“Hürriyetin de müsavatın da âşıkıyız Komiser Bey yalan yok. Fakat beş yetim Arnavut’tan başka isteyeni kalmadı mı diyorsun hürriyetin?”[1]
Osmanlının olan hiçbir şeye direnmeye mecalinin kalmadığı 1918’de Sultan Reşat ölmüş, kısa bir süre önce padişah olması ihtimali pek de mümkün olmayan Vahidettin 5 Temmuz’da tahta geçmişti. O ana kadar müzik, sanat ve kitaplarla ilgilenmiş olan, savaş ve askerlik bilgilerinden mahrum yeni padişah, çoktan başlamış olan süreci durdurmak bir yana yavaşlatmaya bile muktedir olamamıştı.
Puslu, karanlık bir kasım sabahında başlıyor roman. Mustafa Kemal’in Yıldırım Orduları Komutanlığı’nın kaldırılması üzerine İstanbul’a geldiği, İtilaf Devletlerinin donanmalarının ve Yunan savaş gemilerinin İstanbul önlerine demirlediği tarihte başlıyor.
Konstantiniyye’ye nereden teşrif ettiğiniz önemlidir. Lord Byron gibi ilk gördüğünüz yer boğaz olursa ömrünüz boyunca aklınızda hep o ilk olağanüstü izlenim kalır.[2]
Kahramanlarımız Ferda ve Miette ise kar soğuğunun insanı titreten kasım sabahında trenden iniyorlar ve maalesef Lord Byron’ın sözünü ettiği o muhteşem manzaradan mahrum kalıyorlar.
Dönemin önemli paşalarından Seyfettin Paşa’nın kızı Ferda, gizem çözme konusunda mahir olduğundan Fransa’da polise danışmanlık yapmaktadır. Serinin ilk kitabı “Kalbim Kimsesiz Yurdum”, Ferda’nın bu becerisiyle başlıyor. Viyanalı asilzade Frau Isabel Theresia, köpeğinin küllerinin kaybolduğunu fark edince ortalığı birbirine katıyor ancak Fransa’dan gazeteci arkadaşı Miette ile birlikte İstanbul’a yolculuk yapan Ferda durumun göründüğü gibi olmadığını kanıtlayınca işin rengi değişiyor.
Sonrasında heyecanla takip edilen olaylar, başlangıçta anlam veremediğimiz gariplikler sayfalar boyunca bizi peşinden sürüklüyor. Serkomiser Reşat Bey başta olmak üzere emniyettekilerin hepsi bir kadının bu işlere dâhil olmasını yadırgasalar da önceleri babasının nüfuzu sonrasında başarısının su götürmezliği yavaş yavaş önlerindeki engellerin kaldırılmasını ve herkesin duruma alışmasını sağlıyor.
Suat Duman, dönemin İstanbul’unu ustaca gözümüzde canlandırmış. Şehrin harap hali, insanların yılgın ve umutsuz yüzleri, sokaklarda galip devletlerin kurumlanarak gezen askerleri bizi aynı döneme götürüyor. Kendimizi işgal altındaki güzeller güzeli İstanbul’da buluveriyoruz. Ancak bunca elverişsiz şarta rağmen yaşam devam etmekte, umutsuzluk kimi zaman aşkla kimi zaman sanatla alt edilmeye çalışılmaktadır.
Halkın işgal devletlerinin varlığından rahatsızlığı, çıkış yolu araması, içten içe kaynaması ajite edilmeden, tarih kitabı ağırlığına bürünmeden, konu yalnıza bu minvalde kurgulanmadan anlatılmış. Satır aralarında dile gelen isyan ve huzursuzluğu hissediyor diğer yandan olayların akışına kendinizi kaptırıyorsunuz.
İlgimi çeken diğer konuysa kitapların isimleri. 1918 anabaşlığıyla yayımlanan serinin ilk kitabı “Kalbim Kimsesiz Yurdum” ve ikinci kitap “Ah Dehşet, Dehşet Dehşet!” anlatıldığı dönemin ruh hallerini de yansıtıyor. Yazar bu noktada zekice bir sözcük oyunuyla hem kitabın içeriği hem de halkın üzüntü ve isyanını dile getirmiş. Bu da üçüncü kitabın ismini merak etmeme yol açıyor doğrusu.
1918, polisiye roman konusundaki başarısını ispatlamış olan Suat Duman’ın devam kitaplarını sabırsızlıkla bekleyeceğimiz yeni serisi. Alakarga Yayınları etiketiyle yayımlanan kitaplar Eylül 2020’de okurlarıyla buluştu.
1918
Kalbim Kimsesiz Yurdum /
Ah Dehşet, Dehşet Dehşet!
Suat Duman
Alakarga Yayınları
[1] Kalbim Kimsesiz Yurdum, Suat Duman, s.49
[2] Kalbim Kimsesiz Yurdum, Suat Duman s.21