Japon yazar Kobo Abe’nin Kanguru Defteri, Monokl Edebiyat Yayınları tarafından dilimize çevrildi. Aydın Özbek’in çevirdiği Kanguru Defteri’nin absürt edebiyatın iyi örneklerinden biri olduğu söylenebilir. Bugüne kadar okuduklarından farklı bir roman okumak isteyen okurların dikkatini çekebilecek bir yapıt. Ancak gerçeğe sıkı sıkıya bağlı ve rüya anlatılarından hoşlanmayan okurları zorlayacak bir roman olduğunu da belirtmek gerekir. İlginç bir okuma deneyimi sunan Kanguru Defteri, gerçeküstü ve tekinsiz bir atmosfer sunuyor okuruna. Denilebilir ki roman baştan sona bir rüya ya da kâbus anlatısı. Kobo Abe’nin en çok tanınan romanı Kumdan Kadın’la kıyaslandığında okuması da anlaması da hayli emek isteyen Kanguru Defteri’ni, bütün edebiyat teorilerini bir kenara koyarak okumakta fayda var. Zaten kendisiyle yapılan bir röportajda Abe de bunu söyler. Okurun ona teslim olmasını ister. Aslında bütün romancıların arzusu bu değil midir? Bu benim dünyam. Bu dünyayı kabul edip etmemekte özgürsün. Kabul edip teslim olursan lütfen soru sorma! Oku ve okuduklarını benimsemeye çalış!
Roman, her biri çarpıcı başlıklarla adlandırılan altı bölümden oluşuyor ve bu bölümlerin birbirine bağlanması oldukça ilginç sonlarla sağlanıyor. Bitti sandığınızda yeniden başlayan roman içine doğru bükülüyor. Bir elmanın kabuğunu soya soya bitirememek neyse, romanın katmanları arasında dolaşmak da o. Tıpkı hayat gibi. Döngünün ebedi zaferi. Romanın uyandırdığı duygu bu döngüye teslim olmak. Belirgin bir olay örgüsünden söz edilemese de romanın konusu şöyle özetlenebilir. Hangi şirkette çalıştığını anlayamadığımız roman kahramanı, bir proje için şirket yöneticisi tarafından ödüllendirileceği haberini alır. Ancak bu ödül, şirketin her ay, özgün projeler yaratabilmeleri için elemanlarına hazırladığı bir tuzaktır. Şirket çalışanları, her ay şirketin kârını artırmasına yarayacak bir proje geliştirmek ve geliştirdiği projeyi bir kutunun içine atmak zorundadır. Çalışanlarından üst düzeyde yararlanma arzusu ve bu arzunun altında yatan kapitalist sisteminin dayattığı üretmek, her ne olursa olsun üretmek ve her koşulda tüketmek şiarı, kahramanın pek de umurunda değildir. Şirket kurallarına uyuyor görünmek için bir kağıda “kanguru defteri” diye yazar ve kağıdı kutuya atar. Görevini yerine getirdiğini düşünür. Ancak, şirket yöneticisi bu fikri oldukça ilginç bulur ve kahramandan bu projeyi geliştirmesini ister. Kahraman için bu absürt bir istektir. Çünkü ortada geliştirilecek bir proje yoktur. Öylesine karaladığı iki kelimenin dikkat çekmesi onu rahatsız eder. Evine gider, gece tuhaf rüyalar görür ve sabah kalktığında bacaklarındaki kaşıntıdan rahatsız olur. Bacaklarına baktığında derisinin gözeneklerinden fışkıran turp filizlerini görür. Romanın gerçeküstülüğü bu andan sonra başlar. Endişeyle bir dermatoloğa gider. Ancak