Tomris Uyar’ın Gündökümü’nü okumaya başlarken, yalnızca bir yazarın günlüklerini okuyacağımı sanıyordum. “Bir Uyumsuzun Notları” alt başlığını taşıyan iki ciltte, yüzlerce öykü ucuyla; roman, deneme çekirdeğiyle karşılaşacağımı, pek çok kurgusal anlatıya yol alan potansiyel metinlere rastlayacağımı nereden bilebilirdim ki?
Bilmiyordum da zaten.
Günlüğün sayfaları arasında ilerledikçe, Tomris Uyar’ın sadece bir uyumsuz değil; bir ayrıksı kişilik, bir huysuz, bir melankolik, bir sınırda kişilik, bir sıkıntılı olduğunu da anlıyoruz.
Anlattığı, günlüğünde yer verdiği, güncelerine özne olan kişilerin; hatta seslendiği, hitap ettiği kişilerin de, Tomris Uyar’a benzediğini, en azından Tomris Uyar’ın böyle istediğini hissediyoruz. Seziyoruz. Tomris Uyar, kendisiyle aynı ruh iklimi paylaşan, ortak duyarlıklara, hassasiyetlere sahip olanlara ses yöneltiyor günlüklerinde.
Farklı alt başlıklarla adlandırılabilirdi bu günlükler. Çoğaltılabilirdi alt başlıklar: Bir Uyumsuzun İç Döküşleri, Bir Melankoliğin Sessiz Çığlıkları, Bir Ayrıksının Sancılı Sitemleri, Bir Sınırda Kişiliğin Haykırışları…
Hiçbiri diğerlerini dışlamayan başlıklar bunlar.
***
Hikâyeci Tomris Uyar’ın 1975-1999 yılları arasında tuttuğu günlüklerden oluşan Gündökümü, birbirini bütünleyen beş ayrı kitaptan oluşuyor: Sesler, Yüzler, Sokaklar (1975-1979), Günlerin Tortusu (1980-1984), Yazılı Günler (1985-1989) ve Tanışma Günleri / Anları (1990-1994). Bir de ikinci cildin sonunda Yüzleşmeler adıyla bir kitap daha var. 1995-1999 yılları arasında yazılmış, ancak günce formunda kaleme alınmamış bir bölüm. Daha çok paragraflar halinde, bir dizi değini. Gün, ay ve yıl belirtilmeksizin yazılmış belirlemeler, saptamalar, değiniler…
Çeyrek yüz yıla yayılan günlükler.
Tüm bu kitaplar iki ciltte toplanarak 2003’te Yapı Kredi Yayınları’nca okurla buluştu.
Gündökümleri’ni okumaya başlarken, “bir hikâyecinin günlüklerini okumak” hedefleniyor kuşkusuz. Ancak günler, aylar, yıllar ilerlerken; bir de bakıyoruz, 1975-1999 arası Türkiye’nin kültürel, yazınsal, sosyal, siyasal manzarasını okumaya başlamışız. Hem de, bir uyumsuzun gözünden. İşte bu gerçeği anladığınız andan itibaren, yepyeni bir okuma serüveninin içinde olduğumuzu fark ediyoruz.
***
Tomris Uyar’ın bu cümlelerinden anlıyoruz ki, bu günlükler bir yazarın kendine, çekmecesine, terekesine yazdığı günlüklerden değil. Belli ki yayımlanmak üzere, belli ki er ya da geç okura ulaştırılmak üzere kaleme getirilmiş günlükler.
Gelen mektuplar, izlenen filmler, oyunlar, konserler, okunan kitaplar, tanışılan insanlar, karşılaşılan tanışlar, buluşmalar, ev halleri, sokak halleri…
Çelişkiler, toplumsal açmazlar, kara kalabalıklar…
Farkındalıklar, hissedişler, sezişler…
Ve bir uyumsuzun bu cangıl içindeki çırpınışları…
Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında da vurgulandığı gibi: “Bu notların üzerindeki kahve lekelerini, bulaşık deterjanlarını, uyku mahmurluğunu, rakı damlalarını seçen gözler, yazarın her şeyden önce insan olduğunu fark edecektir.”
