Belkıs
-I-
Fellah’ın meyhanesindeyiz. Doktor Ragıp’ın karısı Belkıs ile karşılıklı oturuyoruz. Masanın üzerinde duran ve Belkıs’ın ağzını bile sürmediği dolu bardağa sık sık dalıp düşünüyorum. Belkıs konuşmuyor. Benim konuşmamı istiyor, bakışlarından öyle anlıyorum. Anlatacağım önemli bir konu var, demiştim. Şimdi onu bekliyor. Ne anlatacakmışım ben? Çok, çok önemli bir konu.
“Öyle değil mi Belkıs?” diyorum. Cevap vermiyor. Bulutlu yeşil gözleri uzaklara dalmış. Üsteğmeni mi düşünüyor?
“Onu düşünme,” diyorum, bardağı kafama dikiyorum. “Niye mi? Düşünecek o kadar şey var ki! En azından onu düşünme, kendini düşün. Beni bir de.” Susuyor, kadehi olduğu gibi duruyor. Dursun, dursun bakalım.
“Bak,” diyorum sinirlenerek, “bak ben Fatma’yı düşünüyor muyum? Düşünmüyorum, aklıma bile gelmiyor. Neden? Çünkü babam zorladı beni nişanlanmaya. Yoksa çok mu meraklısıydım ben o yosmanın? Hayır! Uğrunda ölüyor muydum peki? Gene hayır!” Masadaki peyniri elimle göstererek, “Şu nimet çarpsın ilk defa bana isterlerken gördüm onu.”
Kadehe dalıyorum yine. Bardağın içinde durgun, kıpırtısız beyaz renkli içkiye bakarak gülümsüyorum.
“Bardakta durduğu gibi durmuyor, biliyor musun? Biliyorsun elbet. Bilmez misin? Ben de biliyorum. Neyi mi? Her şeyi biliyorum. Bu mahallede dönen dolapları. Limandan memlekete giren bütün kaçak malları. Memurların yediği rüşvetleri. Kölük Ömer denen kasabın kuzu etine neler kattığını. Dur bakalım aklımı karıştırma! Hah, Nebahat var ya, onun kırdığı cevizleri. Müfit’in sırlarını. Müfit mi kim? Çocukluk arkadaşım. Bir de seni. Müfit görmüş, Uray Caddesi’nde. Üsteğmenle.”
Başım dönüyor. Belkıs’a bakıyorum, daldığı yerden çevirmemiş gözlerini. Gülümsüyor. Kızıl saçları sanki durmadan dalgalanıyor.
“Niye yaptın?” diyorum, ses etmiyor. Suçunu anlamış. Suçunu anlamış ama suçlu benmişim gibi davranıyor. Doğru, suçluyum. Ben Fatma ile nişanlanıp içimde ona karşı duyduğum hislere ihanet etmedim mi? Ettim. O da beni kıskandırmak için, burnum sürtsün diye, değerini daha iyi anlayayım diye. Üsteğmenle.
İçiyorum. Boğazım yanıyor.
“Haklısın,” diyorum, “yerden göğe kadar haklısın.”
Müzik sesi geliyor. Fellah bugün erkek şarkıcı çıkarmış sahneye. Herifçioğlu ne içli okuyor:
“Bahçalarda mor meni,
Verem ettin sen beni.”
Belkıs’a bakıyorum, put gibi donup kalmış. Hep aynı yerde gözleri. Neye daldı bu kadar, böylesine kimi hatırladı?
“Niye hiç konuşmuyorsun Belkıs, küs müsün bana? Öyle ya, küsmüştün. Küsmek iyidir bakma, insan sevdiğine küser.” Ellerimi masanın köşesine doğru uzatıyorum, ellerine dokunmak istiyorum. Parmağımdaki yüzüğü görüyorum. “Ah,” diye inliyorum, yüzüğü görmüş. Ondan bu nazı. Aceleyle parmağımdan çıkarıyorum, havaya kaldırıp bakıyorum. Yaptığım şeyi onun da görmesini isteyerek, yüzüğü tekerlek gibi yere yuvarlıyorum. Boşlukta yok olup gidiyor, arkasından el sallıyorum. Güle güle Fatma!