muayenehanede bir sürü bürokratik engelle karşılaşır. Zaten romanın meselelerinden biri de bürokrasinin eleştirisidir. Kurumların bir türlü aşılamayan işleri yüzünden kahramanımızı doktorun görmesi öğleni bulur. Bu arada bacaklarındaki turp filizleri biraz daha büyür. Bekleme odasında durduğu sürece ona hiç de iyi davranmayan gözlüklü hemşire, görevini yerine getirirken, kan alırken, serum takarken oldukça ciddidir. Kendini tamamen işine vermiştir. Doktor ise kahramanımızın bacaklarındaki turp filizleri karşısında şaşkına dönmez. Her ne kadar daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamış olsa da durumu çok abartmaz. İlkel bir ameliyathanede son derece modern bir yatağa ki, bu yatağın markası Atlas’tır, bağlanır. Bu andan itibaren doktor ve hemşire için kahramanımız bir nesneye dönüşür. Ona birtakım testler yapılır. Bir takım ilaçlar ve serumlar verilir. Bir sonda takılır. Hastanın tıp karşısında bir nesneye dönüşmesinin en güzel örneğidir romanın bu bölümü. Hastanın bir şey sorma hakkı yoktur. Teslim olmak zorundadır. Tabii romanı bugünün koşullarıyla değerlendirmemeliyiz. Hasta haklarının esamesinin okunmadığı bir dönemde hasta bir tür kobaydır tıp için. Abe’nin buna itirazı vardır. Her türlü sistem karşısında insanın değersizleştirilmesine, hiçleştirilmesine itirazı vardır. Abe, bunu yüksek sesle söylemez. Satır aralarında görür ve bu itirazı hissederiz. Gösterir. Ve göstermek anlatmanın önüne geçer. Seyrederiz. Bir rüyayı seyretmektir bu. Başkasının rüyasına dışardan bakmaktır. Romanın bundan sonrası bir rüya, kimi zaman da bir kâbustur. Takip edilebilir bir akıştan söz edilemez. Korkular, hayaller, hatırlamalar, rüyalar, gerçekler iç içe geçer. Bu andan sonra kahraman hasta yatağıyla öylesine bütünleşir ki artık ondan ayrı düşünülemez. Yatak onu hapsetmiştir. Kendine bağımlı kılmıştır. Bir nevi hastalığın insana hükmetmesiyle eş değer bir durumdur bu. Rüyanın başlamasıyla yatak da bir kahramana dönüşür. Başka işlevler kazanır. Kahramanımız yatağın sağladığı konfor sayesinde gerçeklerden çok uzağa gitme cesaretini gösterir. Öleceğini bilmesi, sanıldığının aksine, insanı cesurlaştırır. Son gelmişse, koruyacak bir şeyi kalmamışsa her şeyi deneyebilir insan. Kahramanın hayatı bundan sonra rüyada geçer. Zaman zaman rüyasının içinde gerçeklerle yüzleşir. Zaten romanı başarılı kılan da bu rüya atmosferinden gerçekliğe geçiş anlarıdır. Bu anlar tam da okurun sürrealist anlatıdan koptuğu zamana denk gelir. Bir rüyada acıktığını hissetmek gibi bir şeydir bu. Rüyanın sürdüğüne duyduğumuz inancı kaybederiz. Ama gerçeğin içinde olduğumuza da inanamayız. Çok ince bir çizgidir bu. Kopuş mudur? Belki koptuğumuz yerden bağlanmaktır. Ama neye? İşte Kanguru Defteri bu noktada okuru Araf’ta bırakır. Anlatınlar ne rüya ne de gerçektir. Olsa olsa hem rüya hem gerçektir.
Yatak, Atlas marka yatak, romandaki en önemli unsurlardan biridir. Kahramanın bağımlılığının sembolüdür. Hastanın başucunda bekleyen bir yakını yoktur. Doktor ve hemşire hastayı iş olarak görür. İşlerini yaptıktan sonra hastaya ayıracak vakitleri yoktur. Çünkü başka işleri, pardon hastaları vardır. İş yatağa düşer. Hastayı oyalamak, gideceği yere götürmek, görevleri arasındadır. Çok da akıllıdır. Herhangi bir komuta ihtiyaç duymaz. Nereye gideceğini çok iyi bilir. Ve kahraman yatağıyla ön görülemez bir yolculuğa çıkar. Gideceği yer iyileşmesine imkân sağlayacak olan bir kaplıcadır. Doktorun böyle söylediğini duymuştur. Bacaklarınıza kaplıca tedavisi iyi gelebilir, demiştir. Sahiden demiş midir? Yoksa bu da mı rüyanın bir parçasıdır? Bunu düşünmeye vakit yoktur. Çünkü yatak hastaneden çoktan çıkmış yola koyulmuştur. Kaplıcaya doğru yol alan yatağın ve üzerindeki hasta kahramanın başına bir sürü tuhaf şey gelir. Bir rögar kapağına takılınca yatağın ayağı, yine bürokrasiyle başı derde girer kahramanın. Bekçi durumunun absürtlüğüne bakmaksızın onu polise şikâyet eder. Polis de hemen cezasını keser ve kahramanı yatağıyla birlikte çektirerek bir tünelin önüne bıraktırır. Devletin bütün kurumlarıyla insanın karşısına dikildiğini görürüz. Nesneleşen insanın hiçbir koşulda söz hakkı yoktur. Hangi durumda hangi koşulda olduğunun bir önemi yoktur. Hatta bu nesne insan, bacaklarında turp filizi çıksa bile otoritenin hoşgörüsüne sığınamaz. Kurallar, sadece kurallar vardır. Otoritenin birey üzerinde kurduğu baskı roman boyunca kendini hissettirir. “ Bana tekmeyi basacakmışçasına ayağını kaldırdı. Bacaklarında turp filizi yetişen birisinin bu tür aşağılanmalara alışıp katlanması gerekiyordu herhalde.” Diye tahminde bulunan kahraman karşılaştığı küçümsemeyi kabul etmek zorunda kalır. Kanıksadığı nice aşağılanmadan sadece biridir bu.
İnsanın yalnızlaşmasının, topluma yabancılaşmasının varoluşçuluğun ana izleklerinden biri olduğu herkesin malumu. Abe de yaşadığı dönem itibarıyla bu gerçeğin farkındadır. Kanguru Defteri’nde kahramanımızın içinde bulunduğu yalnızlık, oldukça dikkat çekicidir. Gerçek anlamda temas kurduğu tek kişi hemşiredir. Onun dışında tamamen düşsel bir dünyadadır. Bu dünyada bile yalnızdır. Romanın gerçeküstü dünyasında kendini hissettiren bu yalnızlık gerçektir. Kahramanın hayatta kalma kaygısı ve roman boyunca çektiği açlık da gerçektir. Hatta zaman zaman hissettiği cinsellik de gerçektir. Böylesine absürt bir romanda insani duyguların kendini dayatması çok ilginçtir. Kahraman serum bitince karnını neyle doyuracağını düşünür. Ve içinde bulunduğu tuhaf durumun aslında onun hayatta kalmasını sağladığını fark eder. “ Her ne kadar davetsiz bir şekilde bende parazit gibi yaşamaya başlasalar da, onların parazit bir böcekten ziyade birer bitki olduğunu düşünmek elbette ki en doğrusuydu. Solucanları spagettiye benziyor diye çiğ çiğ yiyemezsiniz. Ama bu süreçte, her aç kalışımda yardımıma koşan turp filizi söz konusu olunca akan sular duruyordu.” Akan sular duruyordu çünkü açlığını gövdesinde büyüyen turp filizleriyle gideriyordu. İnsanın kendine yetmesi modern çağın ürettiği zorunluluklardan biriydi. Ve insanı yalnızlaştıran da biraz bu zorunluluk değil miydi? Turp bitkisinin Çin Mitolojisi’nde açlığı ve kıtlığı temsil etmesi de ayrıca düşündürücüdür.
Alevden Dere’nin, romanın en etkileyici bölümlerinden biri olduğu söylenebilir. Kahramanın, lağımlardan, tünellerden, derelerden geçerek, tabii bütün bu süre zarfında Atlas marka yatağının üzerindedir, ulaştığı yer Sai deresinin kıyısıdır. Bu bölge Cehennem Vadisi olarak da anılmaktadır. Kaplıca da bu vadinin içindedir. Tedavi umuduyla geldiği kaplıcaya bir türlü giremez kahraman. Gövdesi turp bitkileri büyüdüğü için iyice ağırlaşmıştır. Bir an önce kaplıcanın sularına girmek ister. Ancak kaplıcada da uyulması gereken kurallar vardır. Bu kuralları kimin koyduğu bilinmese de bu kurallara uymak zorunludur. Bir taraftan etrafında gördüklerini anlamaya çalışan kahraman bir taraftan gövdesinin ağırlığının rahatsızlığını duyar. Romanın bu bölümünde Hiroşima’nın hatırlatıldığını düşündüren bazı sahneler vardır. Cüce cin adı verilen çocuklar, Sai deresinin kıyısında taştan anıtlar yapmakta ve turistlere rehberlik yaparak bağış toplamaktadırlar. Kendilerine İmdat Kulübü gibi ilginç bir isim vermiştirler. Bu bölümde okudukları uzun bir şiir vardır ki tüyleri diken diken etmekle kalmaz romanı gerçek bir zemine oturtur. Bu cüce cinler, Cehennem Vadisi’ni ziyarete gelen turistlere etrafı gezdirip ezberledikleri bu uzun şiiri okurken taşları üst üste koyarak bir anıt yapmaya çalışırlar. Ama neyin anıtını yaptıkları hakkında bir şey söylenmez. Cüce cinlerin üstleri başları dökülür. Derilerinde yangından yani Hiroşima’dan kalma karalıklar ve yanıklar vardır. Öldükleri anki gibi kalmışlardır. Daha çocukken ölerek/ öldürülerek anne babalarından ve hayattan koparılmışlardır. Abe, halkının acısını unutmamıştır. Hiroşima’nın yattığı acı unutulacak gibi değildir. Tabii bu açıkça söylenmez. Abe, yarattığı atmosferle okuruna devletlerin ne denli vahşi ve acımasız olabileceğini hatırlatır. Hiroşima’da ölen binlerce çocuğun sözcüsü olan cüce cinlerin okuduğu şiirin bir bölümü şöyledir. “Henüz ikisinde ve üçünde / Ya dördünde ya beşinde / On yaşına bile gelmemiş / Yavrucakların hepsi / Sai Deresinin kıyısında bulurlar birbirlerini/ Babacığım özledim, anneciğim özledim/ Özlem dolu feryatlarının sesleri/ Ne bu dünyanın sesidir/ Ne de inlemesi”… “ İmdat, imdat, yardım edin/ Ne olur, ne olur yardım edin” diye bağıran cüce cinleri gerçek anlamıyla duyan yoktur. Kahraman kaplıcada kaldığı sürece bu cüce cinlerin kimler olduğunu anlayamaz. Ama okur Hiroşima’nın hatırlatıldığını sezer ve dünyanın acımasızlık üzerine inşa edildiğini ve de dünyanın bir kâbus olduğunu, gerçek olamayacak kadar korkunç olduğunu hatırlar. Bir taraftan da bu bölümde geçmişte yaşanan acıların turizm için bir gösteriye dönüştürülmesinin eleştirisi yapılır. Sanki acı seyredilebilen bir şeydir. Bu topraklarda binlerce çocuğun gövdesi parçalandı, bu kampta binlerce insan yakıldı, bu çukurda kurşuna dizilen binlerce insanın cesedi var… Bakın! Bakın! Görmeye gelin! Görmeye gelin! Kapitalizm acıdan bile çıkar sağlamasını bilir.
Kanguru Defteri, yazının başında söylendiği gibi ilginç bir okuma deneyimi vadediyor okuruna. Bu deneyimde huzurlu bir rüyada bulmaz okur kendini. Çünkü bu rüyada akıl devre dışı kalmaz. Gerçekler trafik ışığı gibi bir yanar bir söner. Her ışık bir ikazdır. Ve bu ikazlar rüyanın olağanüstü atmosferini bile olağanlaştırır. Her rüyanın kendi içinde bir realitesi vardır. Bütün mesele o realiteyi görmek ve sunulan gerçeği kabul etmek ya da etmemektir Bir başka deyişle Kanguru Defteri, rüyaların olağanüstü atmosferinde gezdirdiği okuruna içinde bulunduğu dünyanın dehşetini ve bu dehşeti görmezden gelmenin mümkün olmadığını hatırlatıyor. Zavallı insanlığın edebi döngüsü! Ve bu döngüyü aşamamanın çaresizliği ince bir sızı olarak dimağlarda kalıyor.