***
Tomris Uyar günlüğünün 20 Mart 1975 tarihli sayfasına bilerek ya da bilmeyerek, kendini öyle bir tanımlıyor ki… Kimlere yazdığını, kimlere ses yönelttiğini sıralarken, kendi derinliklerinden öyle ipuçları veriyor ki… Okurun, “Al işte Tomris Uyar” diyesi geliyor. Şu satırları yazıyor: “Sonra, tenlerine değen madeni altından değil gümüşten seçenler, kendi tenleri kokanlar; yol almaktan korkmayanlar, göçebe olanlar; ‘menkul’ eşyalarıyla şemsiye, mendil, çakmak gibi ufak fazlalıklarını bile durmadan yitirenler; para sayamayanlar; biraz şaşkın, oldukça uyumsuz kaçanlar; gelişkin aletleri kullanamayanlar, uzayı umursamayanlar ama yerli filmlerde gözleri dolanlar, dolmuşlarda ve otobüslerde halkımızca hayat-hikâyesi-dinleme-uzmanlığına atanmışlar. Gülmeyi, paylaşmayı, sevmeyi bilenler; yemek pişirmeyi ve iyi yemek yemeyi uzun sofralarda, geniş tabaklarda; sevişirken öleceklerini sanacak kadar haz duyanlar, çok çocuk isteyenler, çocuklarca seçilenler; unutmayanlar, ananlar, sızlanmayanlar; dünyaya ve sevdiklerine kaptırdıkları şeylerin çetelesini tutmayanlar, hep kazançlı, hep borçlu çıkanlar son hesaplaşmada. Gizlenmeyenler yani, gözden çıkaranlar, vericiler; sağlıklarını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaçmayanlar, rüzgârda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabilenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları. Başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler; evlerine sığınılabilir arkadaşlar, anneleri, kardeşleriyle. Yazma işini sancılı, kutsal kılan okurlar, aşka dönüştürenler.”
***
Huysuzluğu, eleştirel kişiliği, topluma kızgınlığı ortaya çıkıyor zaman zaman Tomris Uyar’ın. 26 Mart 1975’te günlüğe düştüğü notta: “(…) Bizim buralar bu yığma semtler, ‘tepkisizler’le dolu… Zaten en sık kullandıkları sözcük: ‘Fark etmez.’ (…) Boşver, Boşvermişim Dünyaya, Varsın Yansın Dünya gibi şarkılar bu gençler için yazılıyor, şampuan ve krem reklamları onlara sesleniyor. Oturuyorlar, kat kat giyinip kumaş ve yün tüketiyorlar. Amerikan sigarası, o yoksa, sizin içtiğiniz herhangi bir sigara. Ara sıra güldükleri oluyor, yalnız kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları şakalara. Kolaylık adına herhalde. (…) Tepkisizler; düşünenleri, okuyanları, savaşanları küçümsüyorlar. Özgürlük peşinde onlar. Özgür olsalar ne değişecek acaba böyle ot gibiyken?”
Tam otuz beş yıl önce Tomris Uyar’ın günlüğüne yazdığı bu cümleler, 2010 yılına bir ışık düşürüyor mu acaba, ne dersiniz?
***
Gündelik yaşama ilişkin, ev içi, aile yaşamına ilişkin sitemlerini, sıkıntılarını, toplumun biçtiği “kadın rolünü” oynuyor olmaya ilişkin isyanını da büyük bir içtenlikle kaleme getiriyor Tomris Uyar. 27 Mart 1975’te şöyle yazıyor: “Televizyoncular geldiler bugün. Edebiyat Dünyası için Turgut’la konuşma yapmaya. (Turgut Uyar – A.Ç.) Ben hikâyeci olduğumdan, programda yer almamı uygun görmediler. Gerçi ben de kahve sunarken falan görünmek istemediğimi daha önce söylemiştim. Sonuçta garip bir durum çıktı ortaya: Gün boyu, aydın-kadın tavrı yakınmakla suçladım kendimi. Ne var ki programda görünsem, daha da mutsuz olacaktım. Suçlamamın nedeni belli aslında: Evi toplamaya, yemek yapmaya, çocukla uğraşmaya, öyküye ayırdığım zamanın birkaç katını ayırıyorum bir kere. (…) Günlerimi serseri bir mayın gibi oraya buraya çarparak harcıyorum. (…) Her neyse. Kendimle barışık değilim bugün. Bir kadın bir erkeğin çamaşırını yıkıyorsa, yemeğini pişiriyor, evini ev ediyorsa, mutlaka onun dünyasının bir parçasıdır; bunu gizlemek çoraklıktır.”
