Bir okur olarak listemdeki kadın yazarların sayısı bundan yirmi yıl önce maalesef çok değildi. Leyla Erbil, Sevim Burak, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Nezihe Meriç, Gülten Akın, Nilgün Marmara, Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Füruzan… Türk kadın yazar ve şairler içinde okuduğum dillerine, anlatımlarına hayran kaldığım yazarlardı. Elbette bu yazarların eserleriyle tanışmam ancak üniversite yıllarında ve daha sonraki yıllarda yaptığım okumalar sayesinde mümkün oldu. Kendilerini var etmek için edebiyatı seçmiş olmaları ve erkek yazarların egemen olduğu bir ortamda verdikleri mücadele takdire değerdi. Bununla birlikte her biri bir dil ustasıydı. Yazmakla kalmayıp edebiyatta çığır açmayı başarmıştılar. Bu topraklar nice kadın anlatıcıya ev sahipliği yaptı. Ninelerimizin, annelerimizin anlattığı masallarla, hikâyelerle büyümedik mi? Onların dilindeki büyü hayal gücümüzü beslemedi mi? Anlatmak bir ihtiyaçtı. Ve kuşaklar arasındaki bağ bu adsız anlatıcılarla kuruldu. Hiçbirinin ismi edebiyat tarihinde anılmasa da kalplerimizdeki yerleri bâkiydi. Modern dünya kendi kadın anlatıcılarını yarattı. Onlar ninelerinden, annelerinden el almıştılar. Anlatmanın büyüsüne kapılmıştılar bir kere. Ve anlatılanın… Bir sorun vardı. Yeni teknikler, yeni beceriler edinmeliydiler. Erkeklerin başat olduğu bir ortamda kendi dillerini yaratarak seslerini duyurmalıydılar. Öyle de yaptılar. Her biri bir ses oldu. Onların sesi yazmaya hevesli, yeni yetme bir edebiyat sever olan bana kadar ulaştı. Ve o ses hem hayranlık hem bir korku yarattı bende. Leyla Erbil’in Cüce’sini, Hallaç’ını, Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ını ilk okuduğumda duyduğum hayranlığa büyük bir umutsuzluk da eklendi. Asla onlar kadar iyi yazamayacaktım. O zaman yazmanın bir anlamı yoktu. Bu kaçışın en önemli nedeni gereksiz yer işgal etmekten çekinmemdi. Ama içinize yazmak kurdu girmişse, döner dolaşır, masanın başına yeniden oturursunuz. Nezihe Meriç’in, Tomris Uyar’ın hikâye anlatma biçiminden, Gülten Akın’ın dili kullanma becerisinden, Nilgün Marmara ve Tezer Özlü’nün samimiyetinden etkilenir, ama kendinize şöyle dersiniz, kendi sesini bulmalısın! Yazdıklarınızı yırtar atarsınız. O kurt yok mu? İçinize girmiştir bir kere. Yeniden yeniden denersiniz. Ta ki kendi sesinizi duyana kadar. Yazma serüvenimde adını saydığım kadın yazarların bana en büyük katkısı şuydu: İnanmak. Vazgeçmemek. Koşullar ne olursa olsun yazmayı bırakmamak. Elbette birkaç cümleye yaşadığım sancıları sığdırmam mümkün değil. Ve daha kaç fırın ekmem yemem gerekiyor kim bilir? İyi ki diyorum yolun başında onlarla tanıştım. Edebiyatın duyguları kağıda dökme işinden çok daha fazlası olduğunu onlardan öğrendim. Usta çırak ilişkisi de denilebilir bu duruma. Ne yazık ki hiçbiriyle tanışma fırsatım olmadı. Karşılarına geçip de onlara duyduğum sevgiyi ve hayranlığı dile getiremedim. Birçoğu zaten erken göçtüler. Derken üniversite yıllarında bir yazar hocam oldu. Nazan Bekiroğlu’nun o yıllarda Nun Masalları adlı hikâye kitabı çıkmıştı. Ayrıca haftada bir, ulusal bir gazetede denemeleri yayımlanıyordu. Hep şunu düşündüm, bizlere belagat anlatan, günlük hayatın hay huyuna kapısını kapatarak odasına çekilen Nazan Bekiroğlu bu güzel hikâyeleri yazma gücünü nereden buluyordu. Yani yazar fildişi kulesinde yaşamak zorunda değil miydi? Teşbih sanatının öğelerini biz öğrencilerine anlattıktan sonra kendine çekilip en güzel teşbihleri kurabiliyordu. Ama nasıl? Hiç unutmam bir gün sinemada karşılaşmıştık. Hemen yanımdaki koltukta oturuyordu. Filmde geçen bazı cümleleri çantasından çıkardığı defterine, mor mürekkepli kalemiyle not aldığını gördüm. Sonra bu cümleleri bize de okudu. Belli ki o cümleler üzerine uzun uzun düşünecek ve kendi kuyusunda karşılıklarını bulacaktı. Ve böylece bendenize örnek olacaktı. Yazmak için fildişi kuleme çekilmeye ihtiyacım yoktu. Çünkü anlamıştım ki Nazan Hoca kalabalıklar içinde bile yalnızdı. İçindeki hikâyenin izini sürmekten vazgeçmeden hayata dahil oluyor ve başka hayatların gergefini işliyordu zihninde. Doğrusunu söylemek gerekirse çok şanslıydım. Örnek aldığım kadın yazarlarımdan sadece yazmaya dair değil, yaşamaya dair de çok şey öğrendim. Onlarla yapılmış söyleşilerin peşine düşüyor ya da onlarla ilgili yazılanları bulup okumaya çalışıyordum. O zamanın koşullarında bu çok kolay olmuyordu. İnternet bugünkü kadar yaygın değildi ve yazarla okur arasındaki mesafe bir düğmeye basmakla aşılamıyordu. O yüzden ulaştığım her ayrıntı benim için büyük bir mutluluk oluyordu.
Kadın yazarların sayısının hızla çoğaldığı bir zamandayız. Birçok genç kadın yazarın ürettiğine tanık olmak büyük bir mutluluk benim için. Kadın yazarların sayısı çoğaldıkça edebiyatımızın zenginleşeceğine inanıyorum. Bu yazıda şunu da dile getirmek isterim ki yazmak emek isteyen bir eylem. Ama bir kadın yazar olmak daha çok emek istiyor. Adını vermek istemediğim bir kadın şair, yıllar önce sohbetin orta yerinde şöyle demişti: İlk şiir kitabım çıkana kadar kimse bana inanmadı. Eşim ve kayınvalidem ev işlerinden ve bir kadın olarak bana yüklenen ödevlerden kaçmak istediğim için yazdığımı düşündüler. Birçok sorunla savaşarak yazdım. Kendime zaman yaratmak ve ödevlerimi aksatmamak için olağanüstü bir çaba sarf ettim. İlk kitabım yayımlandığında, bana inanmayanlar çok şaşırdı. İkinci ve üçüncü kitabım yayımlandıktan sonra ise epey sarsıldılar. Benim bir şair olduğumu kabul etmek zorunda kaldılar. Birçok kadın yazarın buna benzer şeyler yaşadığından eminim. Yazmak da nereden çıktı? Okuduğun yetmiyor bir de yazmaya mı başladın? Ya da bir hevestir geçer! İlk kitabım yayımlandıktan sonra bir tanıdığım artık daha yazmazsın, demişti. Hevesini aldın der gibi…
Ayfer Tunç’a bir söyleşide anlatıcılarınızın çoğu neden erkek diye sorulduğunda şu cevabı verir: “Anlatıcı erkek olduğunda, hikâyedeki kadının daha çok anlaşıldığını düşünüyorum. Ayrıca” kadın duyarlılığı” etiketinden sıyrılmak amacıyla Türk toplumunda var olan bir ön yargıyı bertaraf etmenin henüz mümkün olmaması sebebiyle başvurduğum bir yöntem bu.” “Kadın duyarlılığı” erkek yazarların ağzından çokça duyduğum bir söylem. Geçmişte de kadın yazarlar mahlas olarak erkek isimlerini seçiyordular. Bir kadının yazdıklarını kim okumak ister ki? Halbuki yazarın cinsiyeti yoktur. Yazarın yazmak dışında bir çıkar yolu da yoktur. Kalemini kırıp atamaz. İçindeki kuyuda boğulmamak için kaleme sarılır. Bu onun kaderidir. Kadın ya da erkek bütün yazarlar aynı kaderi paylaşır. Ve okur için önemli olan okuduğu metnin niteliğidir. Bir roman ya da bir hikâye yeni keşiflere imkân tanıdığı sürece onu yazanın cinsiyetinin bir önemi yoktur.