“Ey Türk Gençliği,
Birinci görevin, Türk dilinin bağımsızlığını, özünü, sonsuza dek korumak ve yapıtlarında savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin tek temeli budur.
Bu temel, senin en değerli hazinendir.
Bugün ya da yarın seni bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek kişiler çıkacaktır.
Bir gün, ana dilini savunmak zorunda kalırsan, içinde bulunduğun koşulları, karşısında bulunduğun kurumları düşünmeyeceksin. Çünkü, dilsiz bir ulus olamaz ve ana dilini korumayı bilmeyenler, ulusal bütünlüklerini koruyamazlar.
Senin öz dilini, bilerek, bilmeyerek, yozlaştırmak, yok etmek, yabancı dillerin boyunduruğu altına almak isteyen bilinçli, bilinçsiz ya da bilgisiz kişiler çıkabilir. Bu amaçlarını gizlice ya da açıkça gerçekleştirmek isteyebilirler. Bu kişiler, Türk basınına, devletin radyo ve televizyon kurumlarına sızmış olabilirler.
Ey bugünün ve geleceğin Türk yazarı, şairi, düşünürü! İçinde bulunduğun koşullar ne olursa olsun, senin görevin, Türkçe yazmak, ana dilini savunmak ve bu alanda ödün vermemektir.
Bu yolda gerekli gücü, ana dilinin zenginliğinde ve onun bin yılı aşan tarihinde bulacaksın.”
FERİT EDGÜ
***
Mutlu DEVECİ: Edebiyatla tanışmanız nasıl ve ne zaman gerçekleşti? İlk etki kaynaklarınızdan bahseder misiniz?
Ferit EDGÜ: Sanat alanın merkezi durumunda olan bir kentte/ İstanbul’da yaşamanın verdiği kolaylıklarla çok erken yaşlarda okumaya ve yazmaya başladım. Sanat çevrelerine de böylece girmiş oldum. Örneğin, Sait Faik’i tanıdığımda lisede öğrenciydim. Attila İlhan’ı, Salah Birsel’i, hemen ardından Melih Cevdet’i daha sonraları benim ilk yazılarımı yayınlayacak olan Vedat Günyol’u, lise öğrencilik yıllarımda tanıdım.
Bütün bu kişilerin arasında beni en çok etkileyen Sait Faik olmuştur. Bunu birçok kez dile getirdim. Bir daha dile getirmiş olayım: Biz 1950 kuşağının, özellikle öykücülerinin, Sait Faik’ten geldiğimize inanırım. Dostoyevski’nin o ünlü sözü: “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz.” Biz de kanımca, Sait Faik’den geliyoruz. Neden? Çünkü biz genç yazarlar yazmaya başlarken gereksinimini duyduğumuz yenilik tohumlarını Sait Faik’te bulduk. Neydi bu yenilik tohumları? O estetikle etiği birbirinden ayırmayan bir sanat anlayışı. Ne toplumu, toplumsalı; ne bireyi ve bireyseli göz ardı etti öykülerinde. Böylece ilk kez, toplum ve birey, düş ve gerçek, onun öykülerinde bir araya geldi. Özellikle ölümünden bir ay önce yayımlanan “Alemdağ’da Var Bir Yılan” kitabında bunun en güzel örneklerini verdi. Ama Sait Faik’in dışında okuduğum yazarların yerli-yabancı, birçoğundan etkilenmiş olmalıyım.
M.D.- “Yazın yaşamı”nıza ne zaman başladınız, ilk çalışmalarınızda ön plana çıkan tür(ler) daha çok hangileriydi?
