İlk öykü kitabı Sis Nasıl Olsa Dağılır çerçevesinde Ahmet Melih Karauğuz ile Tugay Kaban bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşinin ekseni edebiyat, öykü ve teknik üzerine… İyi okumalar dileriz.
Tugay Kaban – Sonunda öykülerini iki kapak arasında görebildik Melih. Bu durumdan kendi adıma oldukça memnun olduğumu izninle dillendirmek istiyorum. Bu söyleşide -eğer okuyan birileri olursa- seninle öykü kitabın çerçevesinde konuştuğumu zannedebilirler. Hatta sen bile öyle düşünebilirsin. Fakat ben, öykü kitabını bir vesile sayarak sana bir şeyler sormak istiyorum. İlk sorum da şu: Öykünün senin için hiçbir şey ifade etmeyeceği bir ânı düşündüm hiç? Düşündüysen, nelerdi aklından geçenler? Düşünmediysen, henüz vakit mi gelmedi, yoksa hep böylesi bir suali erteledin mi?
Ahmet Melih Karauğuz – Öncelikle teşekkür ederim bu söyleşi için. Aslında bu durumu çok düşündüm – ya da buna benzer bir soru hep aklımdan geçti demem daha doğru olur.- Bir hikâye anlatılır. Bir âlim develer yükü kitaplarıyla bir yerden başka bir yere hicret etmektedir. Geçeceği çölde de kervanları soyan, herkese korku salan bir eşkıya çetesi vardır. Âlim de bu çeteye yakalanır. Haramilerin başı âlimin bu kadar kitabını görünce ona tüm kitaplarını yakacağını söyler. Âlim de bunu yapmamasını çünkü kitapları giderse hiçbir şey bilemeyeceğini söyler. Harami âlime kitapları olmadan düşünemeyen bu âlimi öldürür. Ben de öykü için kendimce bunu hep düşündüm. Sadece öyküler için değil, zamanla belki edineceğim bir kimlik olarak “öykücü” kimliği anlamını yitirirse benim için durum ne olur diye. Aslında dünyadaki her şey biz anlam verdiğimiz ölçüde anlamlı. Ama bazen anlam vermesek de değerli olan şeyler var. Yani bizim için anlamsız gelen. Ben kendi adıma – şayet soruna bir cevapsa bu – hikâye/öykü yazmaktan da öte insanların kendi kişisel hikâyelerine/öykülerine dokunmaya, onların hikâyesinde bir yer etmeye gayret etmenin öykü anlamını yitirse de anlamını koruyacak bir uğraş olduğunu düşünüyorum. Ve hatta öyküyü de anlamlı/değerli kılan bir şey olduğunu. Öykünün yazarı/okuru olmak anlamsız gelecek olsa da -ki olduğu zamanlar oldu- insanların hikâyelerine dokunmak çok daha büyük bir öyküyü/hikâyeye insana bahşediyor diye düşünüyorum.
Tugay Kaban – İnsanların hikâyelerine dokunmak.. Bu vakte kadar hikâyesine dokunmak isteyip de dokunamadığın biri var mı? Zira öyle biri varsa, senin için hikâye bazı yerleriyle, bazı zamanlar içinde bitmiş olduğu anlamına geliyor. İsim söylemen için ısrar edemem elbette. Fakat dokununca değiştirmek istediğin hikâyenin eksikliklerini yahut o hikâyeye eklemlemek istediklerini sıralayabilirsin..
Ahmet Melih Karauğuz – Elbette var. Zaten her hikâyeye dokunabilmek insan için imkânsız. Zira ancak tanrı her şeye hâkimdir. Ama hayatımda genellikle yetimlerin hayatına dokunmak isterdim. Özellikle yetim çocukların babasız gittikleri mezuniyet törenlerine, hayatlarının önemli kırılma anlarında hissettikleri o boşluk hissine. Bir de babası şu saatte geleceğim deyip de o saatte gelmeyen ve uzun süre babasını bekleyen, babasıyla içinde kavga edenlere dokunmak isterdim. Hikâyesine dokunmak isteyip de dokunamadığım, hayatımda ciddi bir kırılma yaratan, yarık açan kişi amcaoğlumdur. Ömrünün son üç yılında her şeyini kaybetti ve ben sadece izleyebildim. Her zaman hep onu hatırlarım ve elimden bir şey gelmeyişine üzülürüm. Ama yukarıda da dediğim gibi yalnız Tanrı insanların hayatlarına dokunup, onların hikâyelerini başka bir şekle evirebilir.