“İşte bak yüzüğü attım. Artık Fatma yok. Hem o hiç olmadı ki! Babam istedi, baş göz edelim seni biriyle, dedi. Amcan kızı Fatma var, edepli ahlaklı kız. Hem bizden. Çekip çevirir seni.” İçime çektiğim derin nefesi efkârlı bir eda ile bırakıyorum.
“Biliyor musun, babam inat adam. Hem inatçı hem cahil. İnsanın halinden anlamıyor. Bir laf edecek olsam, hemen ağzıma tıkıveriyor. Ne diyorlar şimdi? Kuşak savaşı mı? Yok, kuşak çatışması. Aramızda kuşak çatışması var, o beni anlamıyor ben de onu.”
Belkıs gülümsüyor. Bir yerde babamın sözü geçecek de bir insanoğlu buna gülecek öyle mi? Olur şey değil. Ben de o daha çok gülsün diye babamı anlatmaya devam ediyorum.
“Ara Güler’e heves ediyor. Müftü Deresi’nde yüzen çingene çocuklarını, şu Toroslar’a dikilen son Yörük çadırlarını, ta küçük bir kasabayken yapılan Mersin’in eski taş binalarını, tantunicileri, pamuk toplayan köylü kadınları, demiryolu işçilerini, balık tutan aymazları ve daha akla gelmeyecek bir sürü şeyi çekip filmleri boş yere harcıyor.” Bir süre düşünüyorum, gözümün önüne Japonların yaptığı yüksek bina geliyor.
“Kuruçeşme’yi biliyor musun? Bir zamanlar yanında iki üç sıtma ağacından başka hiçbir şeycikler yoktu. Şifa akıtan musluklarına zincirli taslar asılırdı. Hangi bağrı yanık oradan geçmiş de soğuk suyundan içmemiş? Şimdi etrafına bir şehir kurdular. Göbelek gibi binalar bitti çevresinde. Cam gözlü devlerin altında kendi halinde yararsız bir yapıya döndü.”
Bardağımı doldurup devam ediyorum:
“İşte bu Kuruçeşme’nin güney tarafına bir bina dikiliyor, bittiğinde elli iki katlı olacakmış. Bizimki “Gökyüzünde Öğle Yemeği” diye bir fotoğraf görmüş, aklını yitirdi ondan sonra. Durmadan binanın inşaatına gidip ona benzer fotoğraflar çekmeye çalışıyor. Sanat icra edecekmiş. Sana kalmıştı değil mi? Bir sana kalmıştı orada fotoğraf çekmek!”
Aniden duruluyorum.
“Çeksin tabi, çeksin. Karışmam. Bana bulaşmasın da ne yaparsa yapsın.” Bardağı bırakıyorum. “Eskiden ne güzeldi! Üçayaklı alaminüt makinesini alır, bir çınar ağacının altına kara çarşafını gerer, hatıra fotoğrafları çeker, bununla mutlu olurdu.”
Masanın üzerinde duran sigara paketinden bir dal alıyorum. Gömleğimin cebini yokluyorum, bir kibrit olacaktı ama yok. Bugün içmesem de olur, deyip boş veriyorum.
“Süleyman Bey, şu fotoğrafa bir imza atmaz mıydınız?” diye ricada bulunurlar. O vakit senin de burnun uzar:
“Ne demek efendim, istediğiniz her yere imza atarım,” diyerek cevabı yapıştırırsın.
Bu sözün üzerine gözlerimi Belkıs’a çeviriyorum. Kırdığım potun farkında değil. Beni dinlemiyor bile.
“Garson! Garson,” diye bağırıyorum. “Ulan şişe dibi görmüş. Getirsene şu karafakiyi! Şu herife de söyle oynak havalar çalsın. Dur ulan garson, dur. Hanımefendiye de sor bakalım, bir isteğiniz var mı, diye. Çok hödüksün be garson, dünya görmemişsin. Hay ben o Fellah’ın… Nereden buluyor senin gibileri?”
