Bir kitap ki, adıyla çarptı beni, yıllar öncesine götürdü, on üç – on dört yaşlarıma. Yer gök beyazdı. Dalı kolu kar yüklü ağaçları takip ederek yolu bulmaya çalışıyoruz. İkisi çocuk biri genç, üç kişi, tren garına gidiyoruz, yolumuzu kaybetmez, kurda kuşa yem olmazsak. Yolun bir yanı uçurum, aşağısı dere, önümüz yokuş. Sırtımızda tahta bavul, dizimizi aşan kara batıyor, çıkıyor, yol alıyoruz. Gözümü, ara sıra kardan alıp gökyüzüne çeviriyor gün ışığı sarısını arıyorum, yok, mavisi de yok, beyaz, ürküten, korkutan sonsuz beyaz. Gökyüzüne ne olmuş, güneş nereye gitmiş? Cevap ararken duyduğum o ses, çat! tek ses, tek ve yüksek. Az ileriye, önüme düşüp çırpınan bir çift kanat. Kekliği vurdular. Kar üstüne kan düştü, biri soğuk, biri sıcak, iki koku karıştı. Unutamadığım koku, üstüne kan düşen kar kokusu.
O günü yıllar sonra hatırlatan, iliklerime kadar işleyen soğuğu hissettiren kitap: Kar Kokusu. Leyla Serpil’in ikinci öykü kitabı. Önce adıyla, okudukça öykü kişileri ve diliyle çarptı, yıllar ötesine savurdu beni. Yüz sekiz sayfa, yirmi üç öyküden oluşuyor Kar Kokusu.
Leyla Serpil’in, okuru gülümseten mizahla örülü dille kurduğu öykülerinde sesler, inişli çıkışlı. Bazen hoyratça kirletilen denizin sessiz çığlığı, bazen radyoda duyulan türkü, anaların yüzündeki çizgilerde, göz çukurunda saklı ağıt sesi, zulme karşı sanatla direnenlerin sesi. Dağlarda postal altında ezilen kar sesi, bilekten kopmuş kanlı bir el görünce atılamayan, yeri göğü inletemeyen içimizde patlayan ses. Sessizliğin sesi, canlı bomba sesi, gece yarısı çalan telefonun öbür ucundan gelen sarhoş sesi. Kuaför salonunda iç sesler, zulümle özdeş baba sesi, kararsız müşteri sesi. Tek kare fotoğraf çekemeden dönülen gezi sonrasında patlayan öfke sesi. Sessiz mahallenin geçmişinden gelen sesler, gençliğin sesi. Sevdiğinin elinden alınan Naciye’nin, dış seslerle başa çıkamayan iç sesi. Ak güvercinin kızıla döndüğü meydanda göğe ağan çığlık sesi. Can isteyen, kan isteyen, şuursuz erkek kalabalığının sesi. Maraş katliamını hatırlatan kıyımdan kaçan çocuklara umut fısıldayan nehrin sesi.
Leyla Serpil’in, kurmaca ve anlatıyı birbirine eklemleyerek tatlandırdığı öykülerini okurken ne ağlaya ağlaya ölüyor ne de gülmekten kırılıyoruz. Biraz hüzün tazeliyor biraz neşe topluyoruz. Unuttuklarımızı hatırlıyor, iyi ki yaptık, iyi ki gittik, iyi ki söyledik, keşke yapsaydık, keşke söylemeseydim, hallerimizin muhasebesini yapıyoruz satır aralarında. Hayat dersi var Kar Kokusu öykülerinde, parmak sallamadan, ben senin yaşındayken… biz neler gördük… sizin yaşadığınız ne ki, demeden akıp giden öyküler.
Kitabın ilk öyküsü “İskele”de, bir zamanlar atlas çarşaf gibi ırgalanan, altın, yakut, zümrüt gibi parlayan, içi balık kaynayan denizlerimizi talan eden açgözlü neslin, eğlence- tatil keyfi için çevreye saçtığı pisliğe ve gürültü kirliliğine isyanı dile getiriyor. Çöplüğe çevrilen doğanın sessiz çığlığına ses veriyor.
“Fotoğraf” öyküsü, faili bulunamayan ölümlerin olağan hale geldiği günleri hatırlatıyor. Gözaltında intihar, duvardan düşme, camdan, balkondan atlama sonucu öldü denilen gençler için yıllardan beri hüzün tazelediğimiz, öfke bilediğimiz bir kış gününe götürüyor okuru.
