Vahşi hayvanların sırtlarında, farkına varmadan kabuklaşıp düşen bir yara gibi düşer bazı insanlar bu dünyadan. Ha bir eksik ha bir fazla… Nüfus müdürlüğü ve cenaze işlerine fazla mesaiden mütevellittir yaşamları…
Bütün sakinlerini kaybetmiş kerpiç bir evin duvarında sonsuzluğa emanet edilmiş gözlerle bakarlar tozlu çerçevelerinden. Ve önemsiz bir ayrıntıda bahsi geçer siyah beyaz fotoğrafların. Falancanın eşiydi, filancanın annesi…
“Bende bir resim var yüzüme bakmıyor.”
Ne ağır imtihanlardan geçer, eprimiş perdelerinin arkasından sel misali akan insanları gözleyen, kimseden bihaber kırışık yüzler. Hayatın keşmekeşine inat sakince geçerler… Hesap kesim günü sıfır borçla…
“…gelenler gideni ya da gidenler geleni aratmıyor. Galiba bu yüzden, kalabalığın yalnızlıktan bir farkı yok.”
Gölgeler gibi, erik ağacının mayısı kucaklaması, duvardaki sıva döküğü gibi, bilmem hangi dağ başının, bilmem hangi koğuğunda tüylerini ve tırnaklarını yola yola can veren bir kartal gibi….
Gizlice ağlarlar, gizlice gözlerler, gizlice yalvarırlardı tanrıya bu gölgeler..
“…yalnızlık denen nane, öyle şarkılarda anlatıldığı gibi insanın üstüne gece vakti çökmüyor. Tam tersine gece vakti seyreliyor yalnızlık, hazmı kolaylaşıyor. Zor olan güneşin parladığı öğle vakitleri, öğleden sonraları, pazar sabahları, cıvıl cıvıl piknik yapılan ikindiler…”
Bir gün bir kapı açılır herkes için ve neyi fotoğraflamışsa zihin o açılır göz perdelerinde, kokular üflenir uzak yıllardan… Kimini baharatlı et sote yapan eşi karşılar, kimini okul çıkışı karşılamaya gelen babası, kimi de annesinin nasırlı elleriyle göğsüne bastığı anda kaldırır başını ve uyanır hayat denen yanılsamadan.
“Dert dediğin her şeyin ötesindeki yerdeyim, gel”
Her nesne anlamlıydı oysa ; büyük antlaşmalar bozan bir tuzluk, “Tuzu uzatır mısın? normal hayata dönüş biletiydi.”, ortadan ikiye çatlamış mermer bir sehpa üzerinde duran solgun bir menekşe…
Gereksiz, üstlerine çok yakışan; aymazlık, vurdumduymazlık, sen de be adamcılık gibi bir huzurları vardır, çoğunun uğruna her şeylerini verecekleri. Her şeylerini verip alamayacakları hiçlik.
“Onları gerçekten dinlemediğimi anlamıyorlar. Neden dinleyeyim?”
“Ne diyeyim huzur tuhaf şey arkadaş, ancak kaybedecek bir şeyin kalmadığında gelip seni bulur.”
Gerçekten yaşayanlar görür ay çiçeğinin güneşe sevdalı olduğunu, bir köpeğin de anılarının olabileceğini, fotoğrafların da ağladığına şahit olunabileceğini… Gerçekten yaşayanların vicdanları tesadüf eder bu muhtelif yaşanmışlıklara ve en çok da kendilerine küser böyleleri. İnsan denen kuyularda boğulanları kurtaramadıkları için…
“Ben ile kendim arasında derin bir sessizlik var, sanki ağırlaştırılmış bir yalnızlık yaşıyoruz.”
Kaleminden düşmeseydiler, bizler de bilemeyecektik var olduklarını.
Nihayet Gogol’un paltosundan biri daha düştü: Ömür İklim Demir….
Tebrik ederim dostum. Gerçekten çok beğendim. Kalemine sağlık.