Tugay Kaban – Bu sözlerinin içindeki duygular, düşünceler ve sair, çoğu okur için, özellikle de günümüz okuru için çok sığ, romantik ve hatta ‘artık’ gereksiz olarak nitelendiriliyor. Daha büyük fikirlere, daha vurucu, sarsıcı ve belki de uyuşturan ‘şeylere’ rağbet var. ‘Yazım’ın birçok biçiminde eser neşrettin. Topyekûn bakmaya çalışıp, günümüz insanının karşısında durduğunda onlara (edebiyat çerçevesinde yahut değil) ne gibi şeyler söylüyorsun, söylemek istiyorsun yahut neleri söylemekten vazgeçiyorsun?
Ahmet Melih Karauğuz – Aslında bize artık modası geçmiş gibi gelen duygular ya da temalar hala modern ve hala hayatımızın tam merkezinde. Sadece araçlar değişince bizler iletinin de değiştiğini düşünüyoruz. Aslında ileti hep sabit sadece araca göre yeni şekiller/biçimler alarak varlığını sürdürüyor. Günümüz insanının içinde bulunduğu durumu “pürüzsüzlük arzusu” olarak nitelendiriyor Byung Chul Han. Aslında bu pürüzsüzlük isteği, insana engelsiz, akıcı, hazlarla dolu bir evren vadetse de arkasında ciddi yıkımları getiriyor. Çünkü insan özü itibariyle duvarı yıkıktır ve bir şeylerin duvarlarını onarması arzusunu taşır içinde. Daha büyük fikirler ya da araçlar günümüzde dijitalleşmeyle birlikte makina öğrenmesi, yazılım, yapay zekâ, trans hümanizm gibi konular oluyor. Ancak özellikle ülkemizde bunların bambaşka dünyalara ait şeyler olduğuna ve insana ait pek çok özelliği/gereksinimi ortadan kaldıracağına inanılıyor. Aslında durum hiç de öyle değil. Her biri insanın temel arzuları/hevesleri/kayıpları üzerine odaklanıyor. Yani bugün hüzün, sevinç, aşk vb. duygular, nitelemeler ve betimlemeler insanlara “bayağı” gelse de hala her şey bu ve benzeri duygular kavramlar üzerinden yükseliyor. Dünyanın sınırlarının genişlemesi, ülkelerde insanların binlerce kilometre ötelerde olanlara dokunabiliyor”muş” gibi hissetmesi insanı yanılgıya düşürüyor. İnsan hala dokunabildiği şeyler üzerine anı biriktiriyor, mekânsal olarak orada olup gördükleri ruhunda derin yarıklar oluşturuyor, gözlerinin içinde kaybolduğu insana gerçekten âşık oluyor, hal hareket tavırları görünce önyargılar oluşturuyor, bir anı ancak o anda duyduğu sesler ve hissettiği kokularla hafızasına kazıyor. Bugün her şeyin hemen olacağı ya da ciddi bedeller ödemeden kavuşulacağı yanılgısı bir yanıyla edebiyatın uğraş konusu olan duyguları anlatan metinlerin değersizmiş gibi görülmesine sebep olabiliyor. Ama insan hala söz ve yazıyla düşünüyor ve anlamları buradan inşa ediyor. Geleceğin meslekleri konuşulurken hep mekanik bir takım nitelikler ön plana çıkartılıyor. Oysa insan geçmişte, bugün ve gelecekte ancak hayal kurduğu, duygularını koruduğu, anlam arayışında cevaplarını doğadan devşirdiği ya da bulduğunda sağlıklı bir hayat yaşamaya devam edecek. Daha büyük/vurucu fikirler insana dair herkesçe bilinen ama farklı bir şekilde söylenince belki de öne çıkıyor/değer görüyor. Bir makinanın çarkları değiliz, duygulardan yapılmayız. Duygu varsa hep romantik bir takım cümlelerde anlamlar bulacağız diye düşünüyorum.
Tugay Kaban – Bugün elinden kâğıtlarını ve kalemlerini alsalar (klasik olandan bir tad devşirmek için bu şekilde söylüyorum) yani araçların değişse, anlatmak istediklerini ortaya koymak için sana en yakın olan diğer araç/araçlar hangisi/hangileri? Video çekmek mi? Ses kaydetmek mi? Ve belki de başka şeyler. Resim belki? Yahut heykel?
