“Sonra aşktan güzelleşen yüzümü arayacağım
yeniden çıkılan uzak yollarda“
“Altı kalın kalemle çizili bir özlü söz gibidir yüzü
Saydam, hesapsız, bilge, aşikâr“
Ben ve sen anlatımı üzerinden bir biz anlatımı oluşturulmuş kitapta baştan sona. Şiirlerde başlıklar yok, bölümler yok. Ben dediği şairin hep kendisi. Kendisinden başkasını istemiyor da diyebiliriz içinde. Hatta sen anlatımında olanı bile kendi beniyle bütünleştiren, kendi beninin bir yansıması olan olarak da okuyabiliriz. Mesela şiirinin bir bölümünde şöyle diyor şair:
“ Sesinde gizli bir şey var öncelerden bildiğim.“
Cesare Pavese şöyle der şiir hakkında: “Her şeyden önce unutma ki sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak; şair duyduğu tadın paylaşılıp paylaşılmadığını hiç bilemez.“ Ama şairimizin şiir kitabı gibi diğer kitaplar şairin duyduğu tadın paylaşılması değil midir? Hem bu tadın aynı olmasına gerek de yoktur. Herkes kendine has tat ve zevk alabilir. Şiir ve bu kitap bunun içindir diyebiliriz.
“Hani yazdıkça sarılırmış gibi olmasam
suskunluğum hep aynı çıplak“
Kitaptan bazı dizelerini özellikle taşıdım bu yazıya. Kitabın genel koordinatlarını vermese de bizlere birkaç ipucu verecektir bu dizeler şair ve şiiri hakkında.
“Yüzümüzde bir gülmek mevsimi şu an“
Hissederek yaşadığını duyumsuyoruz şairimizin. Ve buna da çok seviniyoruz. Yapmacıklığa girmeden bize birkaç anı, birkaç tını veriyor:
“Deniz yerine karşı dama attığım süt dişleri“
Zıtlıkları kendi içinde yaşamış ve yoğun olarak onda kalanları şiirlerine yansıtmıştır, tüm bunlar öğreticidir onun yaşamında:
“Biliyorum özgür değildir hiçbir kaçak.“
Artık biz de biliyoruz, hayat zıtlıklarla daimdir. Ve şunu da eklemek istiyorum, keşke böyle dizeler kitabın belli bölümlerinde olsa ve şiirleri daha güçlü taşısa.
“Bu yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir.” diyor Hölderlin. Yani insan bu dünyada şairane kalır, ikamet eder. İnsanın insan olarak kalması için de bu zaruridir bir bakıma. Şairimiz de şairaneliğiyle bu dünyada insan olarak ikamet etmekte hatta bunu her nerede yaşarsa yaşasın, her ne dil ile muhatap olursa olsun “Türkçesi” ile tescillemektedir. Türkçesi diyorum çünkü ona ait bir dilden; onun anılarını, özlemlerini, yaşayışlarını, hissedişlerini, aşklarını, bakışlarını, düşünüşlerini, hayallerini, üzüntülerini, sevinçlerini vs. besleyen, büyüten ve en önemlisi kendi benliğini oluşturan bir yapıdan Türkçesinden bahsediyoruz. Şairin evi, vatanı olmuştur bu dil ve şiir. Bizleri de kendi evine davet etmekte bu kitabıyla. Sadece şiirindeki kavramlarla şekil almak değildir şairin isteği, o bahseder ama okuyucudaki yansıması okuyucunun kendi içinden çıkaracağı anılarla, hatırlayışlar ya da hayallerle daha da renkli bir hal alır. Yani şair sadece kendi kavramlarını kendi bencilliğiyle şekillendirmek istemez, okuyucunun algıladığı kavramlara da, olgulara da, tasavvurlara da kapı aralar. Okuyucunun algısına güvenir.
Postacı filminde Paulo Neruda ile Postcacı arasında şöyle bir söz geçer:
“Şiir onu yazana değil, ihtiyacı olana aittir.” Bunu şöyle de yorumlayabiliriz. Şiir ihtiyaçtır. Şair bunu bu kitabında topladığı 28 yıllık şiirleriyle ispatlar niteliktedir. Hayatının her evresinde şiire ihtiyaç duymuş, onunla yol almayı yaşam tarzına ve hafızasına çevirmiştir. Kim bilir belki de başkası mümkün değildir…
Şairin sözü ile bitirelim yazımızı. Ölümü, ölmeyi çokça düşünen bir yapısı olsa da inadına yaşam demeyi ihmal etmediğidir bu ve şiirin de asla ölmeyeceğinin bir yansıması:
“Yine o garip kız olacağım
Yine pervasız,
Yine çoğalan o arsız…
hüznün ateş böceklerini kovalayacağım kendi kaderimde.“