Düşünsel sinemanın ‘gelecekçi’ örneklerini yaklaşık seksen yıl önce çekebilen kişiler*, geniş bir kapı açtı, teknolojik dünyanın felsefi ve buluşçu yapısına. Bunu çok iyi kullananlar oldu; bu olayı başaranlar, geçmişe saygı duyup çağa tanıklık ettiler, ve de bir üst dille. Kavramsal/deneysel, bağımsız ürünler ve de bunların başyapıtları çıktı ortaya sonuçta.Söz gelimi, Andrey Tarkovski, Karel Reisz, Leos Carax, Taviani Kardeşler, Akira Kurosawa, Alain Resnais dili bir üst seviyeye taşıdılar, teknolojiye bağımlı kalmadan. Ama bizdeki Nuri Bilge Ceylan ve benzeri yönetmenler, düşünsel ve biçimsel anlamda, yüzyılın gerisinde kaldılar; kazandıkları ödüllere rağmen bu böyle. Yani yeni yüzyılın sanatı, bu karmaşık çağa felsefi bir ayna tutmak zorunda. Ve de sanatın alçakgönüllülüsü olmaz; çağ bizden çokseslilik talep ediyor.
Diğer sanat alanlarına yönelirsek: örneğin şiir, Marcel Carne’nin dosyasından çıkıp ‘Tarkovski bildirisine’ dönüşmüş sanki (bknz. “Şiirsel Sinema”/ Andrey Tarkovski).
Bildiri demişken, Andre Breton’un öncelikle sürrealizme ışık tutan manifestosu yeni çağın sanatı önünde engin kapılar açtı. Ve başta Bunuel olmak üzere çağın felsefi sinemasını yaratmak amacı taşıyan yönetmenler bunu iyi kullandılar. Derinlikli bakarsak, Bu yüzyılın ‘yüz akı’, dahi sinemacı Leos Carax’ın bilinçaltı kaynaklı yapıtlarını sürrealizmle yorumlamak kanımca akılcı bir yargı olmaz. Kavramsal düşler, yeni yüzyılı selamlayan felsefeler artık geriye bakmayacak kadar bilinçliler; çünkü teknoloji çağının trajedilerine tanıklık kaygısı daha ön planda artık. Bu tanımlama da yeni yüzyılın sanatçısı olmak sorumluluğuyla ilgili bir şey. Plastik ve sinemasal kaygı belki de bu yüzyılı içeren fütürist yapıyı daha önce gördü. Andy Warhol’dan Alain Resnais’ye kadar değişik iklimlere sahip sanatçılar, bir bakıma bu yeni dönemin sanatına öncülük ettiler. Henrik Ibsen tiyatrosu, ‘bizden birer örnekle’ Murathan Mungan/ Orhan Alkaya şiiri, geleneğin ve felsefenin temeline modern şiirin motiflerini yerleştirdiler.
Burada tuhaf olan tek şey ‘popüler müziğin’, özellikle ülkemizde değişim çağına pencerelerini kapatması oldu. Seksenlerin pop’u ve hafif müziği, folk’u genelde ülkenin ve dünyanın gelişimine uygun bir çizgideydiler. Oysa günün popüler müziği, dün ve bugün arasında geçen zamanın farkında değilmiş gibi, yeknasak çizgisini alabildiğine rahatlıkla sürdürüyor.
Yazınsal anlamda bakarsak,
Türkiye’deki romanın bu dönemle olan ilişkisini sanki Orhan Pamuk dışında fark eden yazar yok gibi. Düşsel yazın’ın görüntüsel yapısını Murathan Mungan’ın “Sahtiyan”ında bütün görkemiyle gördük. Mungan düzyazıda da bu bakış yeteneğini sürdürüyor. Ülkedeki en tuhaf ve açıklanması zor olan şey ise popüler (arabesk) roman patlaması oldu. Hiçbir yeteneğe dayanmayan, felsefesiz, dil kurallarından uzak bu sözde yazarlar, bir zamanlar Kerime Nadir’i küçümseyen bizim kuşağımızı tavrımızdan dolayı utandırdılar doğrusu. Çünkü Kerime Nadir gerçekten yazardı.
Sinemayı bir numaralı sanat olarak görenlerdenim. Bu yüzden alanlar arasındaki ilişkiyi sinema merkezli olarak algılamayı/yorumlamayı seçtim.
Puşkin’in lirik şiirsel romanı “Yevgeni Onegin” sinemaya aktarılabiliyorsa, Murathan Mungan’ın ‘aşiret destanı’ “Sahtiyan” niçin görsel alanda yer bulamasın ki…
Roman uyarlamaları başlı başına başka bir yazının konusu olabilir ancak.
Ama, Kundera’nın -doğal- itirazlarına rağmen, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin/ Philip Kaufman” iyi bir sinema örneği olduğunu düşünüyorum. Bir kere filmdeki oyunculuklar görkemli. Ah, siz Juliette’i (Binoche) acemi mi sanıyordunuz o filmde! Onun doğaçlamaları yeter sadece bu filmi götürmeye. “Nine”daki görkemli oyunuyla eskimez oyuncu olduğunu kanıtlayan Daniel-Day Lewis’in “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ndeki yetkinliği de zaten kendisini tartışmasız olarak sinemanın onur kürsüsüne çıkarıyor.
Yine bir John Fowles uyarlaması. “The French Lieutenant’s Woman /Fransız Teğmenin Kadını”nda, Karel Reisz, film içinde film yaratarak başka bir felsefi yapıta imza atar, bugünün sinemasına göndermeler yaparak.
Thronton Wilder, Çehov gibi yazarlar salt modern tiyatronun değil, bu yüzyılın bütün çağdaş sanatlarının önünü açtılar, özellikle sinemanın. Tarkovski’nin “Ayna” sının tiyatrodan çok şey aldığını düşünüyorum.
Özetle, bütün sanat dalları arasında geçirgen bir bağ vardır. Yüzyılın sanatını yaratan -sözünü ettiğimiz- sanat eylemcilerinin de bu bilgiyi iyi kullandıklarını düşünüyorum. Çağdaş yaratım ise düşüncenin diliyle gerçekleşebilecek bir şey.