Öykülerin bütününe yansıyan yalnızlık duygusu neredeyse kahramanlara giydirilmiş uygun ve alımlı elbiseler gibi. Bilinçaltlarında taşıdıkları bir anlaşılamama ve yalıtılmışlık hissiyle kendi dünyalarında var olma telaşındalar. Onları vazgeçemedikleri bu karamsarlıklarından alıkoyacak bir el, kurtarıcı bir kurgu da nedense çıkmamaktadır. Yusuf Atılgan’ın olay örgüsü ve karakter dağılımındaki bu tercihleri eserlerinin genel bir özetini de vermektedir aslında. Bu yönüyle romanları da öykülerinden ayrı görülemez; aksine içindeki hüznü ve bireyselliği alabildiğine çoğaltan bir kıvama sahiptir onlar da.
Bütün Öyküleri, “Bodur Minareden Öte”nin “Kasabadan” bölümün ilk öyküsü olan “Evdeki” ile açılıyor. Burada, küçük bir kasabada, annesiyle sorunlar yaşayan yalnız bir genç kızın dış dünya ile evlerinin penceresinden kurduğu bağlantıya tanık oluyoruz. Pencereden görülen araziye on yıl önce konulan kalasların kaldırılışıyla başlayan hikâyede az da olsa umudun küçük adımları duyuluyor: “Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamaya gelecek çocukları bekliyorum.” (s.11) Atılgan’ın kendisine bir isim bile vermediği, ona sadece ‘evdeki’ demekle yetindiği bu genç kızın çevresine nazaran farklı olduğunu düşündürür nedense bizlere. Lise mezunu olduğunu, dayısının İngilizceyi ona az çok öğrettiğini ve verdiği kitaplarla onun dünyayı tanımasına yardımı dokunduğunu, bu farklılığın delilleri olarak koyar önümüze. Annesiyle yaptığı tartışmalar ve çevreden gözlemlediği olumsuz örnekler sebebiyle evliliğe de sıcak bakmayan karakterimiz, toplumsal baskı karşısında yaşadığı dışlanmanın yükü altında ezildiğini yer yer dile getirir.
“Kasabadan”ın ikinci öyküsü olan “Saatların Tıkırtısı”nda ise yazar, bizleri bir saatçi dükkânının yoksul müziğine çağırıyor. Burada da bizi ilk karşılayan nedense yine hüzün oluyor: “İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıdaki saatçınındı bu levha, sormuş öğrenmiş gibi biliyordum bunu. Küçücük dükkânın önünden her geçişimde hep aynı hüzün kaplardı içimi.” (s.16) Saatlerin hep bir ağızdan çıkardıkları benzer seslerle örülmüş bir dünyanın duvarlarını yıkma içgüdüsüyle konuşan anlatıcıya kulak verir burada okuyucu. Onun bu sabit düzenle alıp veremediğine değil de saatçinin bu tekdüze gidişattan kurtulmak için yapması gerekenlere kafa yorarız hep birlikte. Çünkü bu şekilde seyreden bir kurguda anlatıcı da saatçinin özgürlüğünden kendine pay çıkararak kendi dar dünyasının sınırlarıyla rahatça yüzleşebilecektir. Saatçinin her zamankinden farklı olarak bir gün saatleri kurmaması, dükkândan çıkıp çarşıda bağıra çağıra koşması üzerine planlanmıştır her şey. Kim bilir belki bu plan tutacak ve anlatıcı özlemini duyduğu özgürlüğe kavuşacaktır ya da belki de gerçekleşmeyeceğinden emin olduğu bu planı sadece kendisine umut verdiği için zihninde taşımaktadır.
“Köyden” bölümünün ilk öyküsü olan “Tutku”da, bölümün adından da anlaşılacağı üzere taşrayı mekân olarak seçmiştir yazar. Burada, çevresince yarım akıllı yakıştırmaları yapılan saf bir delikanlıyı, Osman’ı, yerleştirir hikâyenin özüne. İnsanlar tarafından dışlanan, okuma yazması olmayan ve çektiği sevda yüzünden işleri de savsaklayan kahramanımız, annesinin yakınmalarına da maruz kalır; fakat o bunlardan alınacak bir halde değildir. Onun tek derdi, bir gün rastgele karşılaştığı ağa kızının mavi gözlerini bir daha görebilmektir. Ondaki bu durum, öykünün de adı olan ‘tutku’ya dönüşmüştür: “Gök boncuklarım vardı benim. Gömleğe elimi sokar, bir avuç çıkarırdım. Şu bana bakan gözler gibiydi benim boncuklarım.” (s.26)
Sınırlarla derdi olduğunu her fırsatta duyumsatan yazar, “Kümesin Ötesi”nde bir tavuğu konuşturarak yaptığı işe farklı bir boyut kazandırır. Yer verdiği diğer karakterlerde olduğu gibi buradaki tavukta da ilk bakışta bir farklı olma algısı göze çarpar. Yaşadığı kümesten uzaklarda, daha iyi şartlarda bir hayatın özlemin duyar: “Nasıllar, neredeler, bu duvarların ardında ne var? Bütün gün içimde hep bu merak öteki tavuklarla kavga ediyorum.” (s.33) Yazar, aynı tekniği bölümün son öyküsü “Yük”te de denemiştir. Burada da kahramanımız boyu kısa, yolu uzun erkek bir kırlangıçtır. Sosyal çevreden gördüğü baskıları ve geleneklerle yaşadığı sıkıntıları dinleriz kırlangıcın ağzından. Türü farklı da olsa anlatıcıdan duyduklarımız, bizi yansıttığı için bunu yadırgamayız.