F.E.- Ben de, herkes gibi şiirle başladım. İlk şiirim 1952 yılında Kaynak Dergisi’nde yayımlandı. Demek 16 yaşındaydım. Sonra yanılmıyorsam Dinar’da Nedret Gürcan’ın yayımladığı Şairler Yaprağı’nda, bir-iki şiirim yayınlanmış olsa gerektir. Ama edebiyat sahnesine –eğer böyle bir sahne varsa- girişim Vedat Günyol’la tanıştıktan ve Yeni Ufuklar’da yazmaya başlamamla olmuştur. Yıl 1954. O sıralar, dönemin büyük gazetesi, Ahmet Emin Yalman’ın Vatan, Pazar günleri bir sanat sayfası yayımlamaya başladı. Büyük kitlelere ilk kez, resim, sinema, şiir ve öykü dalında hem bilgi hem örnekler veriyordu. Bu sayfada öykülerim yayımlandı. Daha sonra henüz Akademi’de öğrenci değilken, görsel sanatlara duyduğu ilgi dolayısıyla o dönemin İstanbul’unun tek sanat galerisi olan Maya’da açılan sergilerdeki ressamlarla konuşmalar yaptım Vatan için.
Genç yazarlar -bütün dünyada öyle olmuştur- er geç bir yerlerde buluşurlar. Sanırlar ki aynı yolda gidiyorlardır. Oysa, gideni vardır, gitmeyeni vardır. Önemi yok. Önemli olan, onların genç oluşu ve yeni bir şeyler “söylemek” istemeleridir.
Ben, ilkin Demir Özlü’yle tanıştım. Demek ki yakında 60. yılı olacak dostluğumuzun. Yeni Ufuklar’da yazmaya başladıktan sonra Orhan Duru’yla tanıştım. O, Ankara Veteriner Fakültesi’nde okuyordu. Sonra Ankara’daki genç şair ve yazarlar bizimle ilişkiye geçti. Kim vardı bunların arasında? En gençleri Güner Sümer’di. En militanları Ahmet Oktay’dı. En savaşkanı Yılmaz Guruda’ydı. En derli toplusu Özdemir Nutku’ydu, o sırada şiir yazardı. Şu anda adlarını unutmuş olduğum başkaları da vardı. Onlardan ilk tanıştığım Ahmet Oktay’dı. Ankara’dakiler, onu bir tür elçi olarak göndermişlerdi. Sonra diğerleriyle bir araya geldik ve Ankara’da bizim kuşağın ilk dergisi Mavi yayımlanmaya başladı. Bizim kuşağımızdan olmayan bir tek Attilâ İlhan vardı o dergide. O, bu gençlik hareketinin kaptanı olmak istedi, çünkü kendine göre haritayı ve pusulayı en iyi okuyan oydu, diğer gençler olsa olsa miço ya da tayfaydı.
Mavi’nin ömrü çok uzun sürmedi. Zaten, dergi de, Demokrat Parti’nin iktidara doğru gitmekte olduğu günlerin etkisiyle Ankara’daki arkadaşlardan bazılarını korkuttu. Dergi bocaladı, sonra da kapandı. Ben ve arkadaşlarım da böylece özgürlüğümüze kavuştuk.
M.D.- Anlatıma dayalı bir tür olarak ilk öykünüz nerede ve ne zaman yayımlandı? İlk şiir, ilk öykü ve giderek ilk romanınızda etkilendiğiniz kişiler veya akımlar nelerdir?
Doğrusunu isterseniz, o yaştaki bir yazarın 16-17 yaşlarındaki bir yazarın neler bilebileceğini, eğer bir dahi değilse kestirmek zor değil. Benim bir talihim oldu. Yeniyetmelik dönemimde, yani 14-15 yaşlarımda piyasa romanlarıyla hiç karşılaşmadım. Hiç okumadım, bilmediğim için de merak etmedim. Kimi zaman rastlantılar, insanın yaşamında belirleyici olur; bu benim yaşadığım rastlantı mıdır, bilemiyorum. Benden 6-7 yaş küçük bir yeğenimin yaş günü için ona bir kitap armağan etmek istedim. Bizim okulun karşısında bir kitapçı vardı, Beyoğlu’nda. Oraya girdim ve o ucuz kitaplardan birini (1 lira!) satın aldım. Çocukluk yıllarımda bana anlatılan Şahmeran adlı bir masal vardı. Çok severdim. Bir lira verip Şahmeran’ı aldım. Küçük bir kitap. Armağan vermeden önce bir okuyayım dedim. Okumaya başladım. Allah Allah, benim bildiğim Şahmeran’a hiç benzemiyor. Orada; adam, vapur, ada… bildiğim insanlar!. Benim de tanıdığım insanlardan söz ediyor kitap. O güne değin, hiç öyle bir öykü, okumamıştım. Kapağına baktım Şahmeran değil, Şahmerdan. Sait Faik adlı yazarın Şahmerdan’ı. O kitabı yeğenime vermedim. Kendime sakladım. O kitabın arkasında Varlık Yayınları”nda yayınlanmış başka kitapların listesi de vardı. Altında da bir not, bugünmüş gibi anımsıyorum. “10 liralık alışverişler, doğrudan doğruya yayınevimizden yapıldığında yüzde 25 indirim yapılır.” Nerede bu? Varlık Yayınları? Cağaloğlu’nda.
İki gün sonra elimde listeden seçtiğim kitap adları, Yaşar Nabi Bey’in kapısındaydım. Kitapları gitti içerden getirdi. Sonra bana: “Size birde dergimizin son sayısını armağan ediyorum” dedi. Eli sıkı biriydi, ama anlaşılan o gün gönlünden kopmuş. Böylece Varlık”ın varlığından haberdar oldum. Bu arada Steinbeck, İstrati, Cahit Sıtkı, Orhan Veli’nin şiirlerine ulaştım. Ve tabii, sevgili Sait Faik’inkilere. Ne zaman elime para geçse o yüzde 25’ten yararlanmak için tramvaya atlar, Cağaloğlu’na gider, Yaşar Nabi’nin kapısını çalardım. Yıllar sonra Yaşar Nabi, “Sizin ilk kez yazıhaneden içeri girdiğiniz günü hatırlıyorum” demişti.
Bir kitap her zaman başka bir kitaba götürür insanı. Kimi zaman bir kitap ya da o kitabın sizi götürdüğü bir kitabın üzerinizde şok etkisi olur. Tanrı’ya şükür, bu tür çok şok yaşadım. Bunlardan ilki, bana, “Sen de yazabilirsin” duygusu veren Sait Faik’in öyküleriydi. Sonra daha şiddetli şoklar da yaşadım. Rimbaud, Lautréamont, Marquis de Sade Kafka…
Lise sıralarındayken çağdaş Türk edebiyatının büyük bir bölümünü okumuştum. Fazıl Hüsnü’leri, Cahit Sıtkı’ları, bugün hemen hemen hiç okunmayan o dönem yazarlarımızı, şairlerimizi, Ziya Osman Saba’ları, ilhan Tarus’ları, Memduh Şevket Esendal’ları… Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i, Melih Cevdet’i zaten tanıyordum. Tüm okuduklarımdan etkilendim. Bu etkiler, başta Sait Faik ve Kafka olmak üzere, yazdıklarımda açık ya da kapalı olarak belirir. Yurdışında kitaplarım yayımlandığında çıkan yazılarda yalnız, Almanya’da değil, Fransa’da, hattâ Japonya’da hep Kafka’nın adı geçiyor, ben de bundan mutluluk duyuyorum.
Şimdilerde, kaçıncı kez oldu bilmiyorum, Don Kişot’u yeniden okuyorum, yeniden keşfediyorum. Herhalde 13-14 yaşımda okumuştum. Bugün de büyük bir hayranlıkla hattâ şaşkınlıkla okuyorum. Gene çok büyük bir yazar olarak gördüğüm Gogol, gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olarak değerlendirdiğim Rabelais, sık sık kitaplarını açtığım yazarlardır. Çehov’da öyle. Onlardan da etkilenmiş olmalıyım. Yazdıklarımda değilse de, dünyaya, insanoğluna bakışımda vardır bu etkiler.
