ANİTA SEZGENER ile Söyleşi
ONUR KÖYBAŞI
Kalbi büken gürültüden, hızla soğuyan küçük hayvanlara, korkunun renginden, bir sese hazırlanan o kuşa, organların içindeki boşluktan, ilk incinmemize, çocuğun ertelenen duygusundan, yerel bilgiden mahrum bitkilere, kuru bir öksürükten, sesin tesadüflüğüne, sevmek istemek ile ölmek arasında geçen o zamanla daha birçok şeye… titreşir ve Vikk! Kelimeler yazdıklarınız etrafında dönerken okuyucunun sesini büken bir kitap olmuş “titreşir”. Yakın zamanda Lando etiketiyle okuyucusuyla buluşan yeni kitabınız hayırlı olsun. Söyleşiye başlamadan önce bize eşlik edecek bir şarkı rica etsem sizden?
John Cage’ten bir şey seçmek isterim:4’33’’ No.2:0’00’’
“titreşir” in okuyucuya ulaşana kadar olan sürecin hikâyesinden biraz bahsedebilir misiniz?
Affect yani duygulanım kuramları üzerine okuyordum ve tüm bugüne kadar şiirde yapmaya çalıştığım şeyin orada gizli olduğunu fark ettim, daha içine gömüldüm. Klostroisimli çok fazla bölümlü bir kitap üzerinde çalışmaya başladım. Her bölümde bir duygulanım var ve her bölümün dili farklı olacak. Uzun soluklu bir çalışma.
Bir süre sonra baktım ilk bölüm kıpırdıyor, kendi kendine titreşiyor, sanki kopup gitmek istiyor, o sırada karar verdim onu ayrı bir kitap yapmaya. Lando yayınları sağ olsun benden bir dosya istemişti, yallah oraya gönderdim, çok beklemeden çıktı, şükür. Hantal yayınevlerinde kitaplar beklemekten yoruluyor, siz değişiyorsunuz, kitap daha çıkmamış oluyor, lando bize böyle bir manevra kabiliyeti kazandırdı. Yeniden teşekkürler. Titreşir böyle hayat buldu. Minik ama oldukça yoğun bir kitap diyebilirim.
Gürültü her zaman kalbimizi büken bir şey mi sizce, bir sese nasıl hazırlanır Anita?
Gürültü üzerine ayrıntılı düşünmem, sevgili küratör Canberk Akçal’ın beni davet ettiği bir söyleşi sayesinde oldu. “Şehrin gürültüsünde günce yazmak”tı konu. Çok sevgili Merve Akar Akgün de vardı. Şehri, gürültüsünü ve bir sürü şeyi konuştuğumuz çok hoş bir sohbet oldu, hatta sonraşehrin gürültüsüne karışıp bir sokak arası kafeye oturduk, sesler aktı üzerimizden.
Sonrasında sesler üzerine yine düşünmeye devam ettim. Çok değerli Nermin Saybaşılı’nın Mıknatıs-ses kitabıyla hemhal oldum, sesin politikliği, sanatta varoluşu, toplumsallaşması üzerinden bir daha baktım sese.
Bu arada kuşlar hep vardılar. Kalbimizi bükmeye hep devam ettiler. Kalbimizi büken kuşlar mıydı, kuşların titremesi miydi, gürültüye başlarını çevirmeleri miydi, biz onlar kadartitremiyorduk mu, onu bilmiyorum. Ama bizim titremeyi bir refleks olarak onlar kadar kullanmadığımız kesindi.
Sese her zaman hazır olmuyoruz, ses biraz da bizi gelip buluyor, biz onu karşılıyoruz, ya da karşılayamıyoruz. Sese yakalanıyoruz. Ses öyle askıda, karşılanmamış, duyulmamış olarak da kalabilir. Tüm maruz kaldığımız uyaranları düşün, hepsine hazır olmamız olanaksız.
İç sese hiç girmeyeceğim. Şiir iç ve dış sesin çalışma alanı. Kafa sesimizle dolaşmıyor muyuz? Şu an ben yazarken bir yandan kuşları işitiyorum. İşitmek empatiyi getirir, empati bir arada var olma gücümüz. Sesten böyle açılıyorum çoğunca.