***
İşte günlüklerine, gündökümlerine bir bakış açısı da böyle Sevgili Tomris Uyar’ın.
***
Ev halleri… Evin halleri… Evden haller… “Şair Turgut Uyar’ın karısı”, “Çocuğunun annesi”, “Evin işlerini gören ev kadını” rollerini de sürdürmenin sancıları, bunalımları, isyanları günlüklerinin her satırına sinmiş durumda Tomris Uyar’ın. Günlükler boyunca, bu rollerin, bu rollere sıkıştırılmışlığın tepkilerini görebiliyoruz. Ama bunu müthiş bir ince alayla, kara mizahla harmanlayarak gerçekleştiriyor: “Bu sabah, Mozart ve Viyana valsleri eşliğinde, bol güneş ışıklı suda çamaşır yıkadım. Bahçe hortumu ısınmış, leğendeki sabun hemen köpürüyor. Dayanamadım, hortumu başıma da tuttum sonunda. Suyun yorgun, uyuşuk bedenin üstünden çağlayarak akması, duyarlı noktaları bulması, hepsini eşit bir diriliğe getirmesi!… Çamaşır yıkamak, suyla oynamaktır ya bir çeşit, yıkanma ise düpedüz bir tören. Yenilenmek, günahlardan arınmak, baştan başlamak gibi duyguların hepsini getiriyor yedeğinde. Güçsüzler, zayıflar, çaresizler, saralılar yoksa neden öylesine korksunlar sudan?
***
Ve çaresizlikler… Kapana kısılmış bir vahşi gibi, toplumun, kurumların, ailenin içine ittirilmiş bir uyumsuzla da karşılaşıyoruz sık sık Tomris Uyar’ın günlüklerinde: “Basık, kötü, hain-kurt bir gün. Son bir gün gibi. İçim ezik, camdan bakıyorum: Dışarıda şimşekler çakıyor, sabahın karanlığında gece sesleri. ‘Biricik’ diyor içimde biri. Ben miyim o biricik, özlediklerim mi? Kendime sevecenlik gösterme isteği mi, seslenme mi? Bir sıla duygusu mu yoksa? Oldum bittim yersiz-yurtsuzum çünkü.”
***
Geleneksel ve dinsel motiflerin, toplumsal yaşamı düzenlediği bir ülkede yaşıyor olmanın ağırlığı da yansıyor günlüklere: “Ramazan da Eylül’e rastladı bu yıl; boğazıma bir düğüm oturdu. Günün akışı değişecek artık sokaklarda. Kimi içkiciler, karaciğer dinlendirme amacıyla içmeyecekler. Kadınlar, incelmek kaygısıyla oruç tutacaklar. Fırınların önünde pide kuyrukları uzadıkça uzayacak. Herkes iftarı düşleyecek boyuna. Elinde çatal, önünde zeytin, kulağı tetikte. Her gün yediğinin üç katını bir öğünde mideye indirecek. Orucun amacını anlayamadım gitti. Dünya nimetlerinin tadını anlayın mı demek, dünya nimetlerini hırsla kapışın mı?”
Tomris Uyar, bugünün iftar çadırlarını, Ramazan’da kapanan kamu kuruluşlarının yemekhanelerini, gündüzleri açılmayan lokantaları görseydi, neler yazardı acaba günlüğüne?
