Mahmut Yıldırım: Sinema Beden adlı eserinizden ve kendinizden kısaca bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
Ahmet Berk Duman: Sinema Beden bir muamma adına kültürel akıl yürütme ya da şifre çözme çabası olarak okunabilir. Bir “ilk” kitap ve başlığında ataçladığı Dövmeli ve Suçlu Antikahramanın Yolculuğu atfıyla sinema literatüründeki bir eksikliğin yarasını kaşıyıp iz bırakmayı hedefliyor. Alametifarikasını bedenimizle ilgili her şeyi bildiğimizi sanıyorsak yanılıyoruz demektir diye sınırlarında tartışıyor. Sinema Beden merkezine koyduğu bu tartışmasında antropolojiden toplumbilime, tarihten felsefeye, psikolojiden filolojiye, edebiyattan sinemaya uzanarak; film çağının görüntülerinde yer alan “huzursuz” bedenin hem toplumsalın hem de bireyselin merkezine konumlanmış örneklerine ve dahi senaryo anatomisinde yıllardır saklı dövmeli bedenlerin kimlik inşâlarına yakın durarak uzun soluklu meselesini anlatmaktadır.
Kitabın yolculuğundan kişisel hikâyemdeki merakın altını çizmeye satırı açtığımızda; zamanı esnetip geriye sararsak Orta Çağ’da Yunan filozofların akıl sağlığının işâreti saydıkları bir çözümlemeden yola çıkıp üç noktanın altını çizdikleri bir yolculuğa açılırız: “İyi düşünmek, iyi söylemek ve iyi yapmak.” Bilginin ve bilgiyi kuşatabilmenin verdiği mutluluğa dair bir sezginin harmonisi bu. Bugünün sınırlarından geniş zamana sayfayı çevirdiğimizde ise hâlâ “Cehennem başkalarıdır.” Nihâyetinde akademik paletimde taşıdığım renkler olan türkoloji ve sinema çerçevesinde yatkınlık kazanan çalışmalarımı Sinema Beden’den hareketle teknolojik kara (future noir/tech noir) film türünde ve nöro-sinema sahasında zenginleştirirken; az okunan fakat çok satan raflardan görüntüler ve imaj’lar çağının içine bilginin huzursuzluğunu bir üretkenlik açısı olarak değerlendiriyorum.
Mahmut Yıldırım: Dan Brown, Kayıp Sembol adlı eserinde: Bir kişinin derisine dövme yaptırması; gücünü ilan etmesi ve tüm dünyaya kendi bedenimin hâkimi benim diye duyurmasıydı, der.
Bir beden değişkesi olarak dövme, sizce insanları mükemmel yapan bir gücün göstergesi midir?
Ahmet Berk Duman: Dövme kültürünün yelpazesi dövmeli bedenlerde saklı aidiyet örüntülerindeki anlam örgüsüne ve bu haritada işâretleyip yakınlık kurduğu sembolik yolculuklara dair derin izler barındırmaktadır. Bedeni deneyimlemenin araçlarıyla açığa çıkan değişkeler özelinde toplumsal ve kültürel normlara bambaşka çerçevelerden yorumlar kazandırılmaktadır. Bedenin sunduğu çoklu bakış açısından hareketle dövme eylemselliğiyle modern kültürde bir çatışma ve ihlâl sahasıdır. Kitlesel olanın moderne temasına âşinâ olmakla beraber sosyal-psikolojik olanın kitleselliği de tanınırlığın bir parçasıdır. İfade kabiliyeti kazandırılmış bir beden, Michel Foucault’un hakimiyet ironisini anıştırdığı satırlarda geçen özgürlük sahalarını (dominion of freedom) ve Georg Simmel’in altını çizdiği “utanç duygusunun yitimi”ni sağlarken çizgileri figür olmaktan kurtarabilmektedir.
Mahmut Yıldırım: Kitap kapağında yerini alan Ouroboros, farklı okumalara açık. Bu sembolik anlatım, yokluğa doğru gittikçe gerçek manada var olmanın bir yolculuğu mudur?