Bir gıygıy sesi geliyor, etrafıma bakınıyorum. Ahaliyi yeni fark ediyorum. Bir kalabalık ki, sanki bütün Mersin buraya inmiş. “Deyyus parayı kırdı bugün,” diyorum. Kalabalığa şöyle bir göz gezdiriyorum.
Abdülaziz Efendi’yi görüyorum. Saçlarını yan taramış, burnunun altındaki ince bıyık esmer yüzüne yakışmış. Kalın ve uzun kaşları, çekik gözlerinin üstünde kanatlarını açmış bir kartal gibi duruyor. Mersin’de bilmem kaç dönüm ölmez ağacı varmış. Onları kestirip portakal diktirmiş. Babamın arkadaşı. Beni tanımış olacak ki göz göze gelince gülümsüyor.
Abdülaziz Efendi’nin arkasında aynı masada toplanmış dört beş kişi var. Hepsinin yüzünü seçebiliyorum. En solda oturan Öğretmen Metin, bugün kravat takmamış. Onu böyle gördüğüm zaman gülesim geliyor. Yanında Ömer Ağa dedikleri adam var. Adını biliyorum sadece, onu da Müfit’ten öğrenmiştim. Ömer Ağa’nın yanında oturan adamın adı Rüstem. Arkasında iki kişi ayakta duruyor. Çocukları olmalı. Bunlardan birisi durmadan sağa bakıyor, tanış birini gördü herhalde. Diğeri sol elini yeleğinin cebine sokmuş, her an içinden bir şey çıkaracak gibi. Sağ kolu ise kardeşinin omzunda. Bana bakıp duruyor, baksın.
Onların hemen yanında Abdullah Bey ve karısı Şefika Hanım’a rastlıyorum. Kadının kucağında küçük bir yavru, belki beş aylık bile değil. Kızıyorum birden. Kalkıp Abdullah’a sorasım geliyor, bu sabinin burada ne işi var, diye. Belkıs, aldırma der gibi gözüme bakıyor.
Onların üst yanında bir kadın, tek başına oturuyor. Üstelik bu yalnızlıktan da hiç şikâyetçi değil. Gözlerini tavana dikmiş, yüzünde hafif bir tebessüm var. Muhtemelen geçmişte yaşadığı güzel bir olayı düşünüyor.
Kadının adı aklıma gelmedi şimdi. Onun yanında fakat biraz aşağı tarafta Ahmet Yüzbaşı var. Kılıcını omzuna atmış, yönünü sağına çevirmiş, sanki bir astına emir verecekmiş gibi sert bakmış, çatık kaşlarının altındaki gök rengi gözleri sanki uzaklarda devam eden bir savaşı izliyor. İhtilalden sonra şu Çukurova’da çok anarşist yakalamış, diyorlar. Aslı astarını bilmiyorum, hem ilgilenmem böyle işlerle.
Başımı yüzbaşıdan öteye çeviriyorum. Kara bir beygirin üstünde, başı kalpaklı sarışın bir adam görüyorum. “Yahu bu Atatürk,” diyorum. Hay Allah o da gelmiş demek. Arkasında yaveri duruyor. “Hoş geldin paşam,” diye bağırıyorum. Paşama da ne yakışıyor at binmek! Ayağa kalkıp önümü ilikliyorum, topuklarımı birbirine vurup asker selamı veriyorum.
Yerime otururken babamın her zaman anlattığı anısı geliyor aklıma. Babam küçük bir çocukken Atatürk Mersin’e gelmiş. Trenden inerken görmüş onu. Gözlerinde şimşekler çakan bir adammış Atatürk.
Gözüm Musa Bey’e çarpıyor. Bir sandalyenin üstünde oturuyor. Kucağında eski bir ıklığ. Toylarda düğünlerde çalar söylermiş. Bugün de söylese ne güzel olur.
Alkış sesleri duyuyorum, sahneye başka biri çıktı anlaşılan. Sırtım dönük olduğu için göremiyorum. Kadının sesi güzel, kendi de güzeldir eminim. Onunla birlikte ben de söylüyorum:
“Bu gece çamlarda kalsak ne olur?”
“İçince insanın sesi de değişiyor,” diyorum.
