Sozopol. Eylül ayı. Deniz, incir ve yaz sonu kokuları. Küçük restoranın terasından eski donanma üssü görünüyor. Geciken turistler bulutların nezaretinde havlularını, güneş yağlarını ve şişmeli sürüngenlerini topluyorlar. Koyulaşan deniz suyu belli belirsiz bir tehditle kumu yalıyor. Dar masamızın kırmızı örtüsü üçgen uçlarını dört tarafa salıvermiş. Martin ile ikimiz kalın cam kadehlere nazlanırcasına bakarak oturuyoruz. Martin yazar. Kahramanları sessizliği çekemeyen, restoran kedilerinin kendilerini izlediğine dair manialar geliştiren, yolda rastladıkları kişilerin gözlerinin fotoğrafını çeken, sonları hep berbat olan öyküler yazıyor.
Bir tanesini Alman olan karısının okuması için İngilizceye çevirmiştim. Karısıyla her yazı Sozopol’da geçiriyorlardı ama artık karı koca değiller. Yazın başında ayrıldılar. Derdinden kendini içkiye vurmadı, ağlayıp sızlanmadı, fahişelere de koşmadı. En azından benim haberim olmadı. Bu ayrılığın ona koyduğu kesindi ama açık vermeden geçiştirebiliyordu. Deniz de geçiştiriyor, hep aynı- ancak çok dikkatli bakıldığında yazın bittiğini anlıyorsun.
“Offf!”, iç çekiyor Martin.
“Ne ofluyorsun?” diye soruyorum.
“Seçemiyorum”
“Balık ye.”
“Doğru, balık. Demektir uskumru.”
Martin için balık demek uskumru demektir. Hamsi hiper ufak bir uskumrudur. Palamut ise pahalı ve her zaman bulunmayan başka bir uskumru türü.
“Bu uskumruyu, diyorum, beş altı ay önce Arjantin’de dondurmuşlar. Karadeniz’de uskumru yok olalı on beş yıl var.”
Karadeniz’de on beş yıldır uskumru olmadığını Rosen söylemişti bana. Rosen şair. Kadınların tepeden tırnağa şiir olduğu, kanlı bakışlar altında muhteşem güzel acılar çektikleri, kızışmış dişi kör kediler gibi seviştikleri ve sonları şahane olan şiirler yazıyor. Aslında hepsi kedileri yazıyor. Garip bir durum. Bu restoranda hiç kedi yok. O da garip. Garson kız salatalarımızı getiriyor. Martin hala menüye bakarak somurtuyor, dersin ki dişçide ve hizmet fiyatlarının listesini inceliyor. Garson kız çekip gidiyor. Bir Alman turist aile terasın öbür ucundaki masaya yerleşiyor. Erkek ciddi bakışlı biri, kadın hazdan ışıldıyor, çocuklar uzun süreceğe benzeyen bir akşam yemeğinin sıkıcılığını öngörebiliyorlar.
“Seçtim.” diyor nihayet Martin.
“Uskumru ızgara? Uskumru kiremit? Uskumru çorbası? Limon soslu uskumru?”
Birdenbire susuyoruz, hava kıvamlı bir hal alarak saydam bir paravana dönüşüyor, biz arkasında kalmış aval aval bakıyoruz. Garson kız. Bizimki değil. Başka. Almanlara menüyü uzatıyor. Erkek kekeleyerek “Ddddanke!” diyor, kadının yüz kasları geriliyor, çocuklar boğuşmaya ara veriyor. O, içeriye doğru yürüyor, kayboluyor. Sanki bir anlık bir esinti gelmiş, genç meyve ağaçlarının dallarını sallamış, çiçekler serpmiş ve geldiği gibi aniden dinmiş. Martin öksürdü.
“Evet.” diyorum.
“Hayır.” dedi Martin.
“İyi ki, Rosen burada değil.” diyorum ben.
Az önce esintiyle geçen varlığa Rosen’in göstereceği tepkiyi düşünmek bile güldürücü. Ancak gülmüyoruz. Güzel olan, gülünç ya da güldüren olamaz, anacığım. Güzellik ciddidir. İnsanda baskı yaratacak derece ciddi olabilir. Güzellik ağırdır, üzerine çöker. Ağırlığının altına ezilebilirsin.
