Mustafa Soyuer’in “Beni Öldürmeli Dövmeli Değil” adlı ikinci öykü kitabı 2022 yılı, Aralık ayında Kutu Yayınlarından çıktı. Soyuer, isim olarak birinci kitabında olduğu gibi yine bir türkü sözü seçmiş. Bilindiği üzere ilk kitabının adı da “Ellerin Ellerime Değdiği Zaman”…
İlk öykü kitabını okuyanlar bilirler, Soyuer’in okuyucunun merakını, vicdanını hatta kalbini kıskıvrak yakalayan bir üslubu var. Sıcak, samimi… Onun öykülerini okurken kendinizi bir kahvede, yıllardır tanıdığınız emin bir dosttan ilgi çekici anlatılar dinlediğiniz hissine kapılabilirsiniz. O atmosferin içine sokar sizi. Ama bunun da bir bedeli var tabii. Kendisi ortamı terk ettikten sonra, inceden inceye içinizi yakan bir sızı ile bir başınıza kalabilirsiniz.
Soyuer’in ilk kitabındaki temalar genelde “aşk” eksenli idi ve bu durum, bazı okuyucularına şunu düşündürtmüştür muhtemelen: “Romantizmin dozu fazla kaçmış.” Böyle düşünenlere kendimi de dâhil edeyim. Ancak bu kitabında geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiğini, yaşamı farklı yönleriyle ele aldığını ve yazarlık kabiliyetini daha çok konuşturduğunu ekleyeyim. Şunun da altını çizmek gerekir ki öncekinden başarılı yeni bir eser verebilmek esasen hiç kolay değil. Birçok yazar bir ömür biriktirdiklerini ilk kitabına anca sığdırdığı için diğerlerinde tekrara düşebiliyor. Bu anlamda gerek teknik gerek tema bakımından Soyuer’in kendisine çok şey kattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu değişimin bu hızla devam edeceğini düşününce bir sonraki kitabıyla buluşacağım zamanı iple çekiyorum.
Bölümdeki hikâyeler, epigrafa uygun olarak insanın kötücül yanlarına vurgu yapmakta. Hayatındaki dengeyi bir türlü tutturamayan insanoğlunun kendisine verilen cüzi iradeyi külli imiş gibi algılamasından kaynaklanan yaşadığı trajediler, onu çetrefilli bir açmazın içine sokuyor. Kendisinden fiziki olarak güçsüz birini canice öldürmek cüzi değil de külli iradeye sahip olabilmekle açıklanabilir mi? Peki öyleyse tırnaklarımızın uzamasından tuttun, başkalarının kalbinden bizim için geçirilenlere kadar neden hiçbir şeye müdahale edemiyoruz? Evet, elimizde bir silah varsa onun tetiğini çekmek bizim elimizde. Bu, zaten cüzi irade boyutu… Ama sonrasında yaşayacaklarımız, hatta içine düşeceğimiz halet-i ruhiye bile başımızın üzerinde her daim gezinen küllü bir iradenin varlığını hatırlatmakta. Yine de o tetikteki parmağın giderek artan sıcaklığı başımızı döndürmeye yetiyor. Küçücük bir hamle ile gerçekleştirebileceğimiz büyük değişimleri, Tanrı’nın “Ol dedi, oldu!” ayetine mi yoruyoruz yoksa? Sadece kendi kudretini dile getirmek ve bildirmek için indirdiğine gözümüzü kapatıp kulağımızı tıkayarak… Ayetin işaret ettiği manayı büyük bir küstahlıkla kendimize yorarak… Bizi suç işlemeye teşvik eden, azmettiren okyanustaki tek bir damlanın bize bağışlanması mı?