“Felekten bir gece çalsak ne olur?”
Belkıs konuşmamaya yemin etmiş sanki. “Küsmene, kızmana hak verdim ama uzatmıyor musun?” diye soruyorum. “Evet uzatıyorsun! Yüzüğü gözlerinin önünde attım. Bir bakışına, bir gülüşüne harcadım Fatma’yı. Belki de Fatma için üzülüyorsundur? Üzülme, alışır yokluğuma. İlk zaman zorlanır, sonra unutur bile. İnsanoğlu şu dünyada neye alışmamış?” Ağzıma bir dilim peynir atıyorum.
“Biliyor musun, bu biraz fotoğraf gibi. Yani alışmak. Bir mesel anlatayım mı? Osmanlı zamanında iki Ermeni kardeş, İstanbul’a bir fotoğraf makinesi getirtip Galata’da fotoğrafçılığa başlamış. Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si gün aşırı fotoğraf çektirirken, bizim Müslümanlar ayaklanmış. “Gâvur icadıdır, içinde cin vardır, suret çizdirmek zinhar günahtır,” diyerek kazan kaldırmış ve fotoğrafçı kardeşlerin dükkânlarını başına yıkıp Galata’dan def etmiş. Padişah bunu duymuş, Ermeni kardeşleri çağırtmış, boy boy fotoğraflarını çektirip devlet dairelerine astırmış. Bunun üzerine ilkin “istemezük” diyen ahali akla hayale gelmeyen pozlar verip fotoğraf çektirir olmuş. Öyle ki fotoğraf çektirmek, su içmek, ekmek yemek gibi bir ihtiyaç olup oradan alışkanlığa dönüşmüş.”
Belkıs saçmaladığım hiçbir şeyi dinlemiyor, farkındayım. Gözlerimi kapatıyorum. Aklımda bulanık hatıralar var. Gözümün önüne Müfit’in yüzü gelip duruyor. Bana gülerek bir şeyler anlatıyor. Yerimden kalkıp yakasına yapışıyorum. “Ulan Allahsız uğru, bir gün de iyi bir haber ver,” diye bağırıp yere çalıyorum. Yüzüne hızlı hızlı yumruklar indiriyorum. Gözleri morarıyor hemen, kaşı patlıyor. Ellerim kan içinde kalıyor. O an kendime gelip Müfit’i bırakıyorum. Hiçbir şey demeden, yüzüme bile bakmadan çıkıp gidiyor. Çıkarken yüzündeki ifadeyi görüyorum. Bana sevmediğim birini hatırlatıyor.
Biri bana bakıyormuş gibi sanki. İnsan gözü kapalı olsa da anlarmış birinin ona baktığını. Gözlerimi açıyorum.
Farkında olmadan yüzümü ona dönmüşüm, tam karşımda duruyor. Hafız Süleyman. Hem dedem hem adaşım. Onun öldüğü gün doğmuşum. Gözleri kör, tam seksen beş sene karanlıktan başka bir şey görmemiş. Buna dertlenmiş olacak ki, o da içmeye gelmiş. Hafızlar içmez Süleyman Efendi! Doğru, içmez. O zaman beni babama gammazlamaya gelmiştir. Varsın söylesin babama, kirpiksiz kapakların altındaki o bembeyaz göz akları bana bakmasın da ne yapıyorsa yapsın! Sakallarını titretmesin, başından aşağı kayıp duran kara takkesini durmadan düzeltmesin, doksan dokuzluk tespihini şıngırdatmasın, en sevdiği ilahiyi söyleyip durmasın! Böylece ben, Süleyman’dan içeru bir Süleyman olduğunu unutmuş olayım.
Belkıs’ın da onu izlediğini görüyorum. Deminden beri onun o korkunç gözlerine bakıyordu demek. La havle çekip başka yöne dönüyorum. Gözüm şarkıcı kadını arıyor ama ensemde onun beyaz bir mağaraya benzeyen kör gözlerinin varlığını hissediyorum. Bana öfkeyle baktığını biliyorum. Bana layık bir torun olamadın, adımı yok yere lekeledin, der gibi. Senin olsun adın! Yeter ki o gözlerini üzerimden çek, korkuyorum! Babama kaç kez söyledim, onu burada istemiyorum, diye. Evde dursun, dedim. Buradaki varlığı beni rahatsız ediyor.
