Eğer bahsedeceğimiz bir şair olsaydı, bize ipuçları sağlayacak ve bize anlamda kolaylık bağışlayacak imgelerimiz ve duygu köklerimiz olabilirdi hiç şüphesiz. Bir Romancı ya da hikâyecide de bu tür bir gözlem kabiliyetimiz bulunabilirdi. Yapıtlarında sakladıkları kurgusal ve estetik yapılar, dili kullanma ve üslup oluşturma yönelimleri; sağlam, sağlıklı sonuçlar çıkarabilirdi karşımıza. Ama öznemiz, düşüncenin kapladığı bir dünyayı oluşturan ve buradan belli ve geçerli sözler/söylemler üreten sıra dışı bir yazar olunca bütün pratik yöntemler saf dışı kalıyor ister istemez.
Türk edebiyatının ve Türkiye’deki felsefi söylemin içinde yıllarca bulunmuş ve her biri diğerinden özgün metinleri Türk diline kazandırmış ender kalem ustalarından biridir Bilge Karasu. Dilde var olan kurgu, anlatı ve biçemin olanaklarını zorlamak gibi bir misyonun bilinçli uygulayıcısı olarak uzun bir dönemde kendini ifadede okuyucu ve üreten kesim olmak üzere çeşitli anlam sorunları yaşayan yazar; bunun her iki kesimi de yetiştirme ve onlara felsefenin ortaya çıkardığı imkânları edebiyatta yaşatma uğraşı olduğu düşüncesini kabul ettirmiştir. Bu nedenle bugün bile, hala yüzeysel bir okumaya karşılık vermeyen ve derinlemesine bir yakınlaşmayı gerekli gören yazıların sahibi olmasını başka türlü açıklamak yerinde olmazdı sanıyorum.
İstanbul’da, 1930 yılında doğan Bilge Karasu’nun eserlerine genel olarak göz attığımız zaman, onun yazıyı ve yazma eylemini bir problem olarak ele aldığını ve bunun üzerinden çıkarımlara giriştiğini gözlemleyebiliriz. Zaten felsefenin temelini oluşturan bu ‘soru(n)’ mantığını kullanmış olması bile onu diğer örneklerinden farklı bir yerde görmemiz ve değerlendirmemiz gerektiğine işaret ediyor. Sürekli, okuyanı bir farklılık peşinde alınan yola sürüklediği yapıtlarında, konunun benzersizliğinden çok anlatımın değişkenliği üzerinde kafa yorduğunu hissettiren cümlelerle çıkıyor karşımıza. Onun için diyebiliriz ki, Karasu’nun yöntem bilgisinde temel mücadele işten çok işin nasıl yapıldığı üzerinde düğümleniyor. Bir labirent ya da yapboz oyununun sabır isteyen çeşitliliği ve çelişkiliği gibi Karasu’nun sözcükleri de ona yönelen zihinleri biraz hırpalamıyor değil. Ürettiklerinde göze çarpan deneysellik, yoğunluk ve anlamsal çağrışımlar da onun neden çok okunup az anlaşıldığını bu bakımdan anlamlandırmaya yetiyor gibi.
Çemberi geniş tutan bir yazar portresi var önümüzde. Metinlerinin okunup onlardan estetik ve düşünsel bir haz alınabilmesi için, var olan diğer sanat dalları ve disiplinlerin yakınında durmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Şiire, müziğe, görsel ve işitsel sanat dallarına hâkim bir anlayış, onun eserlerine daha etkin bir bakış açısı kazandırmada farklı eğilimler sunuyor okuyucunun karşısına. Öyle ki; böyle bir donanımla gelmiş ve kitabın karşısına kurulmuş okurlar, aldıkları edebi ve düşünsel hazzın kendilerine bir mükâfat olarak geldiğini rahatlıkla düşünebilirler.
Başka sırları da var Karasu’nun; her özgün yazarın hayatının belli kuytularına sıkıştırdıkları cinsten. Hep bir amatör ruhla sarılmak kaleme bunlardan birini oluşturuyor. Ne denli yetkin, işin ustası kabulü varsa da çevreden gelen; bunlardan ayrı bir yerde duruyor yöntemin çevikliği. Gelenekçi bir bakıma, bu yönden; çünkü kendisini ustasından aldıklarıyla yetiştiren bir çırağa benzetiyor. Ama aynı zamanda gelecekçi de oluyor; hep yeninin peşinde aldığı yol nedeniyle. Geçmişte kaybettiğini gelecekte bulma hayalleri taşıyan bir maceraperest tavrıyla genişleyen bir öykü onunkisi. Bu öyküye sahip çıkmak için sürekli yeni şeyler deneyen ve bir türlü istediğini tam anlamıyla bulamayan bir sıkıntılı hal de var belleğinde. Bu hal, onun yenilikçi masum çocuk yüzüne ve deneyim kokan aksakallı iyimserliğine bir temiz kalp buluyor.