***
Gündelik telaşlar, bunalımlı günler, toplumsal çelişkiler, gün gün artan içsel sıkıntılar bazen fiziksel rahatsızlara da yol açmaktadır Tomris Uyar’da. Doktorlar, muayenehaneler, kontroller, eczaneler, ilaçlar…
“Yemek yemeden günler geçiriyorum. Bugün iyice hastayım. Bir kriz falan mı geçirdim acaba? Bildiğim tek şey, ayağa kalktığımda yürüyemedim, ayaklarımın üstüne basamadım düpedüz. Bir-iki kere daha başıma gelmişti. Hep aynı şeyi diyorlar: Doktora git. Ne diyeceğim ben doktora? ‘Radyoda haberleri dinlerken hastalanıyorum, korkunç bir tedirginlik duyuyorum sözgelimi, ellerim avuçlarım kaşınıyor, gözlerim yanıyor, tırnaklarımı kemiriyorum, boğazımda bir öfke düğümleniyor, yok yere kavga çıkarıyorum, kırıcı oluyorum.’ (…) Bir deneseniz belki anlarsınız: Yoz bir düzende yaşamanın belli başlı, adlı adınca bir hastalık olduğunu.”
***
***
Tomris Uyar’ın günlüklerini okurken, bir hikâyecinin, bir öykü yazarının günlüklerinde yol aldığımızı öyle sıklıkla anımsarız ki… Günlüklerin satır aralarında, bir öykü ucu, bir roman çekirdeği bulmamak neredeyse olanaksız. 2 Eylül 1975 tarihli sayfa bakın nasıl başlıyor: “Kasaba berberleri gibi şen, ağzı laf yapan küçük bir vapur var. Bostancı’dan kalkıyor. Adalara uğrayıp yine yerine dönüyor. Öbür vapurların elulağıdır belki, ufak tefek işlerinde yardımcı; onların yayıntılarını topluyor.”
Bir başka örnek:
“Üç gün önce, Zehrakız’ı saksısından söküp çıkarırken de içim böyle cız etmişti.”
Bir örnek daha:
“Bir pırpırdır gidiyor yüreğimde, içim daralıyor, önüme gelene çatıyorum. En iyisi bulaşık yıkamak. Kaçmak. Ellerim köpüklü, ılık bulaşık suyuna batıp batıp çıkıyor. Bir dalgınlık kazası sonucu (ya da yorgunluk, iş kazası mı demeli) kesmişim ellerimi. Tentürdiyot lekeleri kına renginde duruyor parmaklarımda.”
Son örneği “bulaşık yıkama” eyleminden vermişken, bir belirlemeyi daha söylemeliyim burada. Tomris Uyar’ın günlükleriyle ilgili bir çalışma başlığı geliyor aklıma. Günlükleri okurken de hep aklımdaydı bu: “Tomris Uyar’ın Gündökümü’nde Bulaşık Yıkama İzleği Üzerine Deneysel Bir Yazı Çalışması.”
Günlükler boyunca, “bulaşık yıkama eylemi” o denli çok tekrarlanıyor ve gerçekleşiyor ki, Tomris Uyar için bulaşık yıkamak, bir tür mutfağa kaçış, insanlardan uzaklaşış, iç dünyaya yöneliş ve bulaşık yıkarken derin ve serin düşüncelere dalış…
***
Ölümünden dört yıl önce, 1999’da günlük yazmaya son veriyor Tomris Uyar. Şu cümleleri yazıyor ve Gündökümü dosyasını kapatıyor: “Gündökümlerine ister ‘Tanışma Anları’, iste ‘İpuçları’, ister ‘Yüzleşmeler’ diyeyim hep aynı karamsarlık, dahası giderek artan bir umutsuzluk taşıyor sayfalardan. Son günlerde iyiden iyiye kızışan olaylar sonucunda nicedir beklettiğim kararı aldım: Yeni bir parıltı, bir ışık görmedikçe gündökümü yapmaktan vazgeçme kararı.”
***
İki ciltlik bir “yapıt” Gündökümü.
Bir yazarın dünyası, içi-dışı, halleri, halsizlikleri…
Bir metni nasıl yazdığından tutun da, dile, sözlüklere, dergiciliğe, aşklara, sinemaya, şiire, imgeye, mizaha, çeviriye, erkekliğe, kadınlığa, rüyalara, yasaklara kadar… Her şeye değen ve değinen bir dolu yaşam… Dolu dolu bir yaşam.