İşte o büyülü gözleriyle Belkıs’ı da lal etti, susturdu. Zaten başımıza gelen musibetlerin, uğursuzlukların da sebebi o değil mi? Nasıl gelebildi buraya, Fellah içeriye nasıl aldı onu? Bir ölü kalkıp da meyhaneye gelebilir mi? Kör Süleyman gelir, mezar taşını da kara toprağını da kefenini de yüklenir gelir.
Sinirlenmekte haksız mıyım? Değilim tabi. Ama kabahat bende. En başından ortadan kaldırsaydım onu, böyle bir sorunum olmazdı. “Senin de icabına bakacağım,” diyorum. Kapıya doğru dönüyorum. Belkıs süzüle süzüle, beyaz bir pamuk gibi dükkândan içeri giriyor.
-II-
Genç adam açılan kapının sesiyle birlikte yerinden fırladı. Uzun kızıl saçlarını ortadan ikiye ayırmış, saçlarıyla aynı renkte sürdüğü dudak boyası yeşil gözlerinin alevini daha da belirgin hale getirmiş, çiçekli mor bir elbise giymiş orta boylu bir kadındı karşısındaki. İlk başta bir yabancıya bakar gibi baksa da birkaç saniye içinde kadını tanıdı ve şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Önce masasının üzerinde duran boş rakı bardaklarını ve meze tabaklarını hızlıca dükkânın arka kısmında, fotoğrafları banyo ettiği bölüme geçip gelişigüzel yere bıraktı. Üstünü başını düzeltti, hızlı adımlarla tekrar ön bölüme geçti. Duvarda asılı duran fotoğraflara baktı, bu fotoğrafların arasında tahta rafın üstündeki radyoyu kapadı. Böylece saatlerdir çalan müzik sesi kesilmiş oldu. Kafasında bir dinginlik hissetti, arkasını dönerken sendelese de ayakta durmayı başardı ve kızıl saçları ile siyah beyaz fotoğrafların bolca süslediği dükkâna renk katan güzel kadınla göz göze geldi.
Kadın sol bileğinde tuttuğu siyah çantasını sağ eline alırken:
“Kolay gelsin Süleyman Bey,” dedi. “Keyfinizi böldüm, kusura bakmayın.”
“Sağ olun Belkıs Hanım, biraz canım sıkkın. Yine de bu dükkânda olmaması gereken bir durum. Asıl siz kusura bakmayın.” Heyecandan elleri titriyordu, bunu gizlemek için kollarını arkada bağladı, başıyla sandalyeyi göstererek, “Oturmaz mısınız?” dedi.
Belkıs teşekkür edip oturmayacağını söyleyerek ekledi:
“Davut Bey yok mu?”
“Bugün Çocuk Bayramı olduğu için Cumhuriyet Meydanı’na gitti. Çocukların fotoğraflarını çekecekmiş,” dedi. Babası hakkında konuşmak, onu yermek istedi ama vazgeçti. “Gelir birazdan.”
“Bekleyecek vaktim yok. Geçen hafta çektirdiğim vesikalık fotoğrafı almaya gelmiştim. Davut Bey bugün için hazır olacağını söylemişti.”
Süleyman kollarını çözdü, başını kaşıyarak fotoğrafları hatırlamaya çalışır gibi yaptı:
“Ah, evet fotoğraflarınız hazır.” Sanki fotoğraflar oradaymış gibi pantolonun ceplerini yokladı. Acemice hatırlama oyununa devam etti. “Arka taraftaydı, alıp geleyim,” dedi ve tekrar iç bölüme girdi.
Sehpanın üzerinde duran saatler önce altıya böldüğü vesikalık fotoğrafları aldı, saymaya başladı. Tam beş adet. Elini alnına vurdu, altıncısı nerede? Altıncı fotoğraf, masanın üzerinde duran körüklü fotoğraf makinesine dayalı vaziyette duruyordu. Belkıs’ın üzerinde yarattığı tesir sonucu eli ayağı birbirine dolanan Süleyman, saatler boyu bu vesikalık fotoğraf ile konuştuğunu unutmuştu. Vakit kaybetmeden içeri girip onu da beş adet fotoğrafın arasına koymayı düşündü. Dükkânın ön bölümüne girdiğinde fotoğraf Belkıs’ın elindeydi. Genç kadın narin parmakları ile tuttuğu kâğıttan bir hafta önceki kendini izliyordu. Süleyman’ı görünce:
“Birisi buradaymış,” dedi.
Süleyman:
“Babam unutmuş olmalı,” diye geçiştirmeye çalışsa da Belkıs inanmayan gözlerle karşısındaki genç adama baktı. Kendisine doğru uzatılan diğer fotoğrafları da aldı ve çantasına özenle yerleştirdi.
Süleyman, Belkıs’a fotoğrafçı dükkânın boydan boya fotoğraflarla süslenmiş duvarlarını gösterdi.
“Babam sizin de fotoğrafınızı büyütüp asmak istiyordu, o yüzden ayırmış olmalı,” dedi. Belkıs fotoğraflara hızlıca göz gezdirdi:
“Ne hoş olurdu, öyle değil mi?” dedi, kıvançla. Kaşlarını yukarı doğru kaldırıp güzel yüzünü mahzunlaştırdı, “Ama Ragıp böyle bir şeye izin vermez.”
Süleyman hesaba bile katmadığı ağyarının adını duyunca irkildi. Bir de Ragıp denen bela vardı başında. Üsteğmen kolay işti, kısa zaman sonra tayini çıkıp buradan gidecekti ne de olsa. Asıl mesele Ragıp’tı. Onu ortadan kaldırmak gerekti. Süleyman, kadının kusursuz yüzünü inceledi. Böyle bir güzelliği elde etmek için cinayet işleyebilir miydi? Kendine sorduğu bu soru aklını karıştırsa da, aklen de orada olduğunu belli etmek için:
“Ragıp Bey iyi bir doktordur, sağ olsunlar validemle alakadar olmuşlardı,” dedi. Genç kadın bu tümceye gülümseyerek yanıt verdi. Çarşıda uğrayacağı yerler vardı ve vakit kaybetmemek iyi olur, diye düşündü.
“Parayı babanıza peşin ödemiştim. Fotoğrafları çok beğendim, kendisine çok teşekkür ettiğimi iletin lütfen,” dedi ve kapıya doğru yöneldi. Tam bu sırada Süleyman’ın bütün vücudundan bir tedirginliğin korkusu gelip geçti. Kadının dışarı çıkmasını istemiyordu, ona anlatacakları vardı ve acele etmezse kuş kafesten uçacaktı. Saniyeler içinde söyleyeceği ilk sözcüğü düşündü, aklına hiçbir şey gelmedi. Oysa biraz evvel yani masada oturduğu sırada istediği gibi konuşabilirdi. Daha önceden tasarladığı uzun cümleleri, yakarışları, aşk ilanlarını kafasından silip attı ve geriye kalan tek tümceyi güçlükle söyleyebildi.
“Yüzüğü attım.”
Belkıs tutmuş olduğu cam kapının tokmağını bırakıp adama doğru dündü:
“Anlamadım, bir şey mi dediniz?”
“Fatma’dan ayrıldım,” dedi. Belkıs o zaman karşısındaki adamın neden çakırkeyif olduğunu anladı. Demek bu gam masası Fatma denen kız yüzünden kurulmuş, diye içinden geçirdi. Süleyman’a acıdı.
“Sizin adınıza üzüldüm,” dedi. Süleyman kaşlarını çattı, Belkıs’a bir adım yaklaştı. Nedenini bilmediği bir biçimde kendini kandırılmış hissediyordu. Dişlerini sıkarak:
“Yüzüğü neden attım biliyor musun?” diye inledi. Belkıs korkmaya başlamıştı, genç adamın esrik gözlerine bakarak:
“Sakin olun Süleyman Bey,” dedi. Süleyman, kadına doğru bir adım daha attı ve kolundan tutarak kendine doğru çekti. O an istese her şeyi yapabilirdi. Aklından buna dair onlarca senaryo bir film gibi akıp gitti. Dükkânın camekânından dışarıya baktı, yaşlı bir adam sigarasını tüttürerek yürüyordu. Onun yanından hızla bir at arabası geçti. Sürücü çalak atını kırbaçlayıp bağırarak daha hızlı olmasını istiyordu. Kırbaç sesi bir süre, önce sokaklarda sonra Süleyman’ın kulaklarında çınladı. Süleyman bu birkaç saniyelik anda yanında titreyen kadının orada olduğunu unutmuştu. Tekrar göz göze geldiklerinde yüreğinde anlayamadığı bir merhametin varlığını hissetti. Gözlerinden yaşlar dökmeye başladı:
“Seni sevdiğim için,” dedi fısıltıyla. Belkıs genç adamın ağzından çıkan sözcüklere değil, ağır anason kokusuna dikkat etti. Aşkını ilan eden genç adamın gözlerinin içine bu sefer ilençle baktı.
“Sen zil zurna sarhoşsun, bırak kolumu,” diye bağırdı. Böyle bir tepkiyi beklemeyen Süleyman kadının kolunu bıraktı. Pişman olmuş gibi tekrar tutmak istedi ancak özgürlüğüne kavuşan kadın, Süleyman’ın göğsüne iki eliyle vurarak onu dükkânın orta alanına doğru itti.
Süleyman itilmenin etkisi ile önce sendeledi, daha sonra ellerini boşlukta tutacak bir yer aramak için salladı ve bulamayınca sert bir şekilde sırt üstü yere düştü. Uzun bir süre öylece kaldı. Gözlerini kapadı, olduğu yerde sızdı.
Başı zonkluyordu. Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Sahi uyumuş muydu? Bunu düşünmedi. Yerinden doğrulmaya çalışırken yaşananları hatırlamaya çalıştı. Olanlara bir anlam veremiyordu. Sanki her şey bir rüyadan, kötü bir kâbustan ibaret gibiydi. Ah, keşke rüya olsaydı, diye geçirdi. Ellerini tutulan sırtına götürdü, duvarlara baktı. Bütün fotoğraflar gözlerini Süleyman’a dikmiş onu izliyordu. Biri hariç. Hafız Süleyman, yüzünü yola dönmüş, hala Belkıs’ın çıkıp gittiği kapıya ve yola bakıyordu. Bir yandan da bıyık altından Süleyman’a gülüyordu, Süleyman’ın acınası haline. Babasından korkan, aşkına karşılık bulamayan, üstelik onca zaman peşinden koşmasına rağmen başka bir kadını görünce Fatma’yı hemen unutan, bir baltaya sap olamamış da, babasının beğenmediği dükkânına gelip yerleşmiş, aciz, akıl fukarası Süleyman’ın ablak yüzüne bakmaya tenezzül dahi etmiyordu.
Sanki bütün olacakları en başından beri biliyordu ve sırf Süleyman bu hale düşsün diye ona söylememişti.
“Ben,” diyordu Hafız’ın umursamaz tavırları, “ben senin ne şıpsevdi olduğunu bilmez miyim? Daha düne kadar Fatma’yı istesin diye, şu dükkânın içinde babana yalvarmıyor muydun? Belkıs’ı görür görmez unuttun kızcağızı. Belkıs senin gibi sünepeye bakar mı hiç? Ben bakmayacağını da biliyordum. Bu duvarda bana ahbaplık eden arkadaşlarıma söyledim bunu. Süleyman avucunu yalar, dedim. Dediğim de çıktı bak gördün mü? Yala bakalım avucunu benim toy torunum! Sen bu akılsızlıkla Fatma’yı da elinden kaçıracaksın.”
Süleyman duvardaki fotoğraflara baktı. Abdülaziz Efendi’nin, Ömer Ağa’nın, Öğretmen Metin’in, Atatürk’ün, İşportacı Faruk’un, Terzi Hüseyin’in ve daha nicelerinin bakışlarında küçümseyici bir tavır vardı. Hepsi alay ediyordu şimdi onunla. Kim bilir o dükkândan çıktıktan sonra arkasından çekiştirecekler, onun hakkında demedik laf bırakmayacaklar hatta o üzüldü diye Musa Bey ıklığını çalacak bütün fotoğraflar hep birlikte halaya bile duracaktı. Gözleri büyüyerek bir daha baktı fotoğraflara. Bir kıkırtı duyduğunu işitti. Sesin nereden geldiğini biliyordu.
“Sakın bana gülme,” diye tehditkâr bir tümce savurdu ortaya. Kıkırtı yükseldi sesli bir gülüşe bıraktı yerini. Süleyman yumruklarını sıktı:
“Sana gülme diyorum Allah’ın cezası,” diye bağırmaya başladı. O kızdıkça ses yükseliyor, kahkahalar bir türlü durmak bilmiyordu. “Gülme dedim gülme! Anlamıyor musun, gülme diyorum sana!”
Elleriyle kulaklarını kapadı ama nafile. Kahkahalar beyninin içinde patlayıp duruyordu. Daha fazla dayanamadı ve Hafız Süleyman’ın fotoğrafını duvardan aşağı indirdi. Bir süre fotoğrafla bakıştı, ne yapacağına karar veremez halde, fotoğraf elinde dükkânın içinde yürümeye başladı. Dudakları durmadan kıpırdıyor, yürürken aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu.
“Mendebur herif, uğursuz. Her şey senin yüzünden oluyor. Başımdaki basiretsizliğin sebebi sensin. Nasipsiz bereketsiz. Uykularımda bile beni rahat bırakmıyor o kör gözlerin. Seni yok etmeliyim. Evet, yapmalıyım bunu. Senden kurtulmadan bana rahat yok.”
Elleriyle çerçeveyi iyice sıktı, kahkaha sesi vücudunun her yerinde dolanıyordu. Kapıyı hızla açıp sokağa çıktı. Çerçeveyi kaldırdı ve yere çaldı. Üstünde tepinmeye başladı, ses bir türlü susmak bilmiyordu. Kırılmış camın içinden fotoğrafı çıkardı. Saçlarının arasından, kulunçlarından terler fışkırıyordu. Ceplerini bir kere daha yokladı, kibriti buldu. Fotoğrafı ucundan yakmaya başladı.
“Şimdi de gül hadi, gül bakalım. Cayır cayır yanarken de gül öyleyse,” diye kendi kendine konuşuyordu. Fotoğraf tamamen yandı, küçük siyah parçalara dönüştü ve bu parçalar birkaç saniye havada uçuştuktan sonra boşlukta yok olup gitti.
Rahatlamıştı. Tepesinde duran kavurucu güneşe gülümseyerek baktı. Alnındaki terleri sildi, mutlulukla gülümsedi. Omuzlarından büyük bir kalkmış gibi sevindi. Fatma’yı hatırladı.
“Şu yüzüğü bulmalı,” dedi, “sonra da Müfit’in gönlünü almalıyım.”
Güzel bi hikayeyi okumaktan zevk aldım Böyle genç yazarlara ihtiyacımız var başarıların devamını dilerim İNSAN BAŞLI BASTON HİKAYE kitabını tavsiye ederim
Başarılı genç yazarımızı tebrik ediyorum.Severek okudum umarım devam eder
Konu ve bütünlük çok iyi. Olay girişi, akışı, anlatımıyla istenilen atmosferi fazlasıyla vermiş. Hatıratlar ile bağlantılar çok kuvvetli, bağlayıcı bir üslupla okuyucuyu sonuca gitmeye mecbur bırakmış. Gerçekten etkileyici, çok hoşuma gitti. Şimdi bir kahve yapıp tekrar üzerinden geçeceğim, hiç tek nefeslik bir yazın değil çünkü.
Yazarın ilk kitabi olan İnsan Başlı Baston dan sonra heyacan verici bir kitap daha geliyor.Sabirsizlikla yeni kitabini bekliyoruz cok bekletmeyiniz efenim☺
İnsanı içine çeken bir hikaye , okumaktan zevk aldım.
Yazarı tebrik ediyorum.