Ahmet Berk Duman: Bereketli bir hasat sonrası Tanrı’nın inayetinden; bu inayetin rûhun besini olduğundan; şimşek yardımıyla açığa çıkan Tanrı’nın enerjisinin dışavurumunun aslında yağmurun habercisi olması ve bir bütün bu canlılığın yer küre üstünde yaşamın ölüme ayrışmasının tarifi ziyâdesiyle gizemli bir yolculuk. Bu yolculuğun adresi özel bir kitaba yüzünü dönmektedir. Joseph Campbell Kahramanın Sonsuz Yolculuğu eserindeki“Dünyanın Göbek Deliği” bahsinde “Yaşam Ağacı” diğer bir ifadeyle “Dünya Ağacı” alakasıyla satırlara kök salarken; “kozmik yılanın dünyaya destek olan başı”ndan bahsetmektedir. Tanrı’nın kendini dışavurumundaki yaratımın sonsuz bir simgesi gözüyle kahramanın kendisine bakmaktadır. Ouroboros mührü bu döngünün doğumunu zihnimde canlandırmama vesile olmakla birlikte; Sinema Beden’in yazım sürecinde de besleyici bir kılavuz rolü üstlenmiştir. Ouroboros kitabın hüviyetine damgalanmış ya da mühürlenmiş hâliyle sadece Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’na değil sinemadaki Dövmeli ve Suçlu Antikahramanın Yolculuğu’na da açılan bir eşiği kapağında ve içeriğinde sembolize etmektedir. “Kendi kuyruğunu yiyen bir yılan” figüratif olarak aşkın bir imgenin sırrına yeniden doğarak kavuşur. Sinematografik yolculuğu her yerde hazır ve nazır içe dönük antikahramanın senaryo dokusuna eşlik eden dövmeleri çoklu okumaya açık anlamları etrafında yolculuğunun bir parçası olmakla kalmayıp, bu imge ve imajlar evreninde süregitmesinde ve varlığını Ouroboros gibi yeniden doğumun kendine dönen yüzünde bulmasında başat bir adres olmaktadır. Unutulmamalı, geçmişten bugüne yer küre üstünde hikâyelere konu edilen herhangi bir kahramanın hiçliğe kavuştuğu nokta dünyanın göbek deliği anlamıyla kutsanmış olup tapınak özelliğiyle medeniyetlerin öte âlemle bağ kurdukları bir mekân özelliğine kavuşturulmuştur. Bu bereketli geçişin eşiğini sağlayan tılsımın okumasını ve benzer bir yöntemi, film çağının antikahramanlarına dair tenlerindeki izler yoluyla dövmeleri yakın çekime alarak anlamlandırmak pek mümkün. Dövmeler duyguların karşı kutbuna dair bir ansiklopedi gibi okunduğunda güzelliğin ve çirkinliğin tarihi, erdemin muhtemel bütün rûh kuvvetleriyle günâhla olan mücadelesi, hazzın ve acının antropolojisi birbirinin içinde erime eğilimi taşımaktadır.
Mahmut Yıldırım: Deride muhafaza edilerek korunan eylemsel bir beden değişkesi olarak dövme, anlam üretme pratiği bağlamında bireyin içsel dünyasından hatıralarıyla zaman içerisinde silinebilir, fakat tendeki iz bir gölge gibi bireyin yaşam pratiğinde varlığını, gerçekliğini ve imgesel evrenini sürdürmeye devam edecektir.
Bu sözünüz âdeta eserin kalbini oluşturmakta. Dövme unsuru hayatımıza girdiğinden bu yana beraberinde neleri getirip götürdü?
Ahmet Berk Duman: Sondaki vurgunuzdan sözü alıp eserin “kalbi” olarak değerlendirilebilecek satırlara yolculuğumuzu taşımak isterim. Bir beden değişkesi olarak dövmenin güdülenmeleriyle hatırlattıkları nazarında bilâkis hayat sahnesinde ve yaşamlarımızda asırlardır yer aldığı kanaatindeyim. Kitaplığımızdaki saati ayarlayıp Yunan filozoflar misali bilebilmenin mutlu yolculuğuna çıkalım isterim. Arnold Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi adlı eserinde yer alan “Film Çağı” bahsinde yirminci asrı, on dokuzuncu asrın içinden okuduğu satırlar hafızamda canlandı: “ ‘Yirminci yüzyıl’ tıpkı ‘on dokuzuncu yüzyıl’ın 1830’lardan sonra başlamış olması gibi; Birinci Dünya Savaşından, yani yirmili yıllardan sonra başlar.” Aforizmasındaki satırlarda varlığın çok boyutlu doğasından savaşan her bir asker özeline bakan Arjantinli yazar José Narosky: “Savaşlarda, yara almamış olan asker diye bir şey yoktur” ifadesi üzerinden, savaşın “ölümcül” ve “sakatlayıcı” iki tür yara olgusunu açığa çıkartır. Olgusal anlamda bu iki yaranın gerçeği; yaşattığı tahribâtın yansımasıyla fiziksel ve zihinsel olduğu kadar bedenen ve rûhen de bir yara ilgisidir. Burada karavana atılamayacak ilginç bir tesadüfün altını çizerken aslında bugünün “salgın hastalık” meselesi içinden de