Oysa bunun kendisi hafif. Yeniden görünüp, Almanların siparişlerini almaya yöneldiğinde normal bir insanın yerde atacağı adım sayısının yarısını atıyor sanki. Aynı zamanda çevresindeki tüm boşluğu biteviye dolduruyor. Buradaki her şey o oluyor. Masalar, sandalyeler, deniz… Hakimiyeti kesin, sürüyor, yönetiyor- yumuşacık ama kararlı. Öyle bir ahenk ki yansıttığı, öyle bir mutluluk ki o, birden nasıl bir aptallığın içinde olduğumu şiddetle hissediyorum. Martin’in de farklı olmadığı besbelli: gözlerini boşluğa sabitlemiş, ağzı yarı açık, elinden menüyü bırakmadan donup kalmış… Bir anda parmaklarımla sinirli sinirli masaya tıkırdattığımı işitiyorum. Hava donmuş ve katmer katmer yığılıyor, üst üste yorganlar oluşuyor, her biri yumuşacık, içleri tüy dolu olmalı, ancak sonunda dayanamıyor, boğulacak gibi oluyorsun, bağıracak oluyorsun… Haykırmıyorum yine de. Nefesimi sesle dışa veriyorum. Almanlar da yavaş yavaş sersemlemelerinden sıyrılıyorlar. Kadın bir şey söylüyor, zorlukla da olsa eşiyle kurtarıcı bir sohbete giriyorlar. Onları örnek alıyoruz. Sozopol’dan, peynirden ve Sarkozy’den söz ediyoruz. Capote, Coverdell ve Koprivştitsa’yı konuşuyoruz. Ancak çok geçmeden o gene yanlarından geçiyor. Havada yürüyen ayakları en yere basan kadın. Dönüşte şapşal bakışlarımızı yakalıyor ve özür dilercesine tebessüm ediyor.
“Gördün mü?” diyor Martin. “Farkındayım ama elden ne gelir” der gibi bir halde.
“Evet, diye onaylıyorum. Böyle bir duruma ilk defa düşüyor değildir her halde.”
”Oysa çok genç. Yaşı on sekiz var mı acaba?” diye devam ediyor Martin.
“O kadar da değil.”
“Çok genç. İlk bakışta belli olmuyor, çünkü genç kızların yürüyüşü böyle olamaz, böylesi bir varlık göstermeleri mümkün değil…”
“Özgüven bu.”
“Evet, tastamam bir özgüven.”
Ve o’nu tasarlamaya, yaratmaya koyuluyoruz. Üniversite öğrencisi olabilir, bu sene ilk yılı, hem de en çok istediği bölüme girmiş ve okul açılmadan biraz birikim yapmak için restoranda çalışmaya başlamış. Buralı bir kız olma olasılığını en başından siliyoruz, bir süre erkek arkadaşının neyin nesi olabileceği üzerine tartışıyoruz ve sonunda öylesi sıradan biri olduğuna karar veriyoruz, öyle böyle sıradan değil, ikisini yan yana görenlerin birlikteliklerini yadırgayacakları derecede özelliksiz birisi bu. İş yeri dışındaki giyim kuşamı nasıldı acaba, plaja gittiğini, dondurma yiyebileceğini varsayabilir miydik, şemsiyenin altında bulmaca çözmeyi sevme olasılığı ne kadardı? Evet ise bütün bunlar ne denli abesti böyle!? Hiçbir serbest vakti olmasına olumlu bakmıyoruz, buranın, bu kadar mutlu, bu kadar yerli yerinde göründüğü şu otuz metre karelik alanın dışında bir hayatı olamazdı, yoktu! Ancak bu saçma işini bile büyük keyifle yaptığını kabul ediyoruz: sipariş almıyor, çanak tabak taşımıyor, o insanları doyuruyor, insanlar onun sayesinde yaşıyorlar, sonra yemeklerin izleri tıpkı her görünüşünde havayı dalgalandırdığı o ani esinti gibi kayboluyor.
Ismarladığımız tüm yemeği ve iki sürahi şarabı afiyetle bitiriyoruz. Bunları o getirmedi ama biz yine de ona şükran duyuyoruz. Yine de hüzünlüyüz. Aslında güzellik hüzünlü. Her zaman yitik bir şeyleri, eksiklikleri, yoklukları dillendirmeden demeye getirir. Ne tuhaftır, hiç sahip olmadığınız bir şeyin özlemini, hüznünü çekmek.
Gittikçe terasta daha seyrek görünüyor o. Kayboluyor yavaşça, karanlıkta eriyor. Burada daha fazla kalmamız tehlikeli görünüyor. Yapıştığımız bir şeyden koparcasına güç bela kalkıyoruz yerlerimizden. Yürüyoruz. Şehir merkezine, barlara, gece kulüplerine doğru koşuyoruz adeta. Acilen gürültüye, kitche/ kiçlere ve durmadan yanıp sönen ışıklara ihtiyacımız var. Yokuşlu kaldırım sokaklarını hızla geçiyoruz.
Peşimizden gelen, yaklaştıkça büyüyen ve üstümüze inecek kuraldışı bir nostaljinin gölgeli çığının soluğunu duyuyoruz ensemizde.
Çeviri: Kadriye Cesur