“Suç denilen kimsenin sahiplenmediği piçi, sen peydahlamadın ya. Seninle de bitmeyecek. Koca koca tanrıların, peygamberlerin yapamadığını sen mi yapacaksın? Bir düşün, dört kitabın da dediğine göre yaratılmış ilk insan, aynı zamanda ilk mücrim. Sonuncusu da başka bir mücrim olacak elbet. İnsan dediğin, suçtan bir denizde yüzen bir kuru tahta. Islanmadan kıyıya vurması mümkün mü? Kuluna suç işleme kabiliyeti vermişse Tanrı, sen ne yapabilirsin? Şu dakikada bile yeryüzünün hangi yerinde, kim bilir hangi cürüm işleniyor. Katilin biri tık diye tetik düşürüyor mesela.” ( BÖDD, s.15.)
“Ol!” buyruğunu vererek zerrelere varıncaya değin kâinatı ve içindeki her şeyi yaratan Tanrı, aynı zamanda yarattığı her şeyi görünmez iplerle hem birbirlerine hem de kendi zatına bağlamış. “Beni Ateşte Koydun” adlı öykünün kahramanı Mehmet Şahin, öğretmen olmak istediği halde babasının zoruyla savcı olmak durumunda kalır. Hâlbuki Mehmet Şahin; arzu ettiği mesleği yapabilseydi belki de “112” adlı öyküde bahsi geçen öğretmen olacaktı. O çocuğa şefkatle yaklaşıldığı için de çocuğun çekirdek kendiliği zedelenmeyecek ve ilk öyküde anlatılan çifte cinayet işlenmeyecekti. Bu durumda bu dünyadan muhtemelen göçüp giden Mehmet Şahin’in babası, sırf kendi çocuğunun hayallerindeki mesleği icra etmesini engellediği için o iki cinayetin de asıl sorumlusu sayılmaz mı? Tanımadığımız, ismini cismini bile bilmediğimiz insanların bırakın hayatlarına; hayatlarının son bulmasına neden olabileceğimiz gerçeği ne kadar da ürkütücü! Buradan yola çıkarak şunu da dememiz mümkün: Bu görünmez iplerle birbirine bağlılık durumu; önceden yaratılmış, yaratılan ve yaratılacak olan her şey arasında da geçerli. Bir neden bir başka şeyin sonucu, bir sonuç başka bir şey’in nedeni… Ölüp gidenlerin yapıp ettikleri bile bizi türlü yerlere çeken boynumuza asılı bir yular gibi.
Ben zaten susmuştum.
Unutmuştum birden halefimin kim olduğunu yahut selefimin kim olacağını. En unutmak istediğim yerden hatırlamıştım. Bir cesetle yatmaktan korkarken kollarımı ölmüş bir çocuğun boynuna dolayarak uyuyacaktım. Kendi cesedimle yatmak bir başkasının cesediyle yatmaktan daha korkunçtu.” (BÖDD, s. 43)
Kayıtlara geçirilmeyen, asla da geçirilemeyecek olan ne suçları kimler neden oldu da biz işledik ya da işlettirdik haberimiz yok. Bu durum bana yıllar önce yazmış olduğum küçürek bir öykümü anımsattı:
TOPLUMSAL ORGANİZASYON
Bu suçu tek başına işlemedim ben, dedim.
Bütün deliller, bu suçu tek başınıza işlediğinizi gösteriyor; diye söylendi savcı.
İyi ama, dedim. Bana delil bırakma görevi verilmişti.”
Soyuer, birinci bölümde hayatın panoramasını bu kadar iç karartıcı çizdikten sonra ikinci bölüme Şükrü Erbaş’tan alıntıladığı bir dizeyi epigraf yaparak paylaşıyor: “iyi ki seninle yaşadım dünyayı.” Bu dünyayı yaşanabilir kılan tek şey var o da aşk dercesine… Yalnızca aşka tutunup kötücül taraflarımızı iyileştirebiliriz dercesine… Soyuer’in kendisine has bu lirik tarafı, onun imzası. Oraya uğramadan edemiyor. Hayatın, var olmanın zorluklarıyla baş edebilmek için aşk’ı, sevgiyi, şefkati bir tutamak olarak bellediği aşikâr. O yüzden gönülden dökülen bu satırlar içimize içimize işliyor.
