Altay Öktem ile Onur Köybaşı Söyleşti
Thomas kaygılı bir uçurumdan kendini bırakırken seninle kafamızdaki o kaygan zeminin rakı sofrasında sohbet ediyorduk. Şimdi, üşüyen kuşlarınla göründün bu kez; kafanda bir dünya şiirle. Hoş geldin sevgili Öktem, hayırlı olsun yeni kitap. SRC etiketiyle okuyucuyla buluşan Kuşlarım Üşüyor adlı toplu şiirler kitabının süreci nasıl gelişti?
O romanım Thomas’ın uçurumdan düşmesiyle başlıyordu, biliyorsun. Daha ilk sayfada kahraman ölüyordu. Aynı zamanda şiiri anlatan bir metafor bu. Şair, yazdığı ilk şiirle uçurumdan düşmeye başlar. Düşmeye yazgılıdır ama bu yazgıyı bile isteye seçmiştir. Uçurumun ucu bucağı yoktur şiirde. Şiir şairinden beslenir, onu eksilte eksilte yükselir. Kuşlarım Üşüyor, 1992 ile 2016 arasında yayınlanan dokuz şiir kitabımın toplamı. Bu açıdan, on yıllarca süren bir düşüşün anatomisi de diyebiliriz. SRC Yayınları, hem de yayıncılığın çok sıkıntılı olduğu bir dönemde bize böyle bir imkân sundu. Kuşlarım Üşüyor ile birlikte Turgay Kantürk ve Emel İrtem’in toplu şiirleri de yayınlandı. Sonbaharda Orhan Alkaya, Akif Kurtuluş, Sina Akyol, Ferruh Tunç ve Cem Uzungüneş de aramıza katılacak. Toplu şiirleri önemsiyorum çünkü bir şairin tüm serüveninin tek bir kitapla elimizin altında bulunması çokdeğerli. Şiirimizin birçok önemli isminin kendi uçurumlarıyla yüzleşme fırsatı doğacak, daha ne olsun.
Madem şiirinin külliyatı var şu an önümüzde ve madem rakıcıyız bu akşam, o zaman şunu sormama izin ver lütfen: şiire nasıl bulaştın ve sence Altay Öktem hangi şiiriyle “Altay Öktem” oldu?
Orhan Alkaya’nın bir sözü var: “Edebiyatın birçok alanında bir şeyler ürettim, sonrabaktım şiir beni seçmiş.” Soruyu bu bağlamda cevaplamak isterim. Şiire bulaşılmaz, şiir sana bulaşır, seni seçer ve ne zaman oldu, nasıl oldu, farkına bile varamazsın. Yazdığım ilk şiirle Altay Öktem olmak üzere adım atmışımdır herhalde. Hâlâ da atmaya devam ediyorum. Çünkü şiirde “olma hali” çok uzun ve meşakkatli bir süreci ifade ediyor. Bu kötü bir şey değil, çünkü olmaya çalışmak, olmaktan daha güzel.
Kuşlarım Üşüyor kitabın tüm şiirlerinin sergisi gibi. Bütün yaşadıklarına, yaşattıklarına, gördüklerine, aktardıklarına, dokunduklarına, hissettiklerine ve daha fazlasına açılan sınır ötesi gezegen adeta. Hepsini ortak bir sergiymişçesine dolaşmamıza izin veriyor, bana kalırsa mıntıkalar arası gezinmek gibi. Çünkü tüm benliklerine açılan kapılar bunlar. Tüm bu şiirleri bir arada görmek senin ve sentaksının soyut mülahazaları gibi. Bu duygu coğrafyasının nasıl bir iklimi var, nasıl besleyip nasıl inşa ettin şiirini? Ve bu zamana kadar şiirin bir erozyon yaşadı mı?
