Yaşantı kitaplarını diğerlerinden ayıran fotoğraflardır öncelikle. Belli belirsiz bir zamanın içinden kalan, siyah beyaz ve kimsesiz… İnsan hallerinin en doğal anlatıcısıdır fotoğraflar. O birkaç geçmiş zaman görüntüsü size yaşanılanla ilgili önemli ipuçları verirken, başka hikâyelerin kapısını açar. O yüzden sıkça öykülerimde fotoğraflardan bahsederim. Dağlardan, gölgeliklerden, serin bahçelerden geçip giderken içime düşürdüğüm görüntülerden. İnsan geçmişi içine düşürür. Öyle bir an gelir dönüp baktığınızda çocukluğunuz oradadır ama siz uzanıp dokunamazsınız hiçbir anına. Kiminizin üç gün sürede anlatıp bitiremediğini, kiminiz on dakikada anlatmayı başarır.
Anılarını yazan ölümlerini de yazar. Güneşin o tepelerden yükselip odalara girdiği sabahları, bildiğiniz odalarda üzeri örtülü boş yatakların varlığından duyulan üzüntüleri de anlatır. Eğer uzun senelerdir görmediğiniz biriyse ölen, ona söylemek istediğiniz çok fazla şeyin kalmasıdır sizi üzen.
Her kitap size yeni sorular sorar. Uzun bir adam’ı okurken hayatımdan gelip geçenleri düşündüm. Her biri bir çeşit iz bırakıp kaybolmuş gölgeler gibiydiler. Halil İbrahim ağabeyini anlattığı bölümlerde, başka bir yüzüyle karşılaşıyoruz anlatıcının. Akraba ilişkileri bazı nedenlerle zayıflamış bir adam görüntüsü sergiliyor. Okuyucusu tarafından yadırganacağını düşüncesini üstelik taşımadan anlatıyor içtenlikle. Çocukluğun bol çağrışımlı zenginliklerini önümüze sererken, en yakınının ölüm haberini bir ay sonra aldığını anlatıyor herhangi bir şeyden bahseder gibi. Bir otel odasında ölümünden üç gün sonra bulunup karakola haber veriliyor öldüğü ağabeyinin. İnsan yanım kaldıramıyor bu görüntüyü. Aradaki kan bağı sebebiyle bir insana parasal yardım yaparak hafifleyebilir mi vicdanımız? Kitaptaki en canlı insan Halil İbrahim ağabey, bir akşamüstü çıkıp gelecek, yine başında balıkçı şapkasıyla. Belki zabıtalardan kaçırmayı başardığı küçük bir balıkçı arabasıyla geçip gidecek mahallemizden.
Her şeyin birden bire olduğunu söyleyen şair, bir ressamın fırça izlerini takip etmiş midir? Tuvalde ya da kâğıtta bir araya gelmelerinin benzer şekilde olduğunu söylüyor İlhan Berk. “Hep bilmeden, düşünmeden, birer birer gelip yerlerini alıyor. Bir de bakıyorum ki bir halka, bir dünya kurmuşlar, o dünya içinde koşuyorlar, takla atıyorlar”. Bizim baktığımız tuvallerde o renklerin iç içe girdiği, renklerin birbiri içinde yittiği noktalardan ortaya kollar, bacaklar, ayrılıklar, gün doğumları çıkıyor.
“Dişlerim en sağlıksız yönüm; daha gençliğimde başladı çürümeye, orta yaşımda döküldü. Bu yüzden en çirkin yerim ağzımdır gibi gelir bana”. Toplum olarak pek çirkinliklerimizi dile getirmeye cesaret edemediğimiz gibi birinin herhangi bir eksiğimizi söylemesine de içerleriz. İlhan Berk’in kendisini anlattığı Uzun Bir Adam isimli kitabında yalnız bunu anlatmakla kalmaz, hayatının her dönemine ışık tutar.
Masamın üstünde uzunca süredir kitabın durmasının sebebini buldum diyebilirim. Bazı cümlelerin üzeri sarı bir kalemle çizilmiş, bir şeyler söylüyorlar bana. Ben neleri mi severim diye soruyor yazar bir bölümde ve yanıtlıyor sorusunu. Belli şeyler çağrıştırdığından mı nedir ben de yazıyorum sevdiklerimi. Ortaya uzunca bir liste çıkıyor. Bir kitaba, bir önümdeki beyaz sayfaya bakıyorum. İkisi arasındaki ortak sözcükleri yan yana getiriyorum. Deniz kıyıları, eski kentlerin bilinmedik sokaklarını, defterleri-Seyit kadar olmasa da severim defterleri’mi-, serçeleri, tahta evleri, beyaz kâğıtları, sarı ayvaları, denizin üzerinde uçan kırlangıçları, Necatigil’i, kozhelvasını, saman kamyonlarını, köprüleri, su kanallarını-Uzun süre yaşadığım eski evimin arkasındaki yol üzerinde vardı. Bazen saatlerce orada durup konuşurduk dağlara karşı arkadaşlarla-, patatesi, gökyüzünü. Listeyi uzatabilmek elimizde. İlhan Berk’in birkaç sayfaya sığdırdığı sevdiklerim listesi vb. ile bitiyor.
Dünyada olup biteni, geçip gideni, kalanı, var olma savaşı vereni eserlerinde ustalıkla dile getirmeyi başarmış bir usta, şair, hiç yüzüne kendine bakmamış olabilir mi? Herkesin yüzünü ayna gibi bildiği bir zamanda “ben yüzümü bilmem” diyebilmiştir. Aynı zamanda “yüzüm bugüne değin aradığı yüzü bulamamış onu arıyor gibidir” de demiştir. Aradığı yüzü bulan insan bakar mı sırlı aynalara?
“Yaşamadım ben, yazdım”. Geçmiş yaz’ları taze havayı ciğerlerine çektiyse eğer onu da yazmak için doldurmuştur içine. Gördüğü insanları, bulutları, kumsalı, yaprağı hep yazmak için görmüş, okuduklarını yazmak için işe yarar bir nesne gibi düşünmüş Uzun bir adam. Kendi üstüne bir yaşantı kitabını var ederken her cümlesinde yaşama olayına sahip çıkar kelimelerin ressamı.