Kitabı okurken aklıma, sesi yalnızca duyusal ya da iletişimsel bir unsur olarak değil, aynı zamanda felsefi, psikanalitik ve politik bir problem olarak ele alan Mladen Dolar’ın “A Voice and Nothing More” kitabı geldi. Mladen, sesin bir temsil krizi içerdiğini kiminin sesinin duyulduğunu, kimin sesinin bastırıldığını, kiminin sesinin anlam taşıdığını, kiminin sesinin gürültülü sayıldığını savunurkenbunlar üzerinden sesin iktidar ilişkilerindeki yerini tartışır. Siz neler düşünüyorsunuz bu bağlamda?
Yeryüzünde bulunuşumuz kırılgan. Kırılgan sesler yok edilmiş, alt üst edilmiş hayatlardan inildiyor, sesler karartılıyor, bize ulaşamıyor. Her şeye rağmen susturulan, ses çıkarmanın bir yolunu buluyor mu? Her zaman değil. Geçen ay öldürülen Gazzeli kadın foto muhabir ölümünün gürültü çıkarmasını istemişti. Çok çok acıklı. Yaşarken duyulmamak, ölürken duyulmak istemek. Herkese eş ses çıkarma hakkı demek istiyorum, özelde şiir genelde sanat bunun için daha elverişli bir imkân yaratabilir, duyulmaya, işitilmeye daha çok hizmet edebilir.
Konuşulduğu anda iz bırakmayarak kaybolan ses, geçicilik hissini de verir bir yandan da. Aslında çok güçlü olan o ses kırılgandır da. Söyleyen de susturulan da odur. Sizin yazma pratiğinizde en çok neleri söylemek istediniz ve en çok hangi susturulmalara karşı çıktınız?
Otosansür yapmadığınız sürece susturulma nasıl söz konusu olacak? Ama oldukça baskıcı bir düzende yaşadığımız için kelimelerimizi, ima ettiğimizi, söylediğimizi iyi seçmek zorundayız. Ama şiirin yine de sistem tarafından yakalanması zor bir ifade gücü var. İmgelerden, metaforlardan ya da sembollerden kurulu ya da onların tümden kırıldığı bir dünyaya yanaşmak çok da kolay değil. Bence özellikle alirik şiir bu sistem tarafından kapılma durumuna bir şey indiriyor. Bir inme indirme tesiri var gibi.
Anne Carson’un Sesin Cinsiyeti (Nod Yayınları-2015) adlı kitabında şöyle bir paragraf geçer: “Çıkardığımız her ses otobiyografik bir parçadır. Tamamen özel bir içselliği vardır ama yörüngesi toplumsaldır. İçten bir parça dışarıya yansıtılır. Bu yansıtmaların sansürü, insanlığı iki türe bölen ataerkil kültürün görevidir; kendilerine sansür uygulayabilenler ve uygulayamayanlar.” Peki, “titreşir” kitabının yazarı olarak Anita Sezgener, nasıl bir yörüngede ve bu yörüngenin hangi sansürleriyle savaşır?
Anne Carson deyince akan sular durur. Kadının sesinin kısılmak istense de kısılamacağını. Ben her sesin otobiyografik bir parça olduğuna gönülden inanıyorum. Benim şiir dünyam tamamen böyle en azından. Sizden çıkan bir parça dışarıda toplumsallaşmak zorunda. Yabanıl ses bilindışından bilince çıkınca artık sembolik alana çıktığı için toplumsal hayata da dahil olmuş oluyor. Kristevayı da anmak elzem oldu: sembolik düzenden önceki simbiyotik sürecin mırıltılı, agulugugulu diliyle çok yakından ilgileniyorum, mantığın henüz devreye girmediği, dilin hiçbir sansüre uğramadığı bir çocukluk dili var, o dil bütün şiiri açıklıyor benim için. şiir o bakir alanda dolaşıyor, kuşlarla birlikte.
Kitaplarınız dışında Cin Ayşe isimli bir dergi de hazırlıyorsunuz ve bu dergi bence harika yerlere temas ederek çok kıymetli işler meydana getiriyor. Nasıl gidiyor Cin Ayşe?
Teşekkür ediyorum güzel cümlelerin için. Tam gaz gidiyor Cin Ayşe. 24. Sayı çıkacak sonbaharda. “ihtimam” ve “esnemek” konulu iki ayrı dosya olacak. Benim sulak alanım ora. Küçük bir sulak ağ söz konusu. Bir ses çıkarma kanalım da o. Hem ihtiyacını duyduğum temalara çalışıyorum, hem insanlara ulaşıyorum, üreten insanlar bana ulaşıyor. Çoğalıyoruz gibime geliyor.
Unutmaya ya da unutmamaya özen gösterdikleriniz neler? Aslında tam olarak hatırlamakla ilgili derdiniz var mıdır?
Tabii ki var, unutmak istediklerim de unutmamaya özellikle özen gösterdiklerim de. Özen ama daha çok unutmamaya gösteriliyor sanırım. Unutmak baskılamakla, bastırmakla ilişkili, gerilere atmakla, bilinçdışına göndermekle. Aslında daha çok hatırlayarak unutmayarak bütünlenmek oluyor. Bir yapboz gibi parçalar iç içe geçiyor ve bir bütünlük hissi oluşuyor.
“titreşir” kitabınızı okurken kafamda hiç var olmamış bir şeyin bir parçası olduğumu fark ettim. Dikkat etmediğim şeylerin birlikte iyileşeceğini de düşündüm. Bir gırtlağın neler yapabildiğine, çeşitli seslerin anlamın ötesine taşınabildiğine inandım. Sesi yalnızca iletişimsel ya da estetik bir araç olarak değil, varlığın kendisine dair bir iz olarak anlamın ötesine geçip, dokunan sarsan, etkileyen direnen bir araç olduğunu da dile getiren Roland Barthes’i hatırladım. Bununla birlikte birçok düşünür ve yazarı da aklıma getirdi. Anita Sezgener nelerden, kimlerden beslenir?
Yine harika bir soru. Beslendiklerim dönemsel olarak ve her kitapta değişiyor. Mesele edindiğim şeyleri yazmaya kalkıştığımda üç şeyi yapıyorum: ilki bir yaklaşım yöntemi bulmak, ikincisi ise bu yaklaşma içinde kullanabileceğim dili bulmak ve kimlerden ve nerelerden kitaba su taşıyabileceğimi araştırmaya girişmek. Dolanıyorum, dolaşıyorum, etkileniyorum, tesirleniyorum. Tesirlenme çoğalmayı da getiriyor.
Barthes çok kıymetli biri benim için. Tüm kitaplarımda izi var olabilir.Ve Kristeva’nın da.
Ve bakış açılarımı besleyen, sürekli beslendiğim bir de psikoloji var.Şu ara örüntüler üzerine çalışıyorum. Her türlü örüntü. Çiziyorum da. Kelimeler ağır geldiğinde çiziyorum. Bizlerin örüntü olduğunu, örüntüleri çözersek arkaik endişelerimizin de son bulacağını düşünüyorum. Dilde ne kadar gizden ve imadan yana olsam da hayatımda ve ilişkilerimde çok net biriyim.
Çeviriler yapıyorum bir de Cin Ayşe Fanzin için. Bakmak, araştırmak zorundayım. Cin editörlük de kolay değil. Yani uyanık olmak zorundayım.
“Sesler arasında” dediğinizde, bu aralık bir farkın üretim alanı mı? Yoksa bir kaçış çizgisine mi işaret ediliyor?” Ayrıca “Ses çıkarma(ma)” eylemini kuvvetin değil, edilgenliğin üretkenliği olarak mı düşünüyorsunuz?
Kitabı okuyanlar için özel bir soru: Titreyince ısınır mıydık kuşlar kadar?
Bunu okurlar cevaplayacak sanırım değil mi? Okurların titreme ve ısınma deneyimleri önemli, aslında okurla buluşmak bu anlamda çok önemli, çok fırsatlarımız olamıyor.
En çok nelerden sıkılıyorsunuz bugünlerde ve en son okuduğunuz şiir kitabı?
En çok haksızlıklardan, kötü muamelelerden, gidişattan tabii ki, hepimiz tetikteyiz, hiçbir rahatlama alanımız yok, diken üstünde üretiyoruz. En çok anlaşılmamak, özensizlik ve kayıtsızlık dokunur bana. Bence yeryüzüne özenmeyen biri sanatçı da olamaz.
En son Pelin Özer’in “çığlık” ve Ceren Avşar’ın “inkâr”ını okudum. Kitaplarının yolu açık olsun, okuru bol olsun.
Ve son olarak: Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar beyler diye anons geçiyor durum çok ciddi. Çantanızı hazırlıyorsunuz bir yandan gidiyoruz artık. En son ne bırakmak isterdiniz dünyaya?
Son günlerde, dünyanın son günlerini mi yaşıyoruz yoksa diye hissettiğimden sesimle bir şeyler yapmak istedim, sesimi kullanmaya başladım yani.
Şiirlerimden okuyup ses kayıtlarını yeryüzüne bırakmak isterdim.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.