Yerli-yabancı, sayısız şairden, yazardan etkilendim. Rimbaud’dan, ama aynı zamanda Alfred Jarry’den. Eluard’dan, Breton’dan ama aynı zamanda Mallarmè’den, Hölderlin’den, Ristos’dan, Ahmatova’dan, Voznesenski’den, Henri Michaux’dan Seferis’ten… Saymakla bitmez.
M.D.- Size göre, sembol ve simge nedir? Bunları önemsiyor musunuz?
F.E.- Sembol ve simgenin karşılığı benim sözlüğümde aynı. Metafor, istiare deseniz daha kolay yanıt veririm size. Simge, okuyucunun kafasında oluşan bir şeydir. Yazarın kafasında değil. Eğer simgeci bir yazar değilseniz, ben değilim, bu nedenle de bir öykümdeki şu söz, şu imaj, şu kişi, şu hayvan neyin simgesidir, diye sorarsanız onun yanıtını bilemem. Gerçekten bilemem. Örneğin, Bir Gemide. O gemi, neyin simgesidir. Batmakta olan bir ülkenin mi? Peki, kaptanı Tanrı’nın simgesi mi? Yoksa bir başbakanınki mi? Yoksa bir diktatör mü söz konusu olan. Gerçekten bilmiyorum. Okuyucu onda bir simge görüyorsa, ben ona karşı çıkamam. Kendi bileceği iş.
Her sanat dalı, yalnız şiirin değil; bir imge sanatıdır. Sözcüklerle yazıyorum ama o sözcükler ister istemez, iyi-kötü bir imgeyi oluşturur. O imge, kimilerinin sandığı gibi büyük benzetmelerden yola çıkan, bir atmosfer, bir hava yaratmak isteyen, içinde simgeler barındıran bir şey değildir. Benim için Çehov’un bir öyküsündeki bir kişinin karın yağışına bakması bir simgedir, hattâ çok büyük bir simgedir. Sait Faik’in bir öyküsündeki, dülgerbalığının kayığın içinde can çekişmesi bence bir imgedir. Ben imgeyi bu kadar yalın ama, aynı oranda da çok zengin bir araç olarak görüyorum.
M.D.- Şiirlerinizde şekil ve muhtevaya önem veriyor musunuz? Sizce bu önemli midir?
F.E.- Çok önemlidir, ama ben bir şair olarak konuşamam. Genel olarak kendi şiirlerimden yola çıkarak değil de, şiirden yola çıkarak şunu söyleyebilirim, muhteva yani özle biçim iki ayrı şey değildir; biçim içeriği doğurur, diye yapılan tartışmalar, içi boş tartışmalardır. Biri olmadan diğeri olmaz; öz ve biçim birlikte doğarlar. Özü, içeriği, konusu öne çıkan şiirler vardır. Ben o tür şiirden bir şey anlamam. Yalnız şiir için söylemiyorum bunu, öykü de öyledir. Roman da öyledir. Ama şiir özellikle öyle.
M.D.- Dil ile söz ayrımı için ne dersiniz? Ayrıca, günlük dil ile şiir dili arasında fark olmalı mıdır?
F.E.- Şair, kamunun sözcüklerini kullanır. Ama öylesi bir imge yaratır ki o sözcükler kamunun malı olmaktan çıkar. Hattâ anlamları da sözlükteki anlamları olmaktan çıkar. Buna şairin sözü demek kanımca doğru olur. Bu, halk ozanı olan Karacaoğlan için de geçerlidir, Melih Cevdet için de.
Sokak Türkçesi, günlük dil, herkesin konuştuğu dille biz yapıtlarımızı kuramayız görüşüne karşıdır çağdaş Türk şiir dili ve modernitesi. Kimi zaman büyük yenilikler küçük bir ayrıntıdan doğar. O güne değin insanlar, “Ah! Onu görmüştüm” der, ama bunu bir şair, bir ressam ortaya koyduktan sonra diğerleri görür.
Orhan Veli ve arkadaşları bir devam olmak istemediler. Değişen dünya içerisinde Türkiye’nin de değişmesi gerektiğine ve değişeceğini öngördüler ve şiiri o anlamda Cemal Süreyya’nın deyişiyle “Demokratikleştirdiler.” Bence, bu bile onların büyük bir şair olduklarını gösterir.
M.D.- Roman türünde eser veren yazarlardan en çok beğendikleriniz kimlerdir?
F.E.- Gogol’ün Ölü Canlar gibi satirik hem de fantastik bir boyutu olan romanlar var. Kafka’nın yapıtı da. Günümüzün tüm Güney Amerika romanları. Ama onlardan önce, Flaubert, Stendhal, Balzac. Ve modernler, Joyce, Virginia Woolf, Faulkner, Beckett, Musil, Broch… Tümünü saymaya kalksam sayfalar dolar.
M.D.- İlk dönem yapıtlarınızla son dönem yapıtlarınız arasında konu, izlek, dil ve üslup açısından farklılık(lar) var mı? Örneğin, ilk öykülerinizle son dönem öyküleriniz arasında bu farklılıkları görmek olası mıdır?
F.E.- Devam adlı küçük kitabım yayınlanmıştı. Tomris Uyar dostuma gönderdim. Telefonda bana, “Bazı yazarlar vardır, ilk kalemi ellerine aldıklarında nasıl yazıyorlarsa, hep öyle yazarlar. Sen de onlardansın.” dedi. “Doğru” dedim. Ama acaba, benim için doğru mu? Hakkâri’den önce yazdıklarım, daha içe kapanık, daha bireyseldi. Hakkâri’de dünyayla ve başkalarıyla buluşma gerçekleşti. Bu tabii, yazdıklarıma da yansıdı.
M.D.- Anlatılarınızdaki olaylar ve kişiler gerçek hayattan gözlemledikleriniz mi, yoksa hayalî kişilerden mi oluşturduklarınız?
M.D.- Anlatılarınızdaki izleksel tercihiniz nelerdir?
F.E.- İzlekler/ temler, sanıyorum, ortaktır. Nedir onlar? diye sorduğunuzda, insanların çaresizliği, insanların yalnızlığı, yaşamın saçmalığı, direnç arama isteği, uzlaşmama, arayış, çaresizlik ve başkaldırı, diyebilirim. Sanırım, oldukça zengin bir çeşitleme.
M.D.- Size göre, romanda sosyal gerçekçilik olmalı mı?
F.E.- Yazardan yazara değişir, ancak tariflerden hoşlanmayan ben, sosyal gerçekçilik dediğinizin de bir tanım gereği duyarım. Bana sorarsanız, benimkilerde yok, onunkilerde var. Sosyal gerçekçiliği bir okul olarak algılıyorsanız, “Benim tipim değil.”
M.D.- Size göre hayal nedir, gerçek nedir? Buna bağlı olarak sanat eserleri gerçekleri mi anlatmalı yoksa hayalleri mi?
F.E.- Bunu şöyle açıklayabilirim: Ben gerçeğin içindeki düşü ve düşün içindeki gerçeği aradım. Bize gerçek diye sunulanlar, önünde sonunda yazarın uydurduklarıdır. Ben özellikle romanlarımda görsel sanatlardan, sinemadan ve fotoğraftan yararlandım. Örneğin, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’nın birinci bölümü, tümüyle fotoğraflardan oluşmakta. Gerçeğin içindeki gerçeğe varmanın tek yolu kanımca düşten geçer.
M.D.- Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı yapıtınız, roman, uzun öykü ve romanesk olarak farklı görüşlerle anılmakta. Siz bu yapıtınızın türü ile ilgili olarak ne dersiniz?
F.E.- Ne öykü, ne roman. Türkçe’de karşılığı anlatı. Ama anlatıda, anlatmak var, dolayısıyla ben, bu yapıtım için bu sözcüğü pek uygun buladım. Roman değil de, romana yakın anlamında romansı dedim, ama tutmadı. Dilerseniz, küçük, kısa öykü gibi küçük roman diyelim.
M.D.- Yapıtlarınızdaki dil anlayışınız hakkında bilgi verebilir misiniz?