Bu bölümdeki ilk öykü “Evin Halleri”… Bu öykü, Milli Eğitim Bakanlığının 2020 yılında öğretmenler arasında düzenlediği Hasan Ali Yücel Öykü Yarışmasında birincilik almış. Behçet Necatigil’in “Evin Halleri” şiirinden ilhamla yazılan ve bir yuvanın içindeki dört günün anlatıldığı son derece akıcı ve sıcacık bir anlatı. Öykü beş bölümden oluşuyor. Her bölümün başında bahsi geçen şiirin bentleri var. Dışarıdaki keşmekeşliğe rağmen bir yuvanın içinde huzuru yakalamış dört kişilik bir ailenin öyküsü. Ev-den, ev-e, ev-i, ev-de ve ev… Yalın halde yuva içerisindeki bir günün panoraması değil de önünde sonunda o yuvada birinin yalnız kalacağı gerçeği lirik bir üslupla anlatılmış. Bir yuvadaki saadetin dünya hayatındaki hiçbir şeye karşılık gelemeyeceğini bilenler için son cümle ne kadar yakıcı:
“Ne bileyim. İnsan sarayda köşkte yaşasa ne çıkar; içinde salınan bir Nezihe’si olmayınca.” (BÖDD, s. 70.)
“Nezihe” demişken Soyuer, bir sanatçı duyarlılığıyla boyunlarına bu coğrafyanın kaderi asılmış kadınların maruz bırakıldıkları haksızlıklara değinmeden edememiş. Esasen kadını; anne, hayat arkadaşı, yar, kız çocuğu, genç kız olarak hemen her öyküsüne sindirmiş ve onların yazgılarında tamamen söz sahibi olan ataerkil düzene, güç zehirlenmesine uğramış erkeklere karakterleri aracılığıyla doğrudan, hiç eğip bükmeden seslenmiş:
“Şu an, şu koltukta uyuyan kadın, yani benim annem, buralarda değil de oralarda bir yerlerde doğsaydı… Pekâlâ, büyük bir sanatkâr olabilirdi. Ya da ne bileyim, dünyayı yerinden oynatan büyük bir kadınlardan biri. Burada doğduğu için babasının evine bile gitmesi yasaktı, oralarda doğsaydı belki de fezanın derinliklerine doğru su gibi akıp gidecekti. Beş çocuğu büyüten rahmini söküp alan doktor, adını sorduğunda, devletin karşısında korkudan adını unutan annem, ihtişamlı bir dille, Türkçenin en güzel şiirlerini yazacaktı. Burada değil de oralarda bir yerde doğsaydı… Hiç olmazsa altmış küsur seneyi bir ceza gibi alnına istiflemeyecek, daha otuz beşinde kadınlıktan istifa etmeyecekti. Serin bir suya girer gibi, alışa alışa usulcacık girecekti ihtiyarlığa. Sonra acı acı gülümsedim.” (BÖDD, s. 50.)
Bir öyküdeki karakterlerin başka bir öyküde yine karşımıza çıktığı Soyuer’in bu kitabında küçük sayılabilecek sebeplerin hiç beklenmeyen büyük sonuçlar doğurduğu gözler önüne seriliyor. Hayat da öyle değil mi zaten? Yaşandıkça taşlar yerine oturur, başımıza gelenlerin hikmeti anlaşılır. Es geçtiğimiz ayrıntılar birike birike en kritik anlarımızı inşa eder. Bir daha rastlaşmayacağımızı düşündüklerimizle yollarımız tekrar kesişir; hiç ayrılmayacağımızı sandığımız kimselerle son görüşmemiz olduğunu bilmeden hoyratça harcarız birlikte geçirdiğimiz zamanı.
Demem o ki en güzel hikâyeyi yazan hayata öykünmeyi başarabilmiş bir eser mi okumak istiyorsunuz? O halde Mustafa Soyuer’in son kitabı “Beni Öldürmeli Dövmeli Değil’”ini muhakkak edinmelisiniz.