Sanatın ince ruhlara dağılması, aslında bir tür ‘iyicil-yatıştırıcı’ etki yapar ve sanatla beslenen ruhlar canlı ve gürbüz kalır. Bir tür duyusal yücelme eylemidir bu. Estetiğin ülküsü, bu olayı bütün ruhlara yayarak aktarmak olmalıdır. Böylece sevgi ve paylaşım dolu yüce ruhlar ortaya çıkacaktır. Sanatın böyle bir görevi olmadığını söyleyenler ise “Estetiğin İdeolojisi”ni* reddediyorlar demektir. Marksizmin sanata bakışı sanatı özgül değerleri içinde algılarken onu insan yararına kullanma amacı taşır. Ama sanatçıyı çok çeşitli nedenlerle böyle bir yapıya çekmek zordur. Tabii ki devletleri de…Burada ince bir ayrım var: Tarkovski’ye göre sinema izleyicinin düzeyine inmeye çalışmamalıdır. Yani şöyle: sanat toplum yararına bir işlev üstlenirken, sanatı sanat yapan ölçütleri de var saymak zorunda. Asıl problem, üst boyuttaki sanatın tadını ve değerini geniş kitlelere yayma problemidir. Birileri elbette salt kişisel nedenlerle, dünyanın bütün ülkelerinde sanatı içselleştirerek izleyen insanların küçük bir azınlık olduğunu öne süreceklerdir. Oysa bizim toplumcu bakışımız da bunun böyle olması gerekmediği gerçeği üzerine kuruludur. Üst dil içeren bir yapıtın güzelliğinin tadına bütün bir ulusun varması devletlerin politikası olmak zorunda; ancak insanları tüketim araçlarıyla bloke eden kapitalizmin böyle bir niyeti yoktur/olmayacaktır da. Yaratılan şeylerdeki dile bir bakarsak, bu yüzyılda dünyada olan gelişim ve değişimin sanata yansımaması olanaksız. Zaten eğer bu yansımıyorsa, sanat da çağa tanıklık etme görevini yerine getirme ülküsünden ve gerekliliğinden yoksundur. James Joyce okumak zordur, Kafka da, Virginia Woolf da. Ancak bu yazarların bu yüzyıla kattıkları şeylerin üstün nitelikleri ortada. İnsandaki düşünme ve estetik algılama biçimlerine de dolaylı yoldan etki eder bu tür yazarlar ve kitapları. Toplumun estetik algısı da böyle değişir ve de bu algı siyasal algıyı da etkiler. Devletlerden birçoğunun sanatı sevmeyişi de bundandır.
Geçmiş çağın sanatının üzerine çok şey koyan (ve geçmiş yazımda da değindiğim) iki sanatçıyı da anarak bitirelim: Christian Boltanski ve Benoit Maire’in ürettikleri işler hem sosyolojik, bazen mistik, çoğu kez de kavramsal yapılar içeriyor.
Elbette gizli bir ideolojik yapı da.
Sanat insanın, doğanın ve anlamın kalbine bir şey eklerse değerli ve derinlikli olabiliyor kanımca. Elbette felsefenin izlerinin (özellikle bu çağda) bütün yaratımlarda parıldamak zorunda olduğunu unutmadığı ölçüde.