pazarlı geçmişine bakıyor. Çıkış ararken hatıraların dolambacına takılıyor. “Hatıra, en bildik kelimelerden. Geçmiş kadar kadim, taşıması oldukça zor bir elmasa benziyor. Bazen sen onu çiziyorsun, bazense o ince bir çizgiyle ayırıyor seni her şeyden. Sen çizdiğinde çok sorun olmuyor da, o senin gövdende kesikler oluşturmaya başladığında bununla baş edemiyorsun.” (S:9) Çocukluk, hudut ötesinden düşen roketle yıkılan duvarlar, çöken evin altında kalan ana babadan kalan anılar eşlik ediyor, Hami Pazarlı’nın yolculuğuna. Sıcak bir yaz gününde arkadaş evinin açık penceresinden gördüğü yüksek beton duvarın arkasını merak ediyor. Yakın zamana kadar o duvarın arkasında yaşayan Onnik Efendi’nin hayatının gizlerinin saklı olduğu defter de dahil oluyor, Hami’nin çıkışı arama yolculuğuna. Onnik Efendi’nin evinde bulunan günlüğünden romana taşınan incinme hallerinin izi, tanığı olduğumuz başka acıları, acımasız hallerimizi hatırlatıyor. Yersiz, yurtsuz, adsız kalanların, yurdundan uzakta bir başına olanlarla acıdaşlık, duygudaşlık bağıyla ilerleyen roman Ausgang. Cacak, Temaşvar, Funchal, Abovyan, Belene Kampı nerede, Mıyasteni Hastalığı, Monofobi nedir, doğduğun yerde azınlık, olduğun yerde gariplik duygusu nasıl olur? Sorular aklımıza çengel atıyor.
Hami Pazarlı Arkeolog, yıllarca toprağı kazımış, yerin altında taşın, kayanın yüzünde eski hayat hikâyelerinin izini sürmüş. Kazılarda izini bulduğu binlerce uygarlığı yaşamış gibi yorgun Hami’nin ruhu. “Konaklamak istediğin gönüller sana kapalı. Kalkmalı, çıkmalı yataktan. O çukurun seni içine çekmesine izin vermemelisin. Buraya neden gelmiştin hatırlamaya çalış. İnsan en büyük kazıyı kendi bünyesinde gerçekleştirmez mi? Buldukça, öğrendikçe, yaşadıkça bir anlama ulaşabileceksin. Şimdi dışarı çık, bahçede oturan insanları dinle. Sorulara geçit ver. Mum olsan yanıp yanıp tükenmen gerekirdi. Yanmadan ışığa ulaşmak mümkün değil, bilirsin. Dilini yitirmişlerin yapması gereken, bir dil bulmak, ona ulaşmaya çabalamak.” (S:46,47) Ruhundaki yara izini silmek için Ada’ya giden Hami Pazarlı geçmişine kazı yapıyor, acıları silmenin yolunu arıyor. Silmek bir yana Ada’da konuştuğu, birlikte yürüdüğü, oturup kalktığı insanlarda, duvarlarda, zeytin ağacının gövdesinde, Onnik Efendi’nin gönlüklerinde benzer acıların izini görüyor. Yurtdışından gelenler, “Yılın birkaç haftasını burada geçirmek için onca yolu geliyoruz. Ölülerimiz onları terk ettiğimizi düşünür, gelmezsek.” (S:48) diyenler… Koparıldığı toprağını, geçmişini, mezardaki ölüsünü yüreğine kazımış, aklından silememişlerin geçmişi ile bugünü arasında sıkışan, bir yere ait olamayan hayatların izini süren, gölgesizlerin iç sesi Ausgang.
Ada günlerinde, Hami Pazarlı ile aralarında geçen konuşmada: “İnsanın gölgesi nereye düşerse biraz da oralı oluyor galiba,” (S:49) diyen Fransız kadını dinlerken kendi gölgesini arayan Hami Pazarlı hep kaçtığına yakalandığını düşünen, mutluluk umudunu kaybetmiş, geçmiş acıların yüküne takıntılı. Kök salmaktan korkan bir dünyalı. Tarih, onun için acılarla yazılı bir şey. Karamsar hislerin girdabında kâh kendini arayan, kâh yok olmayı bekleyen bahtsız.
