Dünden koydum kafaya, çıkmalıyım artık diye. Bahanem de var. Sabah saatlerinde beklediğim sütçü öğle vakti geldi. Getirdiği süt de bozuk. Yoğurt tenceresinin dibi göründü, ha bitti ha bitecek, üç beş kaşık var yok. Ekmeksiz olur da süt olmadan yoğurt olmaz ki. Ekmek yoksa yaparım, Un var, maya var, tepsi var, elim kolum sağlam, internette gezen binlerce tarif var, seç beğen yap. Ondan kolay ne var. Gel gör ki yoğurt yapmak için ille de süt gerek. Şimdi kimi sağayım da süt çıkarayım? Benden başka memeli de yok evde. Eyvah, sütüm kuruyalı yarım yüzyıl oldu. Sahi, anne sütünden yoğurt olur mu, deneyen var mı ki? Bak işte, bu da kafama takıldı. Kime söylesem, denese? Süt veren arkadaşım da yok şimdi. Merak edip deneyen bir deli vardır elbet. Yok canım, niçin deli olsun ki, meraklı desem, daha uygun olmaz mı?
Neyse canım, şimdi konumuz bu değil, asıl meseleye döneyim. Tam teçhizat koruyucu malzememi kuşanıp, çıktım, kapıdan, maske, eldiven, dezenfektan, siperlik, kolonya. Merdivenleri nasıl da sevinçle iniyorum. Oysa bir haftadır belim ağrıyordu, onu bile unuttum. İndim bahçeye. Ne hoş kokuyor, bahçe kapısındaki hanımeli, coşturdu bütün içgüdülerimi. Yağmur sonrası açan güneşte ışıldayan çimler, yaprak, çiçek, hepsi, pırıl pırıl. Mis gibi toprak, leylak kokusu, özlemiştim. Ihlamur ağacına yaslandım, bakıverdim etrafa. Güneş ısıtıyor, yel okşuyor, hafiften ırgalıyor saçlarımı, yanağımı, anlımdaki çizgileri, sırtımı, içimdeki gençliği… Bakmayın, anlımdaki çizgilere, boynumdaki buruşuk deriye, gönül tomur tomur, açmaya hazır, filiz dolu. Sormayın, “Bu kaçıncı ?” demeyin. Her mevsim bahar bana. İlkbahar, Yazbahar, Sonbahar, Kış bile bahar, bana, “Akbahar,” derim, ben ona.
Bahçeyi, küçücük, kedi adımlarımla, yavaşça yürüyerek geçtim, zamanı uzatıyor, geriye sarıyorum. Daldan dala, taştan taşa, hoplaya zıplaya, sevgiliyle el ele yasak bahçelerde dolaşıyorum; gözlerim kapalı, ara ara akasya, çam, çınar ağaçlarına yaslanıp, durduğum anlarda. Merdiven inerken ağrıyan dizim, bir uzun hava çekti, “Uslan artık deli gönül…” dedi, derince bir of çekip, hayal penceremden dönüverdim. Yasak bahçeleri, yirmili yaşımın yüzyılında bırakıp, bahçe kapısına yöneldim.
Bahçe dışında iki köpek, havlıyor, biri gri, kırçıl, biri beyaz, aç mı bunlar, mama mı istiyorlar, sevgi mi? İhmal ettik onları, içeri kapanalı. Eldivenli elimle açtım kapıyı, başlarını okşadım, hemen uzanıverdiler, ayaklarımın dibine, sırtüstü. Şımarık şeyler, mama değil, sevilmek istiyor bunlar. Biri doyurmuş olmalı. Ayaklar havada, kıpır kıpırlar. Biraz okşadım karnını, boynunu. Eldivenlerimi değiştirip, büfeye yöneldim. Büfeyi, işleten kirli saçlı, saçaklı Orkun ve pasaklı karısını bile özlemişim. Hal hatır sorduk, sağlıklı günler diledik, birbirimize. Mutluluk dilemedik, sağlık olsun da, mutluluk gelir, nasıl olsa, sağlığın ardı sıra. Yoğurt sütü ve gazetemi alıp, geri döndüm, geldiğim yoldan değil, arka taraftan dolandım siteyi, özgürlük yolumu ve zamanı uzatarak, oyalanarak. Etrafa bakıyorum, sanki ilk defa geçiyorum bu yoldan. Koşu yolu sessiz, kimsesiz. Banklar boş. Köpekler sere serpe uzanmış, çimenlere, toprak yola, caddeye. Her bir yerleri ortada. “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki.” Şairin kulakları çınlar mı? Gökyüzünü maviye boyayan, denizleri diken, cebi delik, cepkeni delik, meteliksiz, dalgacı, garip şairim, gencecik gitmeseydin, sen anlatmalıydın bu günleri…
Girdiğim yolun iki tarafında akasyalar, hafifçe salınıyor, güneşte parlıyor, açmamış daha. Yediveren güller, kıpkırmızı, tomurcuk dolu. Püfür püfür esen rüzgâr… Off ya, bu yol bu kadar güzel miydi, hiç mi bakmadım?
Kaç kere tökezledim, giderken ve dönerken, oysa düz yol, çukuru, çakılı, yokuşu yok. Ayağım takıldı, ikide bir, hem de kendi ayağıma, bahçedeki parke taşına. Merdiven inip çıkmayı bile unutmuşum. Düşe kalka öğreniriz, düzgün yürümeyi, yeniden. Biraz daha uzarsa hapisliğimiz, korkarım, torunlar elimizden tutarak yürütecek bizi. Karşımıza geçip, “Korkma, gel gel, ben buradayım, tökezlersen tutarım,” diyecekler. Göz kulak olma sırası onlara mı geldi, ne çabuk geçti ömür? “Başını döndüren güzel havalardan, içgüdülerini coşturan kokulardan, yirmili yaşlarından çık, artık, çık,” dese de dizlerim, belim, duymazdan geldim, “Geç bunları, geç şimdi, dik dur, doğru yürü,” dedim, omurgama, ayaklarıma…
O soruyu da unutmadım, cevabı aradım. Huyum kötü, asılında kötü değil de sözün gelişi işte. Aklıma takılan soruların peşine düşerim, cevabı bulana dek. Her yere sokarım, elimi, ayağımı, sürtüle sürtüle kırılan burnumu. Merakım yüzünden, başım çokça belaya girse de gençliğim kurudu, huyum kurumadı. Neyse canım, oralara girmeyeyim şimdi, laf lafı, kavga dövüşü, açar, uzar gider, tee eskilere. Asıl meseleye döneyim, “Anne sütünden yoğur yapılır mı?” demiştim, cevabı buldum. Googele arkadaşı aradım, kaç yerden cevap verdi, yazılısı resimlisi, seslisi, türlü türlü tarifi var. Eyvah benden geçti, deneyemem, hormonlarım süt üretmiyor artık. Ahh bir üretseydi, ne yapmazdım ki, aylardır evdeyim, vakitten çok ne var. Güneşe çıkmak da ne iyi geldi, kafam dağıldı.