Ben defalarca erozyona uğradım ama şiirim uğramadı sanıyorum. Hatta her erozyon dönemi şiiri beslemiştir büyük olasılıkla. Bu kitap sayesinde şiirimin kat ettiği yol, yaklaşık kırk yıla yayılan bir şiir/hayat serüveni okurlarla birlikte benim de gözümün önüne serildi. Toplu şiirlerin sunduğu imkân bu. Okur ne hisseder bilemem ama benim için bu biraz da sarsıcı bir deneyim. Tüm benliklerin diyorsun ya, birden fazla benlikle ve kendinin birden fazla oluş haliyle yüzleşiyorsun. Şiirimi inşa ederken ne yaptığımın çok da ayrımında değildim. Şimdi kuş bakışı, o inşa sürecine daha rahat bir şekilde bakabiliyorum. Şiirin inşa süreci, kendini inşa etme süreciyle koşut gidiyor. Bu da sarsıyor insanı.
Şairler yazdıkları şiirin poetikasını ne kadar oluşturabilirler ya da ne kadarını oluşturmuşlardır?
Her şair yazdığı şiirin poetikasını oluşturmak için yola çıkar, çıkmalı. Oluşturabilir ya da oluşturamaz, onu zaman gösterir. Poetikaya yaslanmayan bir şiir yolculuğuna çıkmak, karaya vurmayı baştan kabullenmek demektir. Elbette bunu, poetikayı politikadan ayırmadan söylüyorum. Şairin poetikası, politik duruşundan bağımsız değildir.
Bir şiirinde “yaşamadan yaşlanmaktı yani, eksik sevişmek hayatla” diyorsun. Hayatla sevişmelerimizde bir doyum noktası yok mu sence, hep eksik mi sevişiyoruz onunla?
Mecburen eksik sevişiyoruz. Çünkü dünya isteyerek, kendi kararımızla geldiğimiz bir yer değil. Zorla sürgüne gönderildiğimiz bir yer bile değil. Gözlerimizi açtığımız an kendimizi bir yerde buluyoruz ve nerede olduğumuzu, ne olduğumuzu anlayamıyoruz. Önümüzde bir hayat olduğunu fark ettiğimizde ise, bir kısmını yaşamış, büyük ihtimalle de boşa yaşamış oluyoruz. Doğa boşluk kabul etmez ama insan boşlukları olan hatta haddinden fazla boşluğu olan bir canlı. Bir yandan iradesi dışında karşılaştığı hayatın ne olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da içindeki boşlukları doldurmaya, kendini anlamlandırmaya, oluşturmaya çalışıyor. Ama olmuyor! Bunun neresinde bir doyum noktası olabilir ki?
Bu ülkeye rağmen kişinin kendi olabilmesinin bir sırrı var mıdır ya da bunu nasıl başarabilir insan?
Bu ülke sokağa maskesiz çıkmamıza tahammül edemiyor. Hiç kimse kendi değil ve çoğunluğun böyle bir meselesi de yok. Dahası, aynı şey ülke için de geçerli; yaratmaya çalıştığı algıyla olduğu şey arasında dağlar kadar fark var. Kendin olabilmenin yolu yüzleşmekten geçer. Bizde yüzleşme değil, inkâr kültürü hakîm. Uçsuz bucaksız bir karanlıkta kendimizi bulmaya çalışıyoruz sadece. İnsanın kendi olamamasının haklı gerekçeleri var ama kendi olabilmesinin imkânı da sırrı da yok.
İnatla savunuyor musun eski huylarını hâlâ, yoksa bıraktın mı hepsini, kendine yeni huylar edinmeli mi insan?
Savunuyorum çünkü huy edinmek kolay değil. Eski huylarını inatla savunmalı ama yeni huylar edinmek için de amansızca çalışmalı insan. Her huy, bir diğerinin üstüne inşa edilir ve laf aramızda, şiir en eski huyumuz bizim.
Ayna şiirinde “beni yanlış evlerde aradılar” diyorsun, doğru evde misin artık ya da kendini bir yere ait hissediyor musun?