İki yalnız karakterin biri Ada’da derman arıyor, kendiyle konuşuyor, çocukluğunu, geçmişini deşiyor. Diğeri, yüksek duvarın arkasında yetiştirdiği bitkilerin, çiçeklerin içindeki dünyasına çekilmiş, günlükleriyle konuşan ihtiyar. Çocukluğuna dönemiyor. Çocukluğu var mı Onnik’in?
Onnik Efendi’yi, günlüğüne yazdığı olay, anı, gözlem notlarından tanımaya çalışıyoruz. Küçük bir olay, ses, koku onu geçmişe götürüyor. Televizyonda izlediği, şehirlerin lokantalarını anlatan program, çocukluğunun Beşiktaş Lokantasını, lezzetleri, halasını, büyüklerin kendi aralarında konuştuğu dili hatırlatıyor. Babasının, o dili öğrenmesini niçin istemediğini merak ediyor. Radyodan dinlediği tango, gençliğine götürüyor. “Ellili yılların ortaları olmalı, o zaman kendimi yaşlanmaz hissediyorum, bacaklarım böyle kireçlenmemişti. Gönlüm pır pır ediyordu arada. Benim tatlı alevimle, Harnuş’umla yürüyorduk Beyoğlu’nda. Birbirimize sokulmuş ısınmaya çabalıyorduk. O mu bana sözler veriyor, ben mi ona ömrümü adayacağımı söylüyordum, emin değilim. Gideceğiz, ister Beyrut olsun, ister Abovyan. Yan yana iki göz odada sürdüreceğiz kalan ömrümüzü.” (S:66) Eğlenceli düğün salonu, moda şarkılar, bastıran yağmurla yarım kalan tango anısı bölük pörçük, Onnik’in zihninde. Bunların da usul usul silinip gitmesinden korkuyor.
Başka korkuları da olmuş Onnik’in, günlüklerinden biliyoruz. “Dışarıda, yağmur suları gibi akıp giden kalabalık neler söylüyor öyle? İnanamıyorsun bunca zaman yan yana durduğun o insanların birer canavara, ateş topuna dönüşmesine. Camları, taşlarla sopalarla kırıyorlar… Sağ kalıyorsun ama senin kadar şanslı olmayanların hikâyeleriyle yaşlanıp gideceksin. Yağmayı, tecavüzü, yaralanmaları, tacizleri, cinayetleri ve korkuyu unutman mümkün değil.” (S:69,70) Sevinçler çoktan tüketmiş Onnik Efendi’nin gövdesini. İçinde açılan gedikleri kapatmaya para pulun, malın mülkün yetmeyeceğini düşünüyor. Zevk, sefa, mutluluktan umudunu kesmiş, sevinçler bedenini terk edeli çok olmuş.
Hami’nin çocukluğu, kalabalık evlerde, güven duygusu içinde geçmiş. Aynı damın altında ailesiyle radyo-televizyon seyreden, annesine takvim yaprağı arkasında yazılı manileri okuyan Hami Pazarlı, sınıra yakın olmanın başına getireceğinden habersiz büyüyor. O damın altında huzur bulamayacağını anladığı yaşa geldiğinde, çocukluğunu besleyen bölgeden uzaklaşıyor. Ya sonra, kalbindeki yara, çocukluğu, çiçekli dağlar, yıldızlı geceler, sınır ötesine baktığı pencere, arkadaşıyla katır sırtında yaptığı yolculuklar hep onunla, nereye gitse aklında. Çocukluğunu sırtında taşıyor Hami.
O sınırdan, huzuru kaçmış damdan çok uzakta, bir gökdelen katında olduğu sırada babası arıyor. Bahçe duvarları yerle bir olmuş, gözünün hep baktığı o pencere yok artık. Bir gün sonra, “Evime döneceğim, taş yerinde ağırdır,” diyen annenin ısrarı üzerine dönülen eve düşen iki top güllesiyle yerle bir oluyor Hami’nin geçmişi, çocukluğu, kökleri. İki top güllesinin hayatına düştüğü günlerden bir yıl sonra tekrar köyüne gidiyor Hami. Hayatındaki pek çok şeyi gözden geçiriyor, yerine ne koyacak? Geçmişle hesaplaşmak, başka bir şey bulmak umuduyla çocukluğuna çeviriyor gözlerini. Orada yıldızları göremiyor, uzağı ve zamanı yenemeyeceğini biliyor artık. “Tanrı varsa, yüreğindeki boşluğu doldursun.” (S.116, 117) diye bekliyor. Batı’daki Onnik Efendi’nin kaderine benziyor, Doğu’da doğan Hami’nin kaderi.