asrın ilk yirmi yılıyla bir bağ kurmamıza olanak sağlar. İşâret edilen aslında gözlerimizin önündedir. Önemli olan daima bedendir! Kant’ın yeni çağa meşhûr seslenişini asla unutmamalı: “Sapere Aude!” “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusunun Cevabı” (1784) olarak bilinen kısa denemesini kaleme aldığında satırlarının içinde ve sayfalarında yankılanan bu sesleniş; tastamam “kendi aklını kullanmaya cesaret et!” demekten bahsediyordu. İşte bu cesur yankının karşılığı medici yani hekim ölçeğinde kendini asırlardır göstermekteydi. Önsel (a priori) sadeleştirelen bir ifadeyle deneyden önce olanın deneyden sonra (a posteriori) olanla karşıt kutuplarda ve felsefi anlamda var olan mecazî bu savaşında, tıp doktorlarının mesleklerinde kendilerini vakfettiği yaşamsal itki, bilinenlerle yetinmek mecburiyetinde olmadıklarıydı. Fikirsel olanın eylemsel yolculuğuna baktığımızda bedenin ihlâli hekimin kendisini vakfettiği bu tahribât, aslında onarmanın açığa çıkışıdır. Bu tıbbî cesaretin başlangıç ânına ve yeni tıp anlayışına tarihsel bir mim koymak istersek, matbaanın merkezî önemde olduğu Basel’de 1543 yılında basılan “İnsan Vücudunun Yapısı Üzerine” eseriyle zamanında İtalya Padua Üniversitesi’nde anatomi kürsüsüne henüz atanmış olan Güney İtalya asıllı hekim Andreas Vesalius’u da bu satırlarda anımsatmak değerlidir. Tartıştığımız çerçevede, önemli olan daima bedendir! Deride muhafaza edilen eylemsel bir beden değişkesi olarak dövmenin imgesel evreni; kişinin toplumsal kimliği ile bireysel kimliği arasında bir çatışmanın ve bölünmenin de yansımasıdır. Dövmenin maskelediği bu imgesel evren, mekânsal bölünmelerle gözden düşebilir ya da düşürülebilir bir kişinin âdeta Sindirella Sendromu (tasmayla yaşama pratiği) ile maskesini yenileyebildiği veyâhut çıkarıp rahatlayabileceği bir mecburiyet zarfıdır. Dövmenin damgaladığı birey artık rutinleri olan ve kalıcı karakteristik bilgileri tenine işlemiş olup bedende figür olmaktan kurtulmuş gösterge bir reflekstir. Asırlardır bu göstergeleri kahramanlarının sonsuz yolculuğunda da sembolleriyle okumaktayız.
Mahmut Yıldırım: Dövme; kimi zaman suçluların kirli bir nişanesi, kimi zamansa denizcilerin süsüydü. Sinema Beden filmografisi özelinde, dövme neden direkt olarak bir suçlu antikahraman yaratır yahut onda bir damga bırakır?
Mahmut Yıldırım: Edebiyat mutfağında öykülerinizle de yer aldınız. Öykü ve sinema ilişkisinden bahsedelim isterim. Aslına bakılırsa bu bağıntı sorunludur. Çünkü biri sözcüklerin dilini, öteki ise görüntünün dilini konuşur. Ne dersiniz?
Ahmet Berk Duman: Georg Simmel’den ilhâmını alan vahiysel bir açılış olsun. “Gözleri gören, ama kulakları işitmeyen bir insan … işitebilen ama göremeyen bir insana kıyasla çok daha huzursuzdur.” Bu sözcükler tamamıyla kente özgü olanın göbek bağından beslenir. Maniteist bir şaşkınlıkla cehenneme inanmayı içselleştirdiğimiz, kuşatıldığımız ve içinde nefes aldığımız bu tarihe karışmışlıkla beraber gözün işlevindeki örtük huzursuzluğun yansımasına bir diğer örnek satır da modern klasiklerden James Joyce’un “Ulysses”inin tanıklığıdır: “Gözle görülenlerin kaçınılmaz modalitesi: en azından bu, eğer daha fazlası değilse, gözlerim aracılığıyla gelen düşünce.” Az okunan ve çok izlenen çağın modern olana dair paradoksları içerisinde; kozmopolit bir macera, öykü yazarlığı ya da yukarıda bahsi geçen harikulâde ifadeyle “gözlerim aracılığıyla gelen düşünce.” Bir ses bir başka sese içgüdüsel anlamda hayat verirken örgülenen zamanını bekleyen tutkulu, zorlu ve yıkıcı bir persona eylemi! Dünyanın evin olduğunu bilip bu evin içinde gördüklerinden korkmayıp kendi kendine kalabilmenin bir sınavı. Öykünün o tuhaf ve tanıdık duygunun kendine has acelesi, hayatı deneyimlemenin ayrıcalıklı bir sunumu…
Bir adam otobüste seyahat ederken yolculardan biri cebindeki bütün parasını çalmış. Bilet parasını ödeme zamanı gelince elini cebine atmış para yok. Mahcup olmuş. HIRSIZ HEMEN ATLAMIŞ “senin paranı ben öderim” demiş. Adam çok memnun olmuş ve otobüsteki herkes HIRSIZI alkışlamış.