Bu bölümün atladığımız üçüncü öyküsü olan “Dedikodu”da da karşımıza dışlanmış, yalnız ve yine farklı bir karakter çıkar. O, şehirden köye gelmiş bir gelindir. Köy yaşantısının o, merakla alevlenen dedikodu kazanı, bu kez onun için fokurdamaya başlayacaktır. Atılgan, bu hikâyede diyeceğini üç bölümde, üç farklı karakter ağzından söyler: “Koca gelin’in dediği”, “Küçük gelin’in dediği” ve “Fadimaba’nın dediği”… Küçük gelin bir yerde şöyle der: “Beni kahretmek için nasıl elbirliği etmişler! Ne yaptım onlara? Aralarına isteye isteye mi karıştım?” (s.46)
Aylak Adam’ın yazarı, bölümün ikinci öyküsü olan “Atılmış”ta, işten çıkarılmış bir adamın başıboş ve aylak halini bir deniz kıyısı atmosferinde işler. Dalgaların ileri geri salınımları aslında onun ruh halinin de dışavurumlarıdır. Hayatta artık her şeyden şaşırır bir hali vardır adamın bu ‘atılmış’lıktan sonra: “İnsanların birbirine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi.” (s.62)
Yazarın bütün öyküleri, neredeyse isimlerine emanet edilmiş gibidir. Bu bölümdeki üçüncü öykü olan “Çıkılmayan” da bunlardan sadece bir tanesidir. Burada da sahip olduğu yaşantıdan, onun için çizilmiş sınırlardan dışarı çıkamayan; kısacası değişime kendinde hiçbir pay bulunmayan silik bir karakterler karşılaşırız. Pişmandır kahramanız ve kurtuluş çareleri arar: “Yarın gider o yerin sahibini bulurum. Bu paralar senin, derim. Yere düşmüştü, çalmasınlar diye aldım, al!” (s.69)
Yalnızlık, dışlanmışlık, anlaşılamama, yoğun bir sıkılganlık gibi genelde karamsar temaları melankolik kahramanlarla yazdıklarına katan Yusuf Atılgan; bunları abartıya yer bırakmayan bir dille okuyucuya aktarıyor. Hikâyelerin ve karakterlerin sadeliği, onların gerçek yaşamda karşılıklarını bulabilme ihtimalinin çokluğu okuru çeken noktaları oluşturuyor. Özellikle öykü insanlarının, onları ete kemiğe bürüyen yanlarının atlanmaması; onların da yeri geldiğinde tuvalete gidip ağrıyan dişlerini çektirmek istemelerine kurguda ayrılan yerler bu hikâyelerin hayatla olan bağlarını kuvvetlendiriyor.
Atılgan öykülerinin şehirleri de bellidir aslında. Genelde Manisa, İzmir ve İstanbul’da geçen hayatlara ayna tutar yazar. Bunun da başlıca nedeni kendi biyografisine yakınlığı tercih etmesidir. Bu şehirlerde geçen hayatın öğrettiklerini sunar çoğu kez bizlere. Köy, kasaba ve kent yaşantısının anlatımında bu yüzden bir boşluğa da düşmez. Kullandığı dil, yerel söyleyişlere de yatkındır bu bakımdan; şehirli jargonuna da. Kısacası; diline üslubuna, konularına ve konuk ettiklerine baktığımızda Atılgan öykücülüğü bizi, toplumdan kopuk bireyin yaralı ruh dünyasına götürür. Bu kopukluk da yazarın kendi yalnızlığının büyük fotoğrafıdır aynı zamanda. Bu kitapla Yusuf Atılgan, siyah-beyaz ve hüzünlü bir albüm oluşturur. Bizim de bakalım diye kucağımıza bıraktığı şey, bundan başkası değildir aslında.