Ve… İbrahim geliyor, yaralı bir köpeği sağaltma hikâyesi anlatıyor Onnik Efendi’ye. O köpeği iyileştirdikçe, besledikçe, günahlarının kefaretini ödeyeceğini sanıyor. Gençliğinde heybesine doldurduğu yükünü taşıyamayan İbrahim iki büklüm. Biriktirdiği, kin, nefret, zulüm, talan, utancın pişmanlığını taşıyamıyor. İbrahim, İbrahim’i anlatıyor. Çocukluğu aynı yerde geçen Onnik dinliyor ama yarasını sağaltmıyor. “Bunca zaman sonra ne söylese, eksik, faydasız…” (S:122) diyor. İbrahim, altında ezildiği yükünü önüne yıkıp gidince yüreğine soruyor Onnik Efendi: “Ya sen Onnik Efendi, zamanın hurdası, silebildin mi içindeki ürkünç resimleri?” (S:122) Bir ömür içinde ürkünç resimler taşıyan Onnik’in yarasının acısı, yalnızlığı çöküyor okurun omzuna.
Onnik Efendi, yüksek duvarlarla çevrili evinin bahçesinde annesinin hatırası çiçekleri, hatırladıkça içini yakan acılarıyla gün dolduruyor. Ara sıra, en yakın dostu Sıdıka ile konuşarak yaşlanıyor. Zihnindekiler silinmeye başlıyor, isimler, hatıralar, mekânlar. Onnik Efendi, anılarını yitirmekten korktuğu için mi günlük tuttu? Belki bir gün birinin eline geçeceğini umut ettiği için mi, Sıdıka’dan başka içini açabileceği dostu var mıydı, niçin günlük tutar insan, her yaşın nedeni başka mı? Her soru başka soruya kapı aralıyor okur zihninde.
Hami Pazarlı’nın zihni de karışıyor. Ailesini kaybedince uğradığı sarsıntının ruhunda açtığı yarayı sağaltabilecek mi? Onnik’in izini sürerken yüzleştiği acılarını silkeleyebilecek mi? Fransız turist kadınla Ada’da kurduğu ilişki teni aşıp duygulara kapı açacak mı, hayal mi gerçek mi? Geçmişten bugüne dönecek mi Hami. İstanbul’dan gelen arkadaşı, hüzün duvarı arkasından çekip alabilecek mi, İstanbul’a dönmeye ikna edebilecek mi Hami’yi.
Ausgang’ı besleyen, zenginleştiren yan öykülerde, Serkan Türk’ün, Köpek[1] ve Krampon Kazası[2] öykülerinin izine rastlıyorum, Libya’ya giden ve haber alınamayan babayı bekleyen kadın, çocuklar, ağaca asılan köpek, Almanya’ya giden babasını bekleyen çocuk, başka biçimlerde romana dâhil oluyor. Öte yandan Uzun Ruhlu Bir Cüce[3] şiiri “nasıl hızla yaşlanıyorsun bedenim/ eğilip kalktığımda geçiyor bir mevsim/…” Onnik Efendi’yi hatırlatıyor.
Ausgang’ın diğer kahramanları Sıdıka ve İbrahim’i merak ediyorum. Biri iyiliği, biri kötülüğü temsil ediyor. Bu iki karakteri, Serkan Türk’ün yeni metinlerinde başkahraman olarak görmeyi umuyor ve diliyorum.
[1] Serkan TÜRK- öykü / Uyurgezer Bir Gölge/Yitik Ülke Yayınları
[2] Serkan TÜRK- öykü/ Bak Önümüzde Yeni Bir mevsim// Yitik Ülke Yayınları
[3] Serkan TÜRK- şiir/Uzun Ruhlu Bir Cüce// Yitik Ülke Yayınları.