Kitap Evi Otel’in, Mekânın Poetikası’ndan sonra mekân algısına dair okuduğum en kışkırtıcı kitap olduğunu söylemeliyim. Bir mekânın şiiri olarak da okunabilir. Her ne kadar yazarı bu metin şiir olsa açık bir yapıt olurdu, bunu istemiyorum, dese de. Açık bir yapıt olamayacak kadar sırlı oysa. Ve her sır yeni bir metafor üretiyor. Tayf yağmuru altında buluyorsunuz kendinizi. Satırların arasında gezinen gölgelerin ruhu arasında kedi ruhunuzu görüyorsunuz. Meğer sizi de bir düşleyen varmış. Bu hem sarsıyor hem kışkırtıyor sizi. Cümleler bir kuyuda bitiyor. Ve siz de yazar gibi kuyuya çalışma masanızı indirmeyi hayal ediyorsunuz. Yeraltının sularını mı, seslerini mi, gölgelerini mi ya da rüyasını gördüğünüz kaplanın gözlerini mi bilinmez bu kuyunun içinden anlatmak istiyorsunuz. Oysa Kitap Evi Otel’in bahçesinde bir kuyu yok. O zaman cümleleri böylesine derin ve kışkırtıcı kılan nedir? Ve tabii Kitap Evi Oteli’ni. “ Gerçek bir otelden bahsedip tümüyle düşsel bir otel yaratabilir miyim? Bunu denemek istiyorum.” demesi mi yazarın? Ah bir bilsem! Gerçeğin düş olduğunu. Ya da gerçeğin önünde sonunda düşe evrildiğini. Sahi bilmiyor muyum?
Zamanın aynasında görüntüsü çoğalan ya da ışık okları gibi dağılan Bursa’da, Kitap Evi Otel diye bir otel varmış. Mürekkep balığı kemiklerinden yapılmış. Uzaktan bakarsanız göremeyebilirsiniz. Biraz yaklaşmalısınız. Yakınlık kurarsanız mekânların size insanlardan daha çok şey söylediğini duyarsınız. Mekânlar anılar müzesidir. Hem de ‘an’ların müzesi. Yazar ‘an’da duruyor. Durduğunu sandığı bedeni. İnsan sandığından daha fazlasıdır. Ne zaman? Kendini hayal etmeye başladığı zaman. Yazarın Kitap Evi Otel’de yaptığı da budur. İnsanın kendini hayal etmesinden daha kışkırtıcı ne olabilir. Belki Kitap Evi Oteli’nin odaları. Çünkü bu odalarda gölgeler dolaşıyor. Yazarın var ettiği gölgeler. Prensesler, film kahramanları, roman kahramanlar, şairler, yazarlar… Hangi odanın kapısı aralansa Kitap Evi Otel’de, bir gölge sahiplenmiş oluyor odayı. “ Bu sönen gölgelenen dünya” da “ Kar anıların üzerine yağıyor, kalbime biriken anıları kürüyemedim” diyen yazarın bile isteye anıları küremediğini hissediyorsunuz. Çünkü anıları kürerse ne kalır dünyada? Sahi ne var dünya dediğimiz hayalden başka elimizde? “Dünyada kimse var mı? Bu bahçeden ibaret dünya, bu otelden.” İçinde bir tek muçalinda ağacı olmayan bu bahçede Buda’nın sabrını tefekkür ediyoruz. Zeytin ağacının meyvesini yemekle bir kıtlıktan çıkıyoruz. Çünkü Kitap Evi Otel’in bahçesinde kıtlığa yer yok. Kıtlık içimizde. Kıtlık metafor üretmeyi unutan zihnimizde. Sonra “görünmezin arıları” çıkıyor karşımıza da sözcüklerin balından bir metafor örüyor. Nasıl kışkırtmasın bu bahçe hayali? İnsan bu bahçede kuruyor kendini. Kurmak, dedim. Evet, insan bir saat gibi kurar kendini. Ve bekler zembereğinden boşalacağı anı. İşte Kitap Evi Oteli’ni okurken zembereğimden boşaldım da ben, durmadım duramadım.
“Güllere ve harflere inanıyorum ben bu otelde; bu otelde ‘ben’…” Yazarın ya da şairin mi desem, güllere ve harflere inanması kalbimi aralıyor. Ve bahçedeki “havuz hayali”nde şairin bana hatırlattığı yüzümle karşılaşıyorum. Harfler, kelimeler ve cümlelerle geçen bir ömrün suretini kendime benzetemiyorum. O zaman, diyorum o zaman “ben” kimin görüntüsüyüm? “Gördüğümüzün düşünü kurmadıysak, dünyayı asla iyi görmemişiz demektir.” Kendimi düşlemediysem asla var olmadım mı, demeliyim. Ürkütücü sorularla yüzleşmeliyim. Ki Kitap Evi Otel’de bir oda tutabileyim. Önünden geçip gitmeyeyim. Onun bir hayal olarak beni ne kadar kışkırttığını unutmayayım.
“Hep aynı yerde ‘bambaşka bir yaşam’ı düşlemek… Aynı ve başka. Başka türlü yaşanabilir mi hayat? Aynı şeyleri mi yaşardık başka bir hayatta da? Galiba o ‘bambaşka’ hayat bu yaşadığımızdır.” Kitap Evi Otel’de yazar, felsefe günlüğü tutuyor. Bu günlükte basmakalıp, öğrenilmiş, tecrübe edilmemiş bilgilere yer yok. Öz’ünün koridorlarında gönüllü olarak yönünü kaybediyor. Hiç şüphe yok kendi labirentini kuruyor. Borges’in labirentinden sonra Kitap Evi Oteli’nin yazarının kurduğu labirentte kaybolacağım hiç aklıma gelmezdi. ‘Uçurum Oteli’ demesi boşuna değil yazarın. Uçurumdan düşen de ben, düştüğünü seyreden de ben. Hayat benim parşömen kağıdım. Yırtılabilir de yırtılmayabilir de. Her ikisi de kabulüm. Değil mi ki Kitap Evi Otelin tedrisatından geçtim! Sormadan edemiyorum. “Uykuda gezen ağaçlar gibi düşlerin var mı?”
“Ruhum, Ercan Yılmaz oturuyor Kitap Evi Oteli’n bahçesinde, görüyor musun? Manolya ağacında yeni açmış üç çiçek görüyorum; sanki otelin üst odalarından, yeni açmış manolya çiçeğini seyreden Ercan Yılmaz’ı seyrediyorum; manolya çiçeği seyreden adamı seyreden şair. Buradan bir şiir çıkar mı?” Bu cümlelerdeki ‘oluş’un sahiciliği ürpertmekle kalmıyor beni, kendini bir şiir olarak kuran yazarın, şiirin kendisi olduğunu düşünüyorum. Bugün o kadar uzağız ki şairin şiir olmasından. Kitap Evi Otel’e bunun için bile gitmeye değer, diye düşünüyorum. Belki şair olamam ama Kitap Evi Otel’de şairin nasıl şiir olduğunu hissedebilirim.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.