Ahmet Melih Karauğuz – Şayet bugün eserlerin kalemle ortaya çıkartılamayacağı söylense ben yazılım temelli, görüntü işleme yapılan, makina öğrenmesiyle sürekli öğrenen, sanal gerçekliği merkezine alan sanat eserleri üretmek isterdim.
Tugay Kaban – Peki elektriğin kesilmesi durumu seni düşündürtmüyor mu? 2015 senesinde Türkiye genelinde bir elektrik kesintisi yaşandı. Bu yarın bir gün eski zamanlarda olduğu gibi kısa süreli olmayabilir. Veya olmayabilir mi diye de sorayım. Bu sebeple, o karanlık evlerimizde oturduğumuz sıralarda, bahsettiğin şekilde ürettiğin eserlerin bize pek bir yararı olmayacak gibi görünüyor. Ne dersin?
Ahmet Melih Karauğuz – Aslında bu durum her zaman olabilecek bir istisna hali. Eğer dijitallik hâli yeni normal ve gerçeklik olacaksa – ki her şeyiyle her yere hâkim olması bence mümkün değil – buna dair düşünmemiz gerekiyor. Burada dijitalde üretilen, depolanan her şey için risk var. Bugün devletler bireylerin tüm bilgilerini dijital ortamlarda saklıyor, şirketler kullanıcıların verilerini veri merkezlerinde depoluyor ve yeni dünya bu merkezlerden kontrol ediliyor. Burada eğer elektrik tüm dünyada giderse zaten bir felaket/kıyamet hali yaşarız. Çünkü sadece sanat için değil temel hayati fonksiyonlar da böyle bir senaryoda ortadan kayboluyor. Kanalizasyon, güvenlik, ulaşım her biri yok oluyor. Burada istisna halini göz ardı etmeden, kendi zamanının ırmağında yıkanan insanlar olarak bu konular üzerine düşünmemiz, üretmemiz bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Ama bunu yaparken elbette insan gerçeğini, yukarıda bahsetmeye çalıştığım durumları da göz ardı etmememiz gerekiyor. Anlatmak, yazmak insanın temel güdülerinden biri. Bu her şey dijitalleşse de devam edecek bir gerçek. Zannediyorum en temel yanılgımız da yazının, sözlü anlatımın tamamen ortadan kalkacağına duyduğumuz inanç. Hayır, araçlar değişse de anlatım biçimleri kadim olanlar dâhil varlığını sürdürecektir. Bizler de kadim olandan kopmadan yeni olanları da kullanarak üretmeye devam edeceğiz.
Tugay Kaban – Yeni olanları kullanmaktan çok, yeni olanları tekrar ediyormuşuz gibi geliyor bana. Yeni olan ve kullandığımız bir şey söyleyebilir misin, edebiyat yahut direkt olarak anlatım alanında. Oysa tekrar ettiğimiz, bizim oluşturmadığımız binlerce yeni şey var. Bu konuda yeni olanı üretmek üzerine ne düşündüğünü de sormak istiyorum. Yeni olanı üretme gücü bu topraklarda var mı? Bu topraklarda yeşertip, geliştirdiğimiz ve bize yeni olanları sunan topraklara, yeni olarak sunabileceğimiz neler olabilir? Yahut böyle bir şey yapmamız gerekir mi? Kimin bizden böyle bir isteği var, kendimiz dışında?
Ahmet Melih Karauğuz – Soruya sondan başlayarak cevap vereyim. Böyle bir şey yapmamız gerekiyor mu sorusu aslında her şeyin temel sorusu. Sanat üretmeye gerek var mı? Bir yazar elbette sanatsal kaygılardan öte kitch metinler üretebilir. Onu sanatsal değeri olan/olduğunu düşündüğü/olduğu söylenen eserler üretmesine iten duygu neyse aslında bu durumda da aynı şey geçerli. Sanat başkalarının değil daha çok bizim isteğimiz üzerinden yükselen ya da sürdürülebilen bir şey. Öyle olunca böyle bir talep olmasa da biz içten gelen bir tutku ile bunları yapabiliriz. Yeni olan ve sanat anlatımında kullandığımız bir şey aslında dediğin gibi tam olarak yok ama bence olacak. Türkiye’de görsel sanatlar alanında Refik Anadol’un çalışmaları Bager Akbay’ın projeleri bu konularda beni heyecanlandıran işler. Özellikle Bager Akbay’ın makineler ve edebiyat üzerine yaptıkları fazlaca önemli işler. Bireysel çalışmalar dışında kalabalık bir grup dışında henüz yeni olanı kullanan pek yok. Çünkü yeni olan bizden çok şeye dair derin bilgi istiyor. Yani örneğin makine öğrenmesi bilmeden yapay zekânın metin üretmesine dair bir sanat çalışması yapmak çok mümkün değil. Hem teknik olana hem de sanatsal olana ciddi bir hâkimiyet gerektiren bazı meseleler var karşımızda. Ama ben bir on beş yıl içinde ciddi anlamda dijital işlerin, eserlerin çıkacağına inanıyorum. Şayet bir gün başarabilirsem, kullandığımız akıllı cihazlarla uyumlu, okurken sürekli etkileşimi ve deneyimi mümkün kılan bir roman yazma arzum var. Okurun okuduğu sayfayla senkronize bir şekilde kulaklığında ortama ait sesleri, kolundaki akıllı saatte titreşimler oluşturarak atmosferdeki heyecanı yansıtabilecek, araçlar arası bir roman. Bu topraklar uzun bir süredir üretmekten ziyade tüketmeye odaklanmış durumda. Hal böyle olunca da güç olsa da gücü harekete geçirecek bir enerji yok.
Tugay Kaban – Bir on beş yıl içerisinde, bizim de yeni olan bir şeyler ortaya koyacağımız inancından ne yazık ki oldukça uzağım. Aslında benim uzaklığım başaramayacağımızı düşünmekten değil. Başarmamamız gerektiğini düşünmekten. Sen bu konuda ne dersin? Belki de yeni olan her şeyden olabildiğince uzak kalmalıyız? Daha çok geride durmalıyız? Yeni olanı üreten toplumların sürüklendikleri bir uçurum olabilir mi ve kendi elimizle kendimizi oraya itiyor olabilir miyiz?
Ahmet Melih Karauğuz – Öncelikle yeni olanla bir sabah uyandığımızda karşılaşmıyoruz. Bugün yeni olan ve toplumları tamamen dönüştüren teknolojiler şüphesiz dijital teknolojiler ve bunun başında da yapay zekâ geliyor. Yapay zekâ son on yıldır popüler bir gündem konusu olsa da aslında Leibniz’e kadar uzanan uzun bir tarihsel birikimin bir sonucu. Matematik alanında ortaya atılan fikirler, yaşanan gelişmelerle birlikte bugün önümüzde duran yapay zekâ teknolojisini konuşuyoruz. 1970’li yıllarda Amerikan devletinin desteğiyle yapay zekâ çalışmaları ciddi bir ivme yakalıyor. Ancak ihtiyaç duyulan verilere ulaşmanın imkânsızlığıyla bir kara kış yaşanıyor. Ne zaman ki mobil telefon teknolojisinde ciddi bir gelişme görüldü ondan sonra tekrar yapay zekâ gündeme geldi ve bir bahar dönemine girdi. Bence en temel mesele şu, bütün teknolojik/sosyal gelişmeler birikimsel ilerliyor. Hiçbirisiyle bir sabah kalktığımızda karşılaşmıyoruz. Eğer şayet bu gidişten rahatsızsak birikimi kullanarak başka bir yol açabiliriz kendimize. Ama bunu yapacak kim? Bir yanıyla evet geri durma isteği mantıklı makul bir istek ama nasıl ve neden? Burada da işte ciddi bir teknoloji felsefesi tartışması gerekiyor zannediyorum. Dijital teknolojilerin bize bir şeyler sunarken bizden aldıkları etrafında etraflı bir çalışma yapmak gerekiyor. Bireylerin edilgen değil etken bir hayat tecrübe etmesi arzusu yatıyor belki de bu karşı duruşun arkasında. Ancak dediğim gibi bunun için ciddi bir arkeoloji ve ciddi bir fikir üretimi gerekiyor. Yeni olanı üreten toplumlar bir uçuruma sürükleniyorsa bu yeni olanla alakalı değil yeniyi ne için kullandıklarıyla alakalı bence. Çünkü araçlar en nihayetinde bizim dünyaya bakışımız etrafında şekillenir. Daha sonra da her şey aracın rengine bulanır. McLuhan’ın dediği araç mesajdır ve bizim kültürümüzde kabul gören eşyanın hakikati meselesi buna bir örnek. Ama unutmamız gereken şey eşyayı var eden düşünce nedir ve ne amaçla bu aracı meydana getirmektedir? Ameller niyetlere göre hadisi hemen tüm hadis kitaplarında başlangıç hadisidir. Amel bir araçtır ama temel olan niyet ne? Belki de araçlardan önce niyetleri tartışmamız gerekiyor. Eğer niyeti tartışırsak bir korku ya da geri durmaktan ziyade nasıllığı ve nedenliği üzerine kafa yoracağımız araçların bir uçurumdan ziyade bir hayatı bize bahşetmesi de mümkün olabilir. Yeni olanı ortaya koyarken de aslında -bunu belirtmem de fayda var- niyetim etrafında bir yeni meydana getirmekten bahsediyorum. Aracı kendime göre kullanmayı hatta kendi niyetim etrafında bir araç meydana getirmeyi söylüyorum. Sanatçı bakışıyla, çarpıcı olanı, yıkan ve inşa edeni ortaya koymak. Bu bakımdan evet biz bir süre sonra yeni olanla sanatımızı icra edeceğiz ama bu yeniyi kullandığımız için değerli olmayacak, bizler sarsıcı olanı duyurmak, hakikate dair bir parçayı göstermek için bu yeniyi kullanacağız ve o zaman bu yaptığımız yeniyi kullanan bir sanat olacak diye düşünüyorum.
Tugay Kaban – Yeni sembollere ihtiyacımız var mı? Sen bir metni yazarken, elimizdeki semboller sana yeterli geliyor mu? Veya şöyle sorayım, hiç yetersizliğini hissederek, bir şeyler eksik, başka bir şeyler lâzım, başka türlü anlatamayacağım diyor musun?
Ahmet Melih Karauğuz – Aslında şöyle. Yeni semboller zaman içinde ihtiyaç duyulan şeylerdir. Örneğin yazı, bir ihtiyacın sonucunda doğmuştur. Hakeza bugün her ne kadar edebiyatta yaygın olarak kullanılmasa da, emojiler kurumlardan şirketlere, bireysel yazışmalardan toplumsal kitle gönderilerine kadar bugün her yerde ciddi önemi olan ve kullanılan simgeler. Zamanın ruhu görsele yaklaştıkça edebiyatta da bir şekilde anlatacaklarını direkt görsel ögelerle okuru/alıcıyı muhatap etmek isteyebiliyorsun. Burada metinlerimi yazarken, okurun okuma hızıyla senkronize olacak şekilde işitsel/görsel ve hissel bir takım etkiler uyandıracak simgelere ihtiyaç duyuyorum evet. Yukarıda da bahsettiğim bir edebi ürün üretimi. Ya da ömrümün bir kısmında video oyunla hikâyemi etkileşimli ve oynayanının okuyacağı bir metinsel formda üretmek istiyorum.
Tugay Kaban – Seni oldukça yorduğumu düşünüyorum. Bu sebeple son bir soruyla istersen bitirmiş olalım söyleşimizi. Şunu sual etmek istiyorum. Sana sormamı beklediğin bir soru var mıydı? Ve istersen onu cevaplayabilirsin.
Ahmet Melih Karauğuz – Teşekkür ederim çok keyifli bir söyleşi oldu benim için. Sual olarak değil de belki son bir şey söylemekte fayda var. Hangi zamanda, hangi araçlarla üretiyor olursak olalım, insanın ruhunu, insanın gerçekliğini, insanın hikâyesini göz ardı etmeden ürettiğimiz eserler karşılık bulacaktır. Dünya ne kadar mekanikleşse de insanın psikolojisi ve biyolojisi çağlar boyunca hemen hemen hep aynı özellikler gösteriyor. Bizim okurumuz/seyredenimiz/dinleyenimiz hep insan olacak. Onun gerçekliğini ve elbette kendi gerçeğimizi ıskalamadan, üretmeye, yazmaya, iz bırakma çabamıza devam etmeliyiz.
Tugay Kaban – Teşekkür ederim Melih. Zahmet buyurup sorularıma cevap verdin..
Ahmet Melih Karauğuz – Ben teşekkür ederim çok keyif aldım.