Doğru ev var mı Onur? Ev, insanın kendini bile isteye gömdüğü bir hapishane aslında. Aynı ruh gibi. Ben, somut bir gerçeklik olan ev ile soyut bir gerçeklik olan ruhu aynı düzlemde görüyorum. Ev nasıl ki fiziksel anlamda içine sığındığımız cehennemse, ruh da psikolojik anlamda içine tıkıştırıldığımız cehennemdir. Ruhumla da evimle de çarpışarak geldim bugüne ve bu çarpışma halinden memnunum. O yüzden, hâlâ arayan varsa beni, muhakkak yanlış evlerde arıyordur.
6 Şubat depremi, iktidarın ötekileştirme politikalarının ne denli acımasız olduğunu gözler önüne serdi. Yıkıma uğrayan şehirlerden bir kısmına ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışırken, bir kısmına kayıtsız kaldılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ötekinin reddi üzerine kurulduğunu ve bu anlayışın kesintisiz olarak sürdüğünü biliyoruz. Ama tarih boyunca ilk kez, enkaz altında kalanların ötekileştirildiğine tanık olduk. O yüzden, özellikle Hatay’a sık sık gitmeye, elimden gelen dayanışmayı göstermeye çalıştım. Dayanışma, günümüzde direnişin en önemli argümanlarından biri ancak bu tarz felaketlerde, bir ölçüde kadar faydası oluyor, sorunun çözülmesinde yetersiz kalıyor. Bunu hafızamıza kazımak ve asla unutmamak zorundayız. Dini, etnik, cinsel kimlik ya da politik tercih açısından, hiç ayrım yapılmaksızın, ötekileştirilen herkesin gözden çıkarıldığının açık beyanıydı bu. Yapılacak tek şey, sıramızı beklerken sessiz kalmamak.
Bir yandan da “Altay Öktem ile Şimdi Şiirin Vakti” adlı şiir etkinlikleri yapıyorsun, hem genç şairlere hem de usta şairlere yer verip onları konuk ediyorsun. Dürüst davranmam gerekirse, edebiyat dünyasında birbirine el vermekten kaçınan bunca insan varken bu noktada sayılı insanlardansın. Nasıl gelişti bu süreç ve neler hissettiriyor bu bir arada olmaya yer verme duygusu.
Bu tür buluşmalar şiir tarihimizde bir gelenek. Yayınevlerinin, dergilerin bürolarında, kahvehanelerde, meyhanelerde, derken barlarda, kafelerde şairler birbirleriyle bir araya gelme, tanışma, konuşma, şiirlerini paylaşma imkânı bulurdu. 90’lı yıllardan itibaren yapılmaya başlanan şiir geceleri de farklı kuşaktan şairleri buluşturma gibi önemli bir işlevi yerine getiriyordu. Günümüzde şair her zamankinden daha fazla yalnızlaştı. Oysa şiir yalnızken yazılan ama birlikteyken çoğalan bir şey. Bu geleneğin fitilini tekrar ateşlemek istedim. Kadıköy’de, Yaykoop Kitabevinin bünyesindeki Antika Kafe’de Haluk Çetin’le birlikte, onun gitarı ve sesi eşliğinde başladık bu etkinliğe ve dördüncü yılını doldurdu “Şimdi Şiirin Vakti”. Bir arada olmak, sanırım hepimize iyi geldi.
Ve son olarak: “Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar, beyler!” diye anons geçiliyor. Durum çok ciddi. Sende çantanı hazırlıyorsun. Gerçekten gidiyoruz yani. En son ne bırakmak isterdin dünyaya?
Nâzım Hikmet’in bir dizesini söyler, “Çok yorgunum beni bekleme kaptan” derdim ve hazırladığım çantanın üstüne oturur, Nâzım’ın dizesiyle birlikte kalırdım dünyada. O muhteşem sonu asla kaçırmak istemem.