F.E.- Dil, hemen geçiştirilecek bir konu değil, özellikle bir Türk yazarı için. Bizim düzyazımız yoktu. Romanımız yoktu. Bu nedenle, ilk romancılarımız, daha sonraki denemecilerimizin, öykücülerimizin işleri zordu.
Ataç, öz Türkçe’nin önemini çok iyi vurguladı. Hepimize bunun çok doğru olduğunu, dili sevmemiz gerektiğini, dile dikkat etmemiz gerektiğini, dilimizin, bir yazar için biricik bir varlık olduğunu öğretti. O yaşarken, biz dil yanlışı yapmaktan korkardık, hemen okuyacak ve eleştirecek diye. Ama bu dil bilinci, Ataç ve bugünkü Türk Dil Kurumu’nun bizlere verdiği dil bilinci, kanımca, bir yazar için yeterli bir dil bilinci değildi. Neden? Çünkü, öz Türkçe yazmak, yalnızca öz Türkçe yazmak, bir yazarın amacı olamaz. Yazar kendi dilini, üslûbunu demiyorum, zaten üslûbunu kurmak zorunda, ama onun bir adım ötesi olan kendi dilini yaratmak durumundadır. İkincisi bu dilin olanaklarını çok iyi bilip onu zenginleştirmeye katkıda bulunması gerektir. Bu çok uzun bir süreçtir. Bütün dünya dilleri bunu yaşamıştır. Batı dilleri, Latince’den, Grekçeden geliyordu ve ulusal bir dil kurmak istiyorlardı. Türkçemiz ise işgal altında bir dildi. Birincisi, biz onu bir işgalden kurtarmak istedik. İkincisi, zenginleştirmek istedik; üçüncüsü, kanımca, ilk ikisi kadar önemli, bir düşünce dili durumuna getirmek istedik.
Ben şuna inanırım: Bizim kuşağımızla, bizden öncekilerin de yardımıyla, öncülüğüyle, Türkçe, ilk kez düşünmeye başladı. Türkçe, Türkçe olarak düşünmeye başladı ve bizim gerek düşünsel alanda, gerek yaratıcı alanda öykü ve şiirde, romanda, tiyatroda yarattıklarımızın, değil, Tanzimat Türkçesiyle 1930’ların, Türkçesiyle yazmamızın olanağı yoktur. Ancak o dille yazılabilir o öyküler, o şiirler, o romanlar. Asıl sorun, Türkçe düşünmektir. Türkçenin olanaklarını göz önünde tutarak, dile yeni açılımlar kazandırmaktır.
M.D.- Bu bağlamda, “Neyi” anlatmak mı önemli, “nasıl” anlatmak mı?
F.E.- Yazmak, neyi anlatmak değil, nasıl anlatmaktır. Resimde önemli olan portre, nature-morte, manzara değil, bunların nasıl resmedildiğidir.
M.D.- Resim çalışmalarınız yazınsal yapıtlarınıza ne ölçüde yansıyor? ilgili görüşlerinizi alarak sonuçlandırmak istiyor ve size çok teşekkür ediyorum.
F.E.- Resim çalışmalarım söz ettiğiniz gibi yansımıyor ama, resim sanatından öğrendiğim çok önemli şeyler oldu. Resim, şiire, romana, öyküye göre daha somut bir sanattır. Gözle ânında görülür ve o dili biliyorsanız, ânında algılayabilirsiniz. Bir romanı, belli bir zaman dilimi içinde okumanız gerekir, bu romanın uzunluğuna göre değişir. Bir hafta da sürebilir, bir ay da. Resim ne kadar büyük ve konusu ne olursa olsun, o anda karşınızdadır, onunla dolaysız bir diyaloga girme olanağı vardır. Resimdeki bu süreç, yazarken bana çok yardımcı oldu. Ressamların geçtiği yollardan yazar olarak geçerek çözümler aradım. Örneğin, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’da bulduğum çözümde tümüyle resim sanatından esinlendim.
Prof. Dr. Mutlu DEVECİ İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi » Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü