Fatma Nuran Avcı: Değerli Arzu Armağan Akkanatlı, Ege’nin Sözü, Lodos Haber gibi gazetelerde gündeme ve hayata dair haftalık köşe yazıları yazıyorsunuz. Değindiğiniz konuların alanı geniş ve çeşitli. Yazılarınızın içeriği dikkat çekiyor. Yaşarken fark etmediğimiz, okurken önem vermediğimiz pek çok şeyi kapsıyor. Haftalık yazı yazmanın belli bir disiplin gerektirdiğini, zorluğunu kabul ediyoruz. Bu bağlamda sormak isterim. Bir köşe yazınıza nasıl başlar, nasıl sonlandırırsınız?
Arzu Armağan Akkanatlı: Yazdıklarımı belirlerken, benim için çok önemli incelikleri, öncelikleri ya da yaşamsal konuları, günlük kıvrak bir Türkçe ile okura ulaştırma isteğim baskın geliyor. Bunun yanı sıra özensizlikler, haksızlıklar ve daha pek çok kırıldığım yeri göstermek istiyorum. Olumlu geri dönüşler beni çok heyecanlandırıyor. Okurun da düşüncelerini sınırlamadan yazdıklarım üzerine bir iç hesaplaşma yapıp, kendilerine sorular soracaklarını hayal ederek bitiriyorum.
Fatma Nuran Avcı: Genelde yazmak erken yaşlarda, ilk öğrencilik yıllarında, şiirle tohumu atılan, ilerleyen yıllarda kitaplara duyulan ilgi ve sevgiyle beslenen, sonunda sayfalara dökülen bir eylemdir. Edebiyat sonsuz bir toprak. Her yazarın özel bir bahçesi var elbette. Sizin bahçeniz nerede? Neler var toprağın altında ve üstünde?
Arzu Armağan Akkanatlı: Çocukluğum, babaannem, dedem diye cevaplayabilirim bu sorunuzu. Düşler ülkesinin içinde yaşayan bir çocuktum. Kitaplarla yakın dostluklarım oluşmaya başlamıştı. Babam benden çok uzaklardaydı ve babaannemle, dönmesi için yanıp tutuştuğu oğluna mektuplar yazardık. Sonra ortaokulda düşlerle aram daha da sıkı fıkı olmuşken Türkçe öğretmenimin bunu fark etmesi şansım oldu.
Fatma Nuran Avcı: 2021 yılında “Yegâne Kitap” etiketiyle “Başka Oyun Yok” adlı öykü kitabınız yayımlandı. Kitap isimleri yeni biriyle tanışma anına benzer. Ya hoşlanır, sayfaları merakla açtırır ya da biraz temkinle yaklaştırır okuru. “Oyun” büyük bir metafor. Çağrışımı hem çocukluğun masumiyeti, hem kurnazlık, kötülük gibi. Kitabınız adından başlayarak, öykülerinizde de çok farklı oyunlarla, olaylarla dolu anlatımı acemilikten uzak biçimde olunca, öykü yazmaya nasıl başladınız, bir eğitim aldınız mı, diye soracağım.
İlk öykülerim seçkilerde yer aldı. “İzmirli Öyküler” adlı seçki İzmir, “Kirpiğin Düşmesin Yere” adlı seçki kadın şiddeti temalıydı. Sığınma evindeki kadınlara desteği amaçlayarak, on dokuz acıyan kalbimizle yazmaya çalıştık. Bir kitapla ses olmak çok değerliydi.
“Deniz Yıldızım” dediğim bir arkadaşım (ki o da bana atölyenin armağanıdır) öykülerimin çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanması için motive etti. Öykülerimin görünür olması bana güç ve güven verdi sanırım.
“Başka Oyun Yok” un ana fikri salgın döneminde yazdığım, bir tekerlemenin dilime dolanmasıyla başlayan aynı adlı öykü. Atölye döneminde yazdıklarımla birleşince kitap için heyecanım başladı. Öykü dosyası hazırlığım bitmek üzereyken, değerli şair Haydar Ergülen’in arka kapak yazımı yazması büyük bir mutluluktu. Onun cümlelerinden biri şöyle:
“Hepsi de içerden yazılmış, evin, ailenin ‘iç’ten/siz/liğinin yakın tanığı öyküler. Adı Başka Oyun Yok, bence de ev ve aile varken başka oyuna gerek var mı hem?”
Fatma Nuran Avcı: Öykü çözümlemelerinde ana karakter, yan karakter gibi tanımlar yapılır. Olay ve olay örgüsündeki işlevleri farklıdır. Kalabalık aileleri anlattığınız uzun öykülerinizde bu tanımları yapmak zor. Tüm aile bireylerine değinmişsiniz. Adeta adaleti kollarcasına. Evlerin içinde oda oda geziniyor okur. Bu öykülerin çıkış noktasından, nasıl geliştiğinden bahseder misiniz?
Arzu Armağan Akkanatlı: Evlerin içinde kenarlara köşelere sıkışan insanlarla duygudaşlığım var. İçindeki gerçek sesi bağıramayan, içini gösteremeyen özellikle kadınlarla tanışıklıklarım oldu, olmaya devam ediyor. Buluyoruz birbirimizi bir şekilde. Mıknatıs gibi çekiyoruz diyebilirim. İnsanda zamanla en çok gelişen şeyin anlamak olduğunu düşünüyorum. Karşındakini anlamak… Kuvvetli bir şefkatle anlamak… Kapılarını ardına kadar açan insanlara borçluyum bunu.
Arzu Armağan Akkanatlı: Pavlova, atölyenin ilk günlerinde Barış İnce’nin bizden Picasso’nun Mavi Oda tablosuna bakıp bir öykü yazmamızı istemesinin üzerine yazılmış bir öykü. Bir odanın içerisinde, küvette eğilen çıplak bir kadın sahnesini tasvir eden yağlı boya bir tablo… Resimler, uyandırdıkları duyguyla, yazdırabilir, beste yaptırabilir… Ya da tam tersi… Olağanüstü değil mi?
Fatma Nuran Avcı: Kitabınızda sözünü etmeden geçemeyeceğim bir diğer öykünüz ise, “Yansı-ma” adında. Başlarken iki parçalı olmasını düşündünüz mü bu öykünün?
Arzu Armağan Akkanatlı: Yansıma, kafamdaki öyküyü yazmaya başladıktan sonra gelişti. Bir çocuğum var ve onunla birlikte büyürken hep ne düşündüğünü, benim tepki verdiğim konuların onun gözünden nasıl görüldüğünü merak ederdim. Annenin anlarına tanıklık ederken, gencecik kızın o anda ne hissedebilir sorusuyla, cevabıyla uzun zaman meşgul oldum. Elbette kendimle de yüzleştim.
Fatma Nuran Avcı: Okuma ve yazma ritüelleriniz var mı? Bir de başucu kitaplarınızı öğrenebilir miyim?
Arzu Armağan Akkanatlı: Son birkaç yıldır en çok öykü okuyorum. Okudukça yazma isteğim artıyor. Çok sıradan, günlük hayatın içinde herhangi bir anda yaşanan her şey, duyduklarım, insan halleri bana yazdırır. Çok sıkı bir disiplinle yazdığımı söyleyemem ama her gün mutlaka bilgisayarın başına geçmeye çalışırım. Şu kadar kelime, bu kadar saat diyebileceğim bir durum değil bu, itiraf edeyim böyle yapanlara özeniyorum.
İzmirli yazar Ahmet Büke’nin öyküleri, çocukluğumun geçtiği mahalleden, sevdiğim birinin yaşadığı bir şehirden kalkıp gelmiş, satırlarıyla bana ulaşmış gibi hissettirir. Sait Faik, Haldun Taner, Tarık Dursun K., Tomris Uyar, Ferit Etgü. Pek çok usta öykücümüzün kitapları başucumdadır. Günümüze gelince, Seray Şahiner’in “Antabus”, Neslihan Yiğitler’in “Geçmiş Muayene İstasyonu” adlı kitaplarını sayabilirim.
Yazarlıktan önce gelmeli okurluk. Daha çok okumalı, yerli ve dünya edebiyatını takip etmeli diye düşünüyorum.