Deniz Tarsus, Ben Murtaza adlı öykü kitabında geçmişin içinden seslenir okuruna. Göçmüş insan hikâyeleri anlatır. Daha doğrusu kahramanı Murtaza’ya anlattırır. Murtaza’nın dilinde bir sihir vardır. Anlattığı tuhaf hikâyeleri büyülenmiş gibi dinleriz. Kelimeleri yanlış telaffuz edişini hoş görürüz. Yeter ki Murtaza anlatsın! Bir meddah, bir ozandır sanki. Halbuki Murtaza bir gezgin abdaldır. Yola vermiştir kendini. Yol yürüdüğüdür. Vardığı değil. Varılmayacağını çoktan fark edenlerdendir. İnsanın, insanın kurdu olduğu bir dünyada yol nereye çıkar? Çatallanır bütün yollar. Birbirine dolanır. Murtaza yolunu şaşırmaz. Çatallanan yollara sapmaz. Özünü karartmaz. Ama özünü karartmış insanlar tanır. Bu insanlar kötülüğü libas olarak giyinmiştirler üstlerine. Çıkarıp atamazlar. Atmak istemezler. Çünkü yokluk onlar için büyük bir utançtır. İnsan kötülük yapmaktan utanmaz da çıplak kalmaktan utanır. Bu dünyanın düzeni değişmez. Yoktur değişeceği. Sanki Tanrı insanı lanetlemiştir. İnsan lanetini kendi türü dışındaki canlılara hele de doğaya bulaştırmak için yerküreyi ateşe vermiştir. İşte Murtaza bu ateşin içinden geçer. Bir seyyahtır o. Gittiği hiçbir yere demir atmaz, atamaz. Çünkü insandan da insanın yapıp ettiklerinden de sıdkı sıyrılır. Kalbi dayanamaz kötülüğe. Kötülüğe uğrayanların yanında durur da onlara yardım edemez. Yanar yanar, tekrar düşer yollara.
“İnsan insan hakkında ne biliyor?” Bu soru adeta kitaptaki öykülerin iskeletini oluşturur. Sahi insan hakkında ne biliriz? Kimin kalbini okuyabilmişliğimiz vardır? Hem okuduklarımızın ne kadarı doğrudur? Bir abdal gelip geçer de dünyadan, akla karayı birbirinden ayırır. Murtaza abdalı der ki: “Herkesin bir karanlık yüzü var. Herkes düzenbaz herkes enayi.” Çünkü görmüştür nice insan. Dinlemiştir birçok hikâye. Dostu düşmanı tanımıştır. Bilmiştir düzenbazları. Paraya, güce tapanları. Zayıfı av görenleri. Avının üstüne atlamak için fırsat kollayanları. Tüccarları, politikacıları, dolandırıcıları… Başkalarının hayatını kâbusa çevirenleri. Dünya sahnesinde sergilenen oyunları görmüştür de “Politikaymış, savaşmış, milliyetmiş, ulusmuş, dinmiş, bunların hepsinin modası bir gün geçecek. Bak şu dükkânın vitrininde kadın çamaşırı var ya, bana kalırsa onun gibi bir şey bu saydıklarım.” diyecek kıvama gelmiştir. İtirazlar yükselir dünya sahnesinden. Fanatik insanlar, gözlerini hırs bürüyenler, savaşın politikanın… modasının geçeceğine nasıl inansın? Tutunacak neleri kalır?
Tarsus, Ben Murtaza’da birbirinden ilginç öyküler anlatır. Murtaza bu öykülerin içinde gezer. Sanki odur Tarsus’un kulağına fısıldayan. Kurgu olamayacak kadar gerçektir. Gerçek olamayacak kadar düştür. Tıpkı anlattıkları gibi. Araladığı kapı bazen denize bazen dağlara bazen şehirlere açılır. Öykülerin kimisinde hekim kimisinde çoban kimisinde öğretmen kimisinde gemicidir. Bu öykülerin hemen hepsinde sürüp giden bir savaş vardır. Kan, ölüm, acı!.. Patlayan topların parçaladığı insan bedenleri!.. Her ne hikmetse bitmeyen ve bitecek gibi görünmeyen bu savaş, öykülerin atmosferini oluşturur. “ Kavim değişir. Savaş çıkar. Kan akar. Kentler ölürken hayat kurur…” Demekle savaşın nasıl bir illet olduğunu, bir maraz gibi hayata bulaştığını söylemiş olur. Savaşın öldürdüğü insanlar mıdır sadece? Şehirler, dağlar, kırlar, geyikler ve daha nice şey umut, aşk, özgürlük de nasibini alır savaştan. Murtaza’nın kolunu kanadını kırar bu savaş marazı. Dostlarının ayağını bu dünyadan keser.
Mucitler, büyücüler öykülerin en dikkat çeken kahramanlarıdır. Özellikle mucitler bir makine icat edip insanlığı kurtarma hayali kurarlar. Mucit İlhami Ziya’nın ve Mahruki’nin icat ettikleri makineler insanoğlunun zamandan, içinde bulunulan andan kaçma isteğini simgeler. Hatta Mahruki yaptığı makineyle geleceğe gider ve bin yıl içinde neler olacağını görür. Gördüklerini anlattığı bir kitap yazar. “Kitapta ne var peki?” “ Dünyanın bin senede geleceği hal. Ne bir mahlukat kımıldıyor ne güneş ısıtıyor ne de toprak yeşil kabarıyor. Tatsız anlamsız bir yurt olup çıkacak şu bastığın toprak…” Murtaza bir mucit değildir ama mucit dostlarının icatlarıyla dünyayı daha iyi bir yapacağına inanacak kadar iyi niyetlidir. Ne var ki hiçbir mucidin icadı dünyayı iyileştiremeyecektir. Çünkü o icatları kötü amaçlar için kullanacaklar sırada beklemektedir. Öykülerde mucitlerin yaşadıkları hayli ilginç olsa da gerçeği yansıtmaktan uzak değildir.
Ben Murtaza’daki izleklerden biri de insanın insanı sömürmesidir. Güçlü olanın avcıya, güçsüz olanın ava dönüştüğü bir dünyada birileri sömürürken birileri sömürülecektir. Murtaza da bilir bunun böyle olduğunu. Reha Hud’la Leyla’nın Vahim Öyküsü’nü bu yüzden anlatır. Bu öykü toprağın sömürülmesiyle başlar. Verimlidir ya. Bir karışı boşa harcanmamalıdır. Her ağacı meyveye durmalıdır. Toprağın bağışladıkları dolu kasalarla pazarlanmalıdır. Bir de çiftliğin hanımının güya kol kanat gerdiği kimsesiz kadınlar, ölesiye çalıştırılmalıdır. Ne için? Paranın satın alabileceği her şey için. Dışarıdan bakıldığında iyilik olarak görünen bazı şeylerin altında başka hesapların yattığı çoğu zaman anlaşılmaz. Minnet borcu duyan kadınlar, nasıl da Leyla’nın kurduğu düzende bir köleye dönüşür. Murtaza’nın sevdiği kadın da o kölelerin içindedir. En çok da bu incitir Murtaza’yı.
Ben Murtaza’da topu topu dört hikâye anlatılır. Ancak editörün notu ve Murtaza’dan dinlediği hikâyeleri yazan Kâtip Selim’in kendi hayatını hülasa ettiği bölümleri de eklediğimizde kitabın kurgusu ilginç bir hal alır. Zaman içinde bir yolculuğa çıkmış hissi uyandırır. Yazarın dili ve üslubu Binbir Gece Masalları gibi kadim anlatıların tadını hatırlatır. Çocukluğumuzda gaz lambasından yayılan cılız ışığın altında dinlerken, ürperdiğimiz, şaşırdığımız, ürktüğümüz o büyüleyici hikâyelerin ruhunu taşıyan bu öyküler bugünün okuruna “Yürünen her yol adama en az bir yokuş öğretir. Cebine koyduklarına bak.” diye fısıldar.
Deniz Tarsus, Ben Murtaza, Alakarga Yayınları