“Kendisini değil, sahte bir dünyayı savunan insanların, ‘dar alanda’ yaşanan ölümcül trajedisi”
Yetenekli olmak bir anlamda ‘mimlenmek’ midir? Bu soru anlamlı, çünkü yaratıcı insanlar özellikle siyasi baskı altındaki ülkelerde akıl almaz acılar ve hırpalayıcı yalnızlıklar yaşıyorlar. Sistem, ‘çoğunluğu’ onaylıyor, çoğunluk ise ‘farklı’ olanı onaylamıyor. Yaratıcı insan beyninin nöronlarında bir farklılık var mı, bu bilimin sorusu ve konusu. Ancak geleneksel normlara aykırı davranan insanı, biz ‘anormal’ etiketi ile damgalıyoruz. Yapay mutluluklar dedik. Sistem insanları düşünmeden alıkoyarak sözde eğlendiriyor ama bir anlamda bir toplumu sürü olarak niteleyerek kendisi de ‘eğleniyor’. Yapay mutluluklar… Tüketimin, meta ile özdeşleşmenin, evlilik, memuriyet, sosyal statü gibi kurumlar ve olaylarla iç içe olmanın dayanılmaz bir cazibesi vardır. Ancak bu amaçları tatmin olan insanlar bir türlü doymazlar, çünkü önlerine teknoloji kaynaklı yeni yeni şeyler konur zekice, tüketmeleri için. Sanatçıya düşen şey burada çürümeyi yansıtmaktır, Fischer’ın** söylediği gibi.
Ama tuhaftır, böyle durumlarda çürümeden nasibini alan ilk kurum da sanat olur; genelde emperyalizmin tutsağı ülkelerde. Etik yara almıştır çünkü bir kere. Buradaki ilginçlik, sanatsal yaratımın meta olarak alınıp satılması ile ilgili bir olay. Maddi kazanım bir kez insani etiğin vesanatın öz kurallarının önüne geçerse, sonuna kadar bu durum toplumların aleyhine bir gidişle sürer. Burada halkın sanatından söz ediyorsak, üst düzey sanatın ancak halka hizmet edebileceğini görmek zorundayız. Bu Bedrettin Cömert estetiği için de geçerli, Tarkovsky sineması için de. Tarkovsky’nin sosyalist bir kültürden gelmesine rağmen ettiği, “Sinema izleyicinin düzeyine inmemeye çalışmamalıdır” sözü de unutulmamalı. Bu düşünceyi benimserken Marksist estetiğin temel düşüncesini de yanlış anlamamış oluruz böylece. Sanat yapıtı dedik; yapay incik, boncuk gibi şeylerle uyutulan bir halkın, gerçek sanat yapıtına ilgi duyması olanaksızdır; sistem o tür kişileri dilediği gibi eğitmiştir çünkü. O zaman bir aileden çıkan tek sanatsever kişinin bile ebeveynleri tarafından da dışlanması trajedisi çıkar ortaya. Sahte dünyayı seviyoruz, çünkü doğduğumuz andan itibaren başkalarının bizim adımıza kapitalizmle yaptığı anlaşma da sahtelik içeriyor. Büyük sanat yapıtları önünde eğilmek yerine, maddeye kul köle oluyoruz. İçimizdeki insani dürtü, kaba, karanlık ve cilalı şeylerle yer değiştiriyor. Günlük eğlenceler; kısıtlı sözcüklerden oluşan cümlelerle yapılan sınırlı konuşmalarda kalmak, basit olanı sevmek, sürekli ‘basit ve bayağı biçimli’ eğlence arama arzusu, bizi kendimizden ve üst modda yaratıcı bir yapıdan da uzaklaştırıyor. Yabancılaşıyoruz. Sevgiye, iyiliğe, emeğe; çok çok kötüsü de, sanatsal ürünlere, insani empatiye yabancılaşıyoruz. Her yer şair kaynarken, bin şiir kitabını yetmiş beş milyon nüfusa satamayışın hesabını da kültürel anlamda zayıf ve cahil bırakılmış bir halka soruyoruz. Devletin eğitemediğini ise, kliklere bölünmüş, problemli bir ülke sanatı da eğitemiyor işte. Ne bekliyordunuz ki? Sahte yüzler, boş kazanımlar uğruna heba olan hayatlar... Yabancılaşmanın ülkeye ve sanata kaybettirdiği bunca şey. Oysa umutlanmak için de yeni kahramanlar bekliyoruz; içimizde potansiyel bir kahramanın var olduğunu unutarak.
Yapaylık, sahtelik ve de ‘ince olan her şeye’ kapılarını kapatmak da kitlesel anlamda bir ‘duygusal ölümü’ getiriyor.
Dipnotlar:
*Gürkan Metin/ Müzisyen
**”Çürüyen bir toplumda sanat, eğer dürüstse çürütmeyi yansıtmalıdır” /Ernst Fischer
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.