“Gece” öyküsü, suratımıza çarpan “ahlak” şamarı.“… Kapı inceden gıcırdadı. Gecenin, sessizliği büyüten, günahları çoğaltan, kuşkuları derinleştiren kara kartal kanatları altında korkulu bekleyişini sürdürürken içi geçmiş. Sıçradı, çıkıverdi içine çekildiği uykunun sıcak koynundan…” Çok azı su yüzüne çıkan, çıktıkça midemizi alt üst eden, öfkeyi kınından çıkaran, ensest kurbanı Meryem’in düştüğü çukuru anlatıyor. Çıkış yolu arıyor, elini uzatıyor, kurtulun bu çukurdan, mecbur değilsiniz, diyor, bütün gemileri yaktırıyor Meryem’e, Meryemlere.
“Tango ” öyküsü bir davet, direnişe davet. Yakın geçmişin kapkara, ağır, kirli havasında kinli, kibirli dillerin, zalimce atılan imzaların bir gecede işsiz, aşsız, evsiz bıraktığı sanatçı ve akademisyenlerin dansıyla büyüleniyoruz. Sanatla direnlerin öyküsü, kaygı, korku, hüzün, umut iç içe.
“Aşk İle” aşk mı bu? dedirten öykü. “Dönüşü yok, yıkacağız bu nizamı, ya değiştireceğiz ya değiştireceğiz, ötesi yok,” diyen Maho ve arkadaşlarının kurban seçtiği Zeyno, gencecik, çocuk, kanı kıpır kıpır, aşk dolu, kulağına fısıldanan sevda sözlerine inanmaya hazır, düşleri, hayalleri var, yaşamaya, aşka, sevdiği “adam”a dairdir hepsi. Zeyno’yu, ölüme göndermek için aklayıp, paklayan, saçını tarayan, kokular süren kadınlar kim, kim kurban ediyor Zeyno’yu, Maho ve arkadaşları mı, kadınlar mı, ne olacak bu kadınların hali? Okur zihnine binlerce soruyla çengel atıyor yazar.
“Gün Işığında” ikinci baharı bekleyenlerin ürkek adımlarının izini süren öykü. Gençliği ve ilk evliliği geride kalmış iki yalnızın karşılaşması, orta yaşın bir ileri, iki geri giden ürkek adımları, yakınlaşma. Kalbe düşen cemre nereye götürecek iki yalnızı, bu filizin ömrü nereye kadar, ikinci bahar olur mu?
“Canon RC 250” öyküsünde, koca parasıyla gezi yarışına giren, o ada senin bu ada benim diyen kadınların dünyasına giriyoruz. İlla ki fotoğraf çektirilecek, dosta düşmana gösterilecek. Cilvesi, işvesi, atarıyla, iğnesi, çuvaldızı mizahıyla evlere şenlik bir gezinin öncesi, sonrasında olanları keyifle anlatıyor yazar, okura da gülmek düşüyor.
Evine, hayatına hâkimiyetini kaybeden kaynananın mutsuz hallerine, gelinin ipleri eline alma mücadelesine, “ Ekmek Kokusu” öyküsünde tanıklık ediyor okur. Gelin- kaynana arasındaki iktidar savaşında huzuru kaçan ev halleri. Vah ki vah, ne büyük dert var bu evde. Savaşı kim kazanacak, kazananı olacak mı bu savaşın, hangi evde, hangi evlilikte yok ki iktidar savaşı?
“İğde Ağacı” öyküsü, gün görmüş, günler görmüş yaşlı bir mahallede pencere önünde başlıyor. “Orta sınıf, yeni evli, bürokrat, akademisyen, sanatçı ailelerin borç-harç birer daire alıp yerleştikleri, çocuklar doğurup büyüttükleri, evlendirip yeni yuvalara yolladıkları, emekli olup torun büyüttükleri ve sonunda yapayalnız kaldıkları…” Anılarla yaşayanların hatırladığı geçmiş, o anılar ki hayali cihan değer. Bir yaşlının, mahallenin geçmişi ve bugünüyle, kedisi, köpeği, kuşlarıyla konuşarak geçirdiği gündökümü. “Eski apartmanlar yıkılıp yerine yenileri yapılıyor. Rezidans diyorlar havalı havalı, bildiğimiz apartman oysa. Bu mahallenin yaşlı insanları alıştıkları evlerinde yaşayıp ölmek istiyorlar, oradan oraya sürüklenmek istemiyorlar. Ne daha lüks bir dairede ne de parada pulda gözleri var artık…” Kentsel dönüşüm çılgınlığına karşı direnebilecek mi mahalle?
“Bir Yılbaşı Gecesi” yeni yıla giriş öyküsü. Yeni yıla girerken, yeni bir başlangıç yapmalı, umut tazelemeli, iyilik, sağlık, güzellik beklemeli, bu yılı da devirdik şükür, demli. Gidene güle güle, gelene hoş geldin demek, gideni de geleni de mutlu etmek için değil midir yılın son günü? Uğurlayanı, karşılayanı çoksa, sofrası doluysa, konuklar neşeliyse elden ele, gözden göze, yürekten yüreğe geçerek çoğalmaz mı umutlar? Yaşama sevincini, heyecanını yitirmeyen, kırmızı donla yeni yıla girmeye hazırlanan kadın, gülümsetiyor.
“Telefon” gece yarısı çalıyorsa eyvah, geceyi berbat eder. Düşünsenize, gün geceye varmış, okuyor, film izliyor ya da yatağa girmek üzeresiz, belki de girdiniz. O ses, zııııırt! Akla hücum eden bin bir vesveseyle kaldırılan almacın öbür ucundan, zırıl zırıl ağlayan bir ses, sizi çağırıyor, yardım istiyor ve sarhoş. Ne yapmalı? Kendine, güzelliğine ve bir erkeğe âşık kadının, terk edildiğinde düştüğü ruh halinin, dibe vuruş anının sesli öyküsü, Telefon.
“Not” öyküsünün kahramanı diplomat eşi, olgun ve güzel, varlığı yerinde. Yediğini, yemediğini es geçin. Dolaplara sığmayan giysiler, ipeklisi, abiyesi, döpiyesi, sayısız ayakkabılar ki “ince topuk, kalın topuk, bot, çizme, fantezi, spor.” ve daha neler, porselen, gümüş aksesuarlar, antika tablolar ve üç duvarı kaplayan kütüphane dolusu kitaplar… Hepsini bırakıyor, “Özgürlük yoldaşım, şansım açık olsun.” diyor. Bu kadının derdi ne, nereye gidiyor? Bu da bize dert olsun.
Bazen, bir cümlenin peşine takılır insan aklı. El, ayak, dil tutulur, pır pır eder, tak tak vurur yürek, iki damla yaş oturur göz pınarına. Naciye’nin yaşama sevincini, mutluluk umudunu karartan, gençliğini, gülüşünü solduran o güne götüren cümle, “Kaçtı bulunamadı kaçtı bulunamadı kaçtı bulunamadı…” bayram sofrası kurma anında Naciye’yi can evinden vuruyor. İki can, iki kurban, biri yıllar önce, bir şimdi, İki canın zulümden kaçışını iç içe kurguluyor yazar. Televizyon açık, haber saati, bayram sofrası hazırlayan Naciye’nin kulağına çalan o cümle tekrar ediyor ekranda ve Naciye’nin zihninde. Yıllar önce yediği vurgunu hatırlıyor Naciye, zihni yarılıyor geçmişle an arasında gidip geliyor, zaman bir ileri iki geri sarıyor. Gözü, kulağı bir ekranda bir uzakta, köyde, sokak arasında, kapı eşiğindeki fısıltılarda. “Kaçmış… kaçmış… kaçmış… kim?… dana. naciye. naciye kaçmış. nereye? kocaya. aaa…aaa… tam kesecekken? koca dana… nasıl yani? abovvv kaçmış mı sonunda? bütün şehir peşine düşmüş. bıçağını bilemiş ki kılıçtan keskin. gebertecem lan onu. arıyormuş köşe bucak. yusufla mı kaçmış? heee. vah vaaah. koca danayı tutamamışlar mı? bunca eziyet kaçar tabi kız oh iyi olmuş? yakalanmış mı? kim? dana. yok ne gezer. yazık değil mi güzeller güzeli kız o mahmut ayısına. danasının derdine yanıp duruyormuş adam. nereye kaçmışlar? babası izini sürüyormuş…” Bir cümlenin Naciye’de yarattığı kırılma anını bilinç akışı tekniği ile anlatan yazar,” Kaç Dana Kaç” öyküsünde can kırıklarının acısını hissettiriyor okura. Bir kez daha kahroluyoruz, birbiri üstüne ve üstümüze devrilen zaman içinde değişen bir şey yok. Töreler ve inançlar hükmünü sürdürüyor, zalimin elinde sopa, silah, kılıç, pala, bıçak olmaya, can almaya devam ediyor, diyoruz.
Ak güvercinin, kızıla döndüğü anda olduğun yerde çakılı kalıvermek, adım atamamak, konuşamamak, kimsenin elini tutamamak ve sonrası… Sahiden hikâye mi desem, kızılca kıyametin koptuğu an mı, bilemedim. “Kızıl Güvercin” öyküsü, bir uzun çığlık.
Soruları çoğaltan öykü, “Maske” Bir gün içinde kaç maske değiştirir insanın yüzü, sesi, bakışı? Büyükşehrin merkezinde, yüksek, ihtişamlı, teknolojide sınır tanımaz binalarında yaşıyor ve çalışıyorsanız, yalancı, sahte gülücükler, merhaba canım cicimler, günaydın, iyi akşamlar… Ahh, nerede o eski mahalle, komşuluklar, arkadaşlıklar, ne oldu o hallerimize, nereye gidiyoruz? Lüks içinde yaşıyoruz ama çok yalnızız, mutlu muyuz? Sahi mutluluk nedir?
“Oğul” öyküsünde ateş düştüğü yeri yakıyor, evlerden ırak olsun, dedirten öykü. Ecelsiz ölen canların ardından nasıl tutunuruz hayata, nasıl avunur, nasıl yaşarız? Bu soruların cevabı aranıyor. Acıyı süzüp hayata devam etmeyi başaran analık halleri.
Hep kızlar mı kaçar evden, oğlan çocuğu da kaçar. Şiddete karşı ya direnecek ya kaçacaktır elbet, başka çare yoksa. “Otobüs” baba şiddetinden, usta zulmünden kaçan çırağın, büyükşehre, umuda yolculuk öyküsü.
“Salkım Söğüt Sokağı 6/15” Çatı katında bir ev. Terasında rengârenk çiçekler, biber, domates, maydanoz, nane saksıları. Sazı, sözü, türküleri, dost muhabbeti, herkese açık sofrası şenmiş, yârin yanağından gayri her şey, her lokma paylaşılırmış. O ev ki türküler susmuş, halay durmuş, çiçekler solmuş, can suskun, can paramparça şimdi. Burası, gidip dönemeyenlerin, şen gidip yaslı dönenlerin evi. Okurun ciğerini, yüreğini yakan sessiz çığlık. “Teras öyle kendi başına duradursun, içeride tüm gözeneklere sinmiş, acı, Temmuz’la birlikte kendini kusar kopkoyu. Kristal avizenin top top saçaklarından, duvardaki resimlerin camlarından, çerçevelerinden; halıların saçaklarından, koltukların minderlerinden… Her yerden her şeyden fışkırıp sinsice yayılır. Kapının girişindeki iskemlenin üstüne öylece bırakılıvermiş sazın tellerinden yükselir sessiz bir türkü.” Öykü değil, yanık bir türkü bu, gel de içme şimdi, dedirtiyor.
Leyla Serpil’in kimi öykülerinde ses, kınından çıkmaya hazır öfke, kalkmaya hazır sıkılı yumruk. Öykü kişileri, mızmızlanma ayağa kalk, hayatın içine karış, diyen anne, başımızı omzuna yaslayıp gözyaşı dökebileceğimiz komşu teyze, dizine yatıp huzur bulduğumuz abla, durmayın, gün bu gündür yürüyün, diyen cesur yürek. Öyküler, kâh iç seslerin dış seslere meydan okuduğu isyan yeri, kâh ah-vah çektiği taziye evi.
Leyla Serpil, köydeki, kentteki, her sınıftan, her yaştan insanın, salonda, sokakta, yatakta, dağda, yolda konuştuğu acının, sevincin, kederin, korkunun, isyanın dilini aynı yetkinlikte kullanıyor. Bazı öyküler var ki anlatı tadında, içinde öykü saklı olay, durum, duygu anlatımı. Bazen hüzün damlıyor, bazen umuda göz kırpıyor. Umuda açılan kapıyı hiç kapatmıyor yazar, umut hep var. Kışın sonu bahar, hadi diren, diyor. Direnelim o zaman, baharınız yakın olsun.