Ayrılık ya da ölüm…
Birileri çekip gider hayatımızdan.
Bazen giden mi kalan mı olduğumuzu anlayamayız.
Çok yazıldı vedasız vedalaşmalar…
Gül bitti satırlarda.
Bu sebep mezar ziyareti zordur.
Kopuşlar şiire, şarkıya, romana, fotoğraflara, anılara gömülüdür zaten.
Kim bilir kimin gözyaşları sular?
Yazanın mı, okuyanın mı, söyleyenin mi, sahibinin mi?
Yüreğim anı mezarlığı…
Tülay Bilginer / Güvercin Uykuları
AŞK VE HÜMANİZMA BAĞLAMINDA TÜLAY BİLGİNER’İN YAZI DÜNYASI
21 Nisan 2021’de aramızdan ayrılan Tülay Bilginer’i yeniden hatırlayarak, anısı önünde saygıyla eğiliyorum… (NS)
Söyleşen: Nuray SALMAN
Nuray Salman: Nasıl bir çocukluk ve gençlik geçirdi Tülay Bilginer?
Tülay Bilginer: Kendimi üçüncü tekil şahıs olarak mı anlatmamı istiyorsunuz? Bunu ancak, bazı kitaplarımdaki anlatılarımda yapabilirim… Kahramanlarıma, kendi hayatımdan izler, hikâyeler, anılar, gözlemler, duygularla; yaşanmışlıklar yükleyip kurgulayarak. İnsanın kendisine, kendi dışından bakması zordur. Röportajda daha da zordur. Çünkü hayatınızı bire bir anlatmak zorundasınız. Ama sanırım, son zamanlarda böyle bir soru tekniği gelişti… Özellikle televizyon programlarında. Bu benim çok yatkın olduğum bir stil değil.
Ben kendimi birinci tekil şahıs olarak anlatayım, izninizle…
Çocukluk, erken bir ergenlik gibi geçti… Ağabeyimle, ilkokuldan itibaren yatılı okuduk. Ağabeyim bana korumacı bir baba gibi davranırdı, ben de ağabeyime şefkâtli bir anne gibi. Önlük yakasının düğmesini ve sökük dikmesini, çorap yıkamasını, nevresim değiştirip yatak yapmasını ve uzun saçlarımı örmesini, yedi yaşımda öğrendim… Evcilik oynamayı sevmezdim. Gazetecilik, tiyatroculuk ve şarkıcılık oynar, şiir yazardım. Ben müziğin hiç susmadığı evlerde büyüdüm çünkü… Babam, gençliğinde Ankara Devlet Konservatuarı eğitimcilerinin okulları dolaşarak keşfettiği gençlerden biriymiş ve opera öğrenimi görmesi için davet edilmiş. Hatta Ankara’ya götürülmüş ve bir süre konservatuvar opera bölümüne devam etmiş. Başarılıymış ama genç bir şair ve gazetecilik heveslisi olduğu için, geri dönmüş. Babam çok güzel sesi olan bir tenordu. Döneminin ünlü tenoru İtalyan Mario Lanza hayranıydı ve opera aryalarını İtalyanca, onun plâklarından öğrenerek söylerdi. Pazar günlerimiz evde opera dinleyerek geçerdi. Elbet bende de opera sevgisi ve kültürü gelişti…
Anneciğimin de sesi çok güzeldi. O da bütün gün Türk Sanat Müziği ve tangolar söyleyerek evde dolanırdı. Radyo günleri gençleri işte… Sesleri kulaklarımdan hiç gitmez. Annemin TRT Repertuar kurulundan geçmiş ve icra edilen çok sayıda bestesi vardır. Notaları hâlâ bende saklı durur. Annem ve babam ben beş yaşındayken boşandığı için, iki ayrı evde, iki ayrı müzik dünyası yaşayarak ruhum beslendi. Böyle ortamlarda büyüyünce, siz de etkileniyorsunuz elbet. Müziğin, tiyatronun, dansın yeri hayatımda edebiyat kadar önemli ve aile vergisidir. Yeşilköy Pansiyonlu İlkokulu’nda okurken; bale ve koro derslerimiz vardı. Bu yüzden de çocukken, böyle bir kültür içinde gidip gelirken, hep sanat rüyalarıyla yaşadım ve bugüne kadar içimde de, hayatımda da taşıdım.
İlkokuldaki törenlerde İstiklâl Marşı’nın on kıtalık kırk bir dizesini ezbere okurdum. Ezberimde çok şiir vardı. 10 Kasım Atatürk’ü anma törenlerinde, kasımpatıyla süslenmiş Atatürk büstünün önünde, “Bir milletin melâlini söyler derin derin. Derya; önünde çırpınarak Dolmabahçe”nin” diye Tavaf şiirini söylemeye başladım mı, bütün öğretmenleri ve öğrencileri hüngür hüngür ağlatırdım. Teneffüslerde beni kaptılar mı, koridordaki Atatürk Köşesi önündeki yüksek kürsüye çıkarır, şiir okumamı isterdi öğretmenler. Hiç nazlanmazdım.
Zaten ağabeyimi kıskanarak ve onun alfabesiyle gizlice çalışarak, beş yaşımda okuma yazmayı çözmüştüm. Büyükbabam bana Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarını okuturdu. Yüksek sesle ve şiir okur gibi, teklemeden su gibi okurdum… Ödülü, bisküvi içinde lokum sandviçi ya da bir külâh kuru yemiş olurdu. Sınavla doğrudan ikinci sınıftan başlayan, minicik bir sınıf cücesiydim. Sakin, uslu, çok düşünen ve yaşından çok daha olgun bir çocuk olduğumu anlatırlar. Bilmem inanır mısınız ama, oğlak burcu kadınları, küçük yaşta olgunlaşır, büyüdükçe çocuklaşır, yaş aldıkça gençleşir. Ben de hep içimdeki, çocukluğunu doğası gereği yaşamamış çocuğu büyütürüm. Çok keyiflidir.
Gençlik derseniz, daha sonraki öğrenim yıllarımda, okulun tiyatro kollarında sergilenen önemli oyunlarda, önemli rollerde oynadım. Düşünün Sophokles’in en büyük trajedilerinden biri olan Antigon, o dönem Müşfik-Yıldız Kenter kardeşlerin sergilediği William Gibson’ın “Salıncakta İki Kişi” gibi oyunlar… Şimdi bizim çocuklarımızın, torunlarımızın asla okullarda oynayamayacağı müthiş eserler… Öyle bir dönemden geliyoruz… Sinemanın, tiyatronun, kitap okumanın, müziğin bütün gençleri sardığı yıllar; çok şanslıydık…
On sekizimde daha Almanya’da okurken, tatile geldiğimde, özel koşullar nedeniyle ve annemin isteğiyle, ama bana güven veren yakışıklı pilot yüzbaşı eşimi kendim seçerek evlendim. Bir yıl sonra da anne oldum. Ama eşim öylesine iyi, öylesine İstanbul beyefendisiydi ki, ihtiyacım olan bütün rolleri sevgi ve şefkatle üstlendi. Okulumu bitirmem için destek oldu. Gazeteciliğimde de bu desteğini özveriyle sürdürdü. Ağır iş koşullarında, zaman mefhumunu yitirdiğim anlarda, günün büyük bölümünü gazeteciliğime verdiğimde, giderek daha anlayışla karşıladı. Bana kendimi prenses gibi hissettirirdi. Kendi kanımdan olanlar bile beni eşimden daha çok sevmemiştir. Çok, ama çok sevdi beni; son nefesine kadar.
NS: Meslek olarak gazeteciliği-yazarlığı seçtiniz. Köşe yazarlığından dergiciliğe kadar gazeteciliğin her biriminde çalıştınız. Üslûp sahibi bir yazarsınız. Gazeteciliğinizi anlatır mısınız?
T.B: Bu bir seçim değil aslında. Doğal bir yönleniş diyelim. İçimden öyle geldi. Biz Bilginer ailesi olarak, Bâbıâli’de üç kuşak gazeteci bir aileyiz. Rahmetli babacığım Recep Bilginer, 60 yıl bilfiil gazetecilik yapmış bir tiyatro yazarıydı biliyorsunuz. 83 yaşında bizi bırakıp giderken; yaşayan en kıdemli aktif gazeteci olarak hayatını kaybetti. Ayrıca şiir, roman, libretto, anlatı ve siyasi köşe yazıları türünde de eserler yazdı. Çok velûd bir yazardı. Bize en büyük mirası, kanınden geçen gazetecilik aşkı ve kitaplaşmış sahnelenmiş, filme alınmış çok sayıda eseri oldu. Eserlerinin telif hakkını, biricik torunu olan kızım Ekin’e vasiyet etti.
Rahmetli ağabeyim Gazeteci- Yazar- Çevirmen Engin Bilginer, beş dil bilen, başka diller de öğrenmeye meraklı, “Babıali’nin ayaklı kütüphanesi, ansiklopedisi” diye anılan: kültür potansiyeli çok yüksek bir gazeteciydi. Ölüm haberini veren gazeteler de bu tanımlamayla başlık attılar. Aynı zamanda Türkiye’nin en cesur savaş muhabirlerindendi. Dönemin bütün savaşlarına muhabir olarak katıldı. Şarapnel yaralarıyla döndü. Kıbrıs’ta fotoğraf çekerken, İngilizler tarafından tutuklanıp sorguya çekildi ve diplomatik bir olay oldu. Afganistan’a Peşmerge kılığında dağlardan geçerek girdi ve Dünya televizyonlarına, İngilizce olarak canlı röportajlar yaptı. Afrika’ya, “paralı asker” lejyon kimliğiyle gitti ve röportaj yaptı. Çok iyi bir röportaj yazarıydı. Dünyanın her tarafını dolaşıp, çok özel diziler hazırlardı. Kitaplar yayınladı. Hürriyet Gazetesi’nden erken emekli olup, kendini çevirmenliğe ve Bodrum’da doğaya adadı.
Kızım Ekin, babamın tek torunu, benim de biricik evlâdım olarak, gazetecilik-radyo ve halkla ilişkiler öğrenimi gördü; hayata gazeteci olarak atıldı. Gazeteci bir ailede büyümüş olduğu için, meslek hakkında öğrenim yaptığı fakültelerden çok daha fazla bilgiye sahipti. O da, evimize gelen usta şairler, yazarlarla tanışmak, onların kucaklarında büyümek, feyz almak şansını elde etti. İyi bir yazardır ve kültür birikimine hep şapkamı çıkartırım. Şimdi üniversitelerde gazetecilik, halkla ilişkiler, satış-pazarlama, sosyal bilimler vb. dersleri veriyor.
İşte bizim ailenin gazeteci üç kuşağı… 12 yaşına giren ikiz kız torunlarım da yazmaya meraklı ve yetenekliler. Sanırım dördüncü kuşak da geliyor. Yazdıklarını okuyunca, şaşıyorum…
N.S: Gazeteciliğe nasıl ve nerede başladınız?
T.B: Uzun bir hikâye. Rahmetli babam Vatan gazetesinde çalışırken, henüz dokuz aylıkken bir gün beni gazeteye götürmüş. Çalışma masasının üzerinde otururken, oradaki gazeteleri alıp koparıp çiğnemeye ve yemeye çalışmışım. Babamın yakın arkadaşı, aynı gazetedeki Ressam- Karikatürist – Gazeteci rahmetli Agop Arad, “Bu kız iflâh olmaz artık Recep’ciğim: matbaa mürekkebi yaladı. Bak görürsün. kızın gazeteci olacak.” demiş. Gerçekten iflâh olmadım, babamdan gelen kandan mı, matbaa mürekkebi yalamaktan, gazeteleri çiğneyip yutmaktan mı bilmiyorum; gazeteciliğe dokuz yaşında başladım. Yeşilköy Pansiyonlu İlkokul’da okul gazetesini ben çıkartıyordum.
Asıl gazeteciliğime ise 20 yaşımda başladım. Kızım daha bebekken, boynumdaki kangurusunda birlikte dolaşır, fotoğraf çeker; daha çok sosyal içerikli, Hayat- Ses dergilerinde, Cumhuriyet ve Politika gazetelerinde serbest röportajcı olarak yazardım. O zamanlar Ses ve Hayat dergilerini Rahmetli Çetin Emeç yönetiyordu. Hava Kuvvetleri’nde subay olan eşimin Matbaa Müdürlüğü görevi nedeniyle Ankara’da yaşıyorduk. Çetin Emeç yolladığım röportajları çok beğeniyor ve hepsini yayınlıyordu. Yani beni o keşfetti.
Kıbrıs Çıkartması zamanında, 1974’te beni çağırıp, Hayat Yayınları, Ankara Bürosu’nda kadrolu olarak çalışmamı teklif etti. Sevinçle ve onurlanarak kabul ettim. Ankara Bürosu Temsilcisi Şemsi Kûseyri’ye yolladı. Gittiğimde kadro işlemlerim başlatılmıştı bile. Hayat ve Ses mecmualarında çalışmaya başladım… İstanbul’a döndüğümüzde, önce Türk Haberler Ajansı’nda çalıştım. Sonra da gene Çetin Emeç’in yönettiği Hürriyet’in yan kuruluşu Hürgün yayınlarında. TV’de 7 Dergisi’nde Efsane Ustamız Erdoğan Sevgin’in kısa zamanda yardımcısı oldum… Dergiciliği Erdoğan Sevgin Müdürümden öğrenerek, dergiler yönettim. Bütün yan yayınlara yazdım. Sonra da uzun bir gazetecilik, televizyonculuk dönemi… Muhabirlikten, yazı işleri yönetmenliğine, köşe yazarlığından genel yayın yönetmenliğine kadar, adım adım ve hızla yükselerek birçok yayında çalıştım. Televizyonda programlar, belgeseller, yayın danışmanlığı, senaryo grup başkanlığı ve program yönetmenliği yaptım. Çok sayıda dizi senaryosu yazdım.
NS: Tülay Bilginer ve kuşağı, sanıyorum Bâbıâli’deki son kuşak gazeteci ve yazarlar, Bâbıâli’yi ve sizin oradaki anılarınızı anlatır mısınız?
TB: Son kuşak deyince siz, içim sızladı birden. Evet biz gazeteci gibi gazeteciydik… Kalemimizden ödün vermezdik. Yalnız biz değil, bizden sonraki kuşak da artık Basın Dünyası’nda değil. Ya kendileri uzaklaştılar, ya da uzaklaştırıldılar. Bu çok uzun ve derin bir konu. Bunun için ayrı bir kitap yazılır. Özgürlüklerin kısıtlandığı diktatör format lisansıyla yönetilen ülkelerde, önce basın susturulur…
Türkiye’de de böyle oldu. Şimdi de tek tük kaleminden ödün vermeyen, çok beğendiğim cesur gazeteciler var elbet. Bizim kuşaktan da direnenler oldu. Ama iktidara bağlı patronlar tarafından yazıları sansürleniyor; istifa etmek zorunda kalıyor ya da tepeden uzaklaştırılıyorlar. Gazetecilerin büyük bir bölümü de sektör gazeteciliğine geçti. Magazincilerin bir kısmı menajerlik yapıyor ve artistlerin basınla ilişkilerini sağlıyor. Bazıları da belediyelerde, holdinglerde, sivil toplum kuruluşlarında halkla ilişkilerde çalışıyor. Gerisi zaten yandaş medyada masa başı ve konfeksiyon çalışan gazeteciler.
Aslında bu konuda konuşmak bile istemiyorum. Ben gazeteci kızı olduğum için gururlanırdım. Kızım da benimle gurur duyardı. Şimdi hangi evlat gazeteci çocuğu olduğu için gururlanabilir ki? Saygınlığını yitirdi. Gazetecilik mesleğimden, kendi tercihimle uzaklaştım ve kendi kendimin efendisi olarak, sadece kitap yazıyorum.
Bâbıâli anıları mı dediniz? O kadar çok ki? Nefesim yeterse, o anıları kitap olarak yazmayı düşünüyorum. 41 yıllık gazeteciliğimin anı birikimi, bu röportaja sığmayacak kadar zengin.
NS: Gazetelerin el değiştirmesi, mekân ve çevre değiştirmesiyle bambaşka bir gazetecilik başladı. Gazetelerin şehir dışında yeni kulelere taşınmasıyla oluşan gelişmeleri anlatır mısınız?
T.B: Evet. Şimdi artık “Bizim Yokuş” yani Bâbıâli yok… Sizin Türkçesiyle “kuleler” dediğiniz, ama tabelâlarında, iletişim adreslerinde özentiyle İngilizce “Medya Tower” yazan dev binalara taşındılar. Akvaryum sistemi salonlarda çalışıyorlar. Patronlar gazeteci kökenli değil, tüccar ya da “hâmili gazete patronu, yâkinimdir(!)” … Adeta türlü formüllerle el konmuş gazetelerde patronluğa atanmış, akraba katagorisinde, ruhu şirketleşmiş, hayatı otoritenin hakimi kişinin iki dudağı arasına sıkışmış; hizmet sektöründe çalışır gibi, kul olmak kaydıyla, kendini gazete patronu oluvermiş bulanlar… Bunlar herkesin bildiği şeyler… Ayrıntıya geçmeyelim.
Artık “yandaş basın”, “havuz medyası” diye bir şey var… Emir komuta zinciriyle gazetecilik yapılıyor. Yanlış söyledim; gazetecilik yapılamıyor… Zaten çoğu da gazeteci değil… Basın bülteni, tanıtım gibi hükümetin propagandasını yapan, tefsir ya da dikte edilmiş haberler çıkıyor.
Bâbıâli büyüsü bozuldu… Gazetecilik bitti… Şimdilik!
NS: Babanız Recep Bilginer Babıâli’nin ve Türk Tiyatrosu’nun önemli imzalarından bir yazar. Gazeteciliği, yazarlığı seçmeniz de babanızın etkisi oldu mu?
TB: Etkisi olmaz olur mu? Anlattım size çocukluğumu… Ben gazete ofisi gibi bir evde, gazeteci ve yazarlarla büyüdüm. Bu benim müthiş zenginliğimdir. Aktı içime gazetecilik… Evimizde dev bir kütüphane vardı. Küçük yaştan itibaren, çok okurdum. Zaten çok okumadan gazetecilik yapamazsınız, sığ kalırsınız. Birçok gazeteci sadece kendi yazdıklarını ve rakiplerini okur (!)… Esentepe Gazeteciler Mahallesi’nde oturuyorduk ve komşularımızın da hepsi gazeteciydi. Başka bir boyuttu orası. Bir gazeteciler dünyası. Türkiye’nin bütün meseleleri, çeşitli siyasal görüşlü olan, birikimli ayaklı gazetelerle evimizde konuşulur, tartışılırdı… Payıma kıssadan hisseler düşerdi…
Ama samimiyetle söylüyorum ki, rahmetli babam, gazeteci olmam için: bana Bâbıâli’de bir kapı açmamış, teşvik etmemiştir. O ağabeyimin gazeteci olmasını çok istedi ve o konuda destekleyip, yönlendirdi… Ben her kız çocuğu gibi babama hayrandım. Adeta tapardım. Benim aşkımdı o. Kanından bana geçen gazetecilik aşkı, beni öylesine coşturdu ki, kendi çabalarımla ve Çetin Emeç sayesinde gazeteci oldum. Baba torpiliyle değil!
Gazeteci olduktan sonra, babam benimle öylesine gururlandı ki, onun yazılarıma övgüleriyle, daha da kamçılandım. Her ödül alışımda, kitabım yayınlandığında, babam çok duygulanır, bana sımsıkı sarılır, gözleri dolarak, koklayarak öperdi.
N.S: Çetin Emeç ekolünden gelen bir gazeteci olarak, Basın Şehidimiz Usta’ya derin bir bağlılığınız ve hayranlığınız olduğunu biliyoruz. Hatta onun adına sosyal medyada bir grup da kurmuşsunuz…
T.B: Evet… Çünkü o bir gazetecilik okuluydu… Babalarımız arkadaştı, aile dostumuzdu… Rahmetli Genel Yayın Müdürüm Çetin Emeç’le 17 yıl birlikte çalıştım. Onun titizliği ve gazetecilik aşkı beni çok besledi. Genel Yayın Müdürü olunca, beni de hemen yan yayınlardan, ana gazeteye aldı. Türkiye’de basın dünyasında ilk kez, Halûk Şahin başkanlığında bir Araştırma Servisi, Hürriyet’te Çetin Emeç tarafından kurulmuştur. Halûk Hoca’mla araştırmacı gazeteci olarak çalışmaya başlayınca, gazeteciliğim başka bir boyuta taşındı. Ondan gazeteciliğin özünü öğrendim. Rahmetli Çetin Emeç, 7 Mart 1990’da katledilip Basın şehidi oluncaya kadar da, hep Çetin Emeç ekibinde yer almaktan, büyük onur duydum. Zaten faili meçhul bir cinayete kurban gidip, Basın Şehidi oluşuyla, Bâbıâli’de müthiş bir gazetecilik dönemi kapanmıştır… Halkın sesi, susturuldu…
N.S: Baba kız iki gazeteci- yazar olarak mesleki paylaşımları yaşamış olmalısınız.
T.B: Evet babamla, daha çok yazarlık konusunda mesleki paylaşımlarımız çok oldu. Birçok televizyon programına birlikte katıldık. TRT’ye Kör Öfke adlı ermeni tehciri meselesini anlatan bir dizi senaryosunu birlikte yazdık. Ama yayınlanmadı. Türkiye’de iktidarların değişimi ve dış politikadaki yeni iktidarların görüş farklılıkları, özellikle TRT’de çok önemli.
Biz Çiller döneminde diziyi yazmaya başlamıştık. İktidar değişince, Ermenistan’la olan yeni sıcak siyasi ilişkiler nedeniyle, o zaman Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’ün isteğiyle, projeden vazgeçildi. Aslında senaryo öyküsü, bir Türk ailesinin oğluyla, bir Ermeni ailesinin kızı arasındaki aşk ve iyi komşuluk ilişkileriyle kanavalanmıştı. Sakıncalı bir durum yoktu, tam aksine, insani boyutlarla, sevgi, dostluk, komşuluk ilişkileriyle yazılmıştı. Dışarıdan gelen terör olayları ve tehcir de öyküye paralel gidiyordu tabii… Ama tek taraflı yazılmamıştı. Gene de sakıncalı buldular. Oysa, gönderdiğimiz ve birçok proje arasında bizimki seçilen tredmanda hepsi vardı ve kabul olmuştu. TRT’yle bir daha asla iş yapmamaya yemin ettim.
Bu arada başka özel kanallara da dizi senaryoları yazdık babamla birlikte. Atatürk belgeselleri hazırladık. Babamın birçok eserinin editörlüğünü ben yaptım… Manas / Ölümsüz Kahraman librettosunu yayına ben hazırladım.
NS: Karanlık güçlerce katledilen usta gazeteci Çetin Emeç sizin için “düz yazının ozanıdır.” diyor. Buna yakın betimlemeleri, tanımları başka yazar ve şairlerden de duydum. Yazı dünyanızın hümanizma barındırdığını söylerler. Doğan Hızlan, “Yazmakla yaşamak arasındaki kan bağını iyi biliyor Tülay Bilginer. Dış gözlemin çekiciliğine kapılıp, bir kaşifin tutkusuyla, yeni bir dünya yaratıyor. Yazdığı konuları belki biliyorsunuz. Kişilerini de tanıdınız. Ustalığı: onları başkalarının göremediği nitelikleriyle, yeniden yaratmak. Bu özellik bile, onun kitaplarının okunması için yeterlidir bence.”
TB: Yazarlığım hakkında güzel şeyler yazıldı hep… Bu beni çok onurlandırır. Keşke bu yazılanları daha çok hak edecek kadar eser verebilseydim. Özellikle Halûk Şahin Hocam’ın, Leyla İsmier Özcengiz’in yazdıkları da benim için çok önemlidir. Çünkü çok iyi yazarlar, güvendiğim, çok iyi usta gazeteciler… En son, bu kitabın yeniden basımı ve ikinci kez yazılımında, büyük desteği olan Sevgili Sedat Örsel Hoca’mın kitabımı okuduktan sonra yazdıkları ömre bedeldir… Onun desteğiyle, küllerimden yeniden doğdum ve sosyal medyada paylaştığı yazısını da. kitabıma önsöz olarak aldım… Hatta yayınevim Bence Kitap’ın katıldığı yurt dışı fuarların İngilizce broşürlerinde de Sedat Örsel’in kitabım hakkındaki yazısı çevrilerek kullanıldı. Beni fevkalâde onurlandıran bir yazıdır.
Sedat Örsel beni yüreklendirmeseydi, belki de o kitabım yeniden yayınlanmayacaktı. Başka romanlar üzerinde çalışıyordum, Aşkın Romansı hepsinin önüne geçti. Küllerimden yeniden doğdum diyorum, çünkü… Hayatımın bir bölümü, özel hayatımdaki önceliklerim nedeniyle, yazarlığıma kepenkleri kapadığım bir dönem oldu. İkiz torunlarımın doğumu, sonra eşimin amansız hastalığı… İçimde yazılamadan yırtılan nice roman var. Onları şimdi yazmaya çalışıyorum, ömrümün yettiği kadar, nefesimi torunlarıma ve okurlarıma bırakmak istiyorum.
NS: ‘’Fakat Filmin Sonu Böyle Bitmedi ‘’ adlı kitabınız da derin bir aşk var. Bize bu kitabı ve aşkı anlatır mısınız?
TB: Kitap kendini yeterince anlatıyor zaten… O derin aşkı da… Öyle olmasaydı, yıllar sonra yeniden yazımı ve basımı yapılmazdı… Ben oradaki kahramanlara yüzlerce kadın ve erkek duygusu yükledim… Kendi duygularımı da… Mitolojiyle de, felsefeyle de aşkı anlattım… Nocturne’ler ekledim… Şiirlerle bezedim. Aslında edebiyatın romans türünde, kendine yazılan mektuplar stilinde yazılmıştır. Yeniden basımında, “Fakat Filmin Sonu Böyle Bitmedi” 60 küsur sayfalık final bölümü ve kitabın baştan yeniden yazılımıyla, romanlaştı. Okuruyla ve aşkla buluşmuş bir kitaptır. İlk yayınlandığı yıllarda, gençler aşklarını benim kitabımdaki satırlarla yaşadılar, mektuplarını benim satırlarımla yazdılar. Ellerindeki kitapları imzalatmaya getirdiklerinde, hep cümlelerimin altlarının çizili olduğunu görürdüm. Zaten benim okurlarım çoğunlukla gençtir… Aşkı anlatmak mı dediniz? Aşk hakkında çok şey söylenir ve yazılır… Ama bence hiç kimse gerçek tanımını yapamamıştır. Aşk; içinde debelenip duran insanlığın meçhulüdür bence. Bu yüzden aşk hep farklı farklı tarif edilir. Ne yaşadığını kendi de bilemez insan… Savrulur durur sevdiğine, serseri bir mayın gibi… Bütün bedeni, zihni, aşk tarafından zapt edilmiştir.
N.S: Siz aşkı nasıl tanımlıyorsunuz?
T.B: Size yazmakta olduğum Yaraya “SUS” Basmak” adlı kitabımdaki bir tanımlamayı aktarayım; nasıl içinden çıkamadığımı görün:
“Adı olmayan, karşılığı olmayan, nesnel varlığı olmayan bir şey esir alıyor insanı. Öncesi yok, sonrası yok… Şimdisi sancılı… En mutlu anlarda bile sancılı… Ten tene dokunurken, göz göze bakarken, şiir ve şarkı söylerken sancılı… Uzakken sancılı, yakınken sancılı… Hep bir belki’nin içinde dolanır; saat saat, hatta an be an değişir… Korku, arzu, tutku serpile serpile, acı bir tat kalır böğürtlen öpüşlü dudaklara. Sonrası müşkül! Evet’i yalan, hayır’ı yalan. Kor’a kor bir ateş… Ateş’e ateş bir yanma… Kocaman sözler vardır ama anlatılmaz…
Sıradan tanımlara uymaz… Şarkı sözlerine üstten bakar… Romanlara sığmaz… Nefesimsin diyenleri küçümser… Canım demek, üstü kalsın niyetine… Beyhudedir bir ad bulmak… Herkesin tarifi kendi kadar… Benim kelime dağarcığım yetmez! Ancak susmalara, yaşamalara sığar… “Tülay Bilginer
NS: Ya siz? Yazdıklarınıza bakarak, büyük bir aşk yaşadığınızı düşünüyorum.
TB: Ben aşkın kendisini severim aslında. Ama şu da bir gerçek ki, bilmediğim, tatmadığım, yaşamadığım, tanık olmadığım hiçbir şeyi yazmam… Hem de nasıl aşık oldum, ömrümü seve seve harcayacak kadar… Vefalı, yılmayan, sevgi dolu yüreğimden öpmek gelir hep. Aşk dünya kurulduğundan beri, insanlar için çok ciddi bir duygu sarmalı… Çekiyor insanı kendi derinliğine… Artık aşk nefesi alıyor, aşk nefesi veriyorsunuz.
Hiçbir şey tesadüf değildir. Tanrı’nın çok iyi bir organizatör olduğuna inanıyorum. Seveceğiniz, gerçekten aşık olacağınız insanı apansız çıkarıyor karşınıza. Eğer aşka hazırsanız… Aşk önceden başlar içinizde… Ruh ikizi falan değil, palavra bunlar. İnsan hiç kendine benzemeyen birine de aşık olabilir… İlle de uyumlu bir çift olmak gerekmez… Ismarlama mı bu aşk? Mitolojik efsanelerde geçen, insanın öteki yarısını arayıp bulması da değil. Birini tanır ve seversiniz işte.
Mutlu son diye bir şey yoktur zaten. Mutluluk çok kısa ziyaretlerle gelir hayatımıza. Seversiniz. Her şeye rağmen seversiniz. Hiç hesapsız, beklentisiz, koşulsuz… Bir rüzgâr, bir yaprak uçurmuştur sanki yüreğinizin üzerine… Bir beyaz güvercin konmuştur omzunuza. Sevgili Dostum Ataol Behramoğlu’nun şiirindeki gibi, “Çünkü hiçbir kelebek tek başına yaşamaz sevdasını. Severken hiçbir böcek, hiçbir kuş yalnız değildir. Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk iki kişiliktir… ” Ne için sevdiğinizi bilmeden seversiniz… Onu seversiniz, her şeyiyle. Akıl tutulması gibi bir şey. Aşkınızı sorgulamazsınız ve sorgulatmazsınız. Uygun kişi midir, denk midir, sizin gibi sevebilir mi, sevmeyi bilir mi, hiç düşünmezsiniz… Seversiniz….
Rilke, özetle, “sevginin tohumu, kalbine düştüyse, mutlaka sevdiğinin kalbinde de yeşerecektir” der. İnsanların birkaç kez aşık olabileceğini sanmıyorum… Olsa olsa sanılardır, sanrılardır… Hoşlanmadır, cinselliktir, sevmektir, alışmaktı falan… Oysa aşk her şeyi içerir. Bunun içinde dokunmak da vardır. Platonik bir sevgiye aşk denemez… Karşılıklı bir enerji olmadan, sarmaşmadan aşk olmaz!
N.S: İnsan birkaç kez aşık olabilir mi?
T.B: Ben hayatım boyunca, yalnızca bir kişiye aşık oldum ve onu çok sevdim… Bakmayın di’li geçmiş zamanda söylediğime… Son nefesime kadar da sevmeye devam edeceğim… O da beni sevdi. “Başka sevdi” şairin dediği gibi… Gerçekten de, çok sıra dışı ve başka bir şey yakaladık hayatın içinde. Aslında bu korkutucu bir şey… Belki de yakaladıklarınızı tutamıyorsunuz elinizde. Hayat değişiyor. Yalnız aşka bağlı olarak kalmak da imkânsız… Bu durumda, yaşadıklarınız hep bir özlem olarak kalıyor ve kavuruyor yüreğinizi.
Ruhun doğal afetleri, hayatın getirdikleriyle paraleldir çünkü. Aynı kulvarda yarışırken, biri birini ezer geçer, insanı şaşkına çevirir, hayatını alt üst eder… Olurlarla olmazlar vuruşur ama siz kendinizden vaz geçer, tespih böceği gibi kendinize kıvrılır, aşkınızı özgür bırakır, sevdiğinizden vaz geçemezsiniz. Unutamamak beter bir şeydir. Eğer hakiki bir aşksa tabii… Ben işin kimyasıyla, matematiğiyle, aşkın ömrüne verilen zamanlamalarla ilgilenmiyorum.
Aşkta süreklilik de, sonuç da önemli değil. Bir şeye bağlamak gereksiz sevdayı.
Hatta ucuzlatan ve tüketen bir şey! Yaşamak ve hissetmek önemli… Gel gitleri olan bir devinim yaşanırsa, yürek yorgunluğu olur ama… Bu belki de bir tuzak! Aşk böylece sürer gider. Büyük aşk diye bir şey de yok aslında… Aşk, aşktır ve yeterince büyüktür… Aşk bir insanın tüm dünyasıdır… Bütün hayatını etkiler… Müthiş bir enerjidir ve insanı tamamlayan bir şeydir… Acı çekseniz de… Bütün sanatçıları, özellikle yazarları aşk acısı tetikler zaten…
NS: İlk basımı Aşkın Romansı olan bu kitap şiirle yolculuğuna devam ediyor. Şiirin sizde önemli bir yere sahip olduğunu biliyorum, Bâbıâli ‘de Türk şiirinin ustalarıyla tanışmış olmalısınız… Kimlerle dostluğunuz var?
TB: Ben bu konuda da çok şanslıyım. Babamın arkadaşı olan usta yazarlar ve şairlerle büyüdüm ben… Hangi birini yazayım? Çoğu evimize gelip giderdi. Melih Cevdet Anday, Tekirdağ’daki yazlığımızda yaz boyu bizimle kalırdı. Cemal Süreya, beni çok severdi ve hep şiir yazmamı söylerdi. Bir gün, “yazdığın düz yazıları alt alta dizsen şiir olur…” demişti… Belki de aşkı daha yaşamadan, onun dizelerinden acısını, hasretini ve tutkuyu öğrenmeye başladım. Beni aşka hazırlayan iki büyük şairden biridir Cemal Süreya… Diğeri de aşkı belki de bire bir onun dizeleriyle yaşadığım Özdemir Asaf.
Bebek’teki salaş yerine uğrardım Asaf’ın, sohbet ederdik. Aylarca camı kırıktı. “Boş ver, bırak nefes alsın bu yalnız berhane. Benim şiirlerimden ve yüreğimden başka çalınacak bir şeyim yok…” derdi… Öldükten sonra, İlhan İrem’le gittik oraya… Gene camı kırıktı ve kirden içerisinin gri yalnızlığı görünmüyordu. İkimiz de gözyaşlarımızı tutamadık… Ölüm oradaydı işte, çırılçıplak kirli duvarlarda, toz içindeki zeminde, dağınık eski masada, kırık dökük birkaç sandalyede… O sıra martılar uçuşuyordu. “Martıların çığlıkları bebek ağlaması gibidir, dinle… ” demişti İlhan İrem. O zamana kadar fark etmemiştim. Sanki bize eşlik ediyorlardı. İlhan İrem’i de çok severim, kendini geliştirmiş, derin bir sanatçıdır ve benim ender sofistike arkadaşlarımdandır. Uzun uzun Asaf’ı konuştuk, sahildeki bir bankta Asaf şiirleri okuduk. Bana yalnızlığı sevdiren, aşkı yaşarken, dizeleriyle sarhoş olduğum şairdir Özdemir Asaf. Kafamı allak bullak etmiş, hatta kısa şiirlerindeki düşündürücü anlam sihirbazlığı, aşk dolu yüreğimi çok yormuştur. Asmalımescid’te Refik Baba’nın meyhanesinde röportaj yapmıştım, sohbetimiz gece yarısına kadar sürdü… Her cümlesi şiir olan ve söylediğini içkili de olsa unutmayan bir adam, yaşayarak aklına yazıyordu… O kadar içkiden sonra, nasıl hatırlayıp kağıda döktüğüne hep şaşırmışımdır.
Atilla İlhan’la çok iyi bir dostluğumuz vardı. Sık sık müdavimi olduğu Bulvar Kahvesi’nde, daha sonra da Divan Pastanesi’nde buluşur, kahve içerdik. Onun şiirleri, hep Sisler Bulvarı’nın taşlarına yazılıdır sanır, dizeleri “felâketim olur ağlardım.” Paris kafelerinin tadını ondan aldım. Bütün kitapları imzalı olarak vardır bende.
Yaşar Kemal gibi bir röportaj ustası, baba dostu, dünya çapındaki bir yazar; röportajlarımı çok beğenirdi. Beyoğlu Papirüs’te buluşur, uzun uzun sohbet ederdik. Ataol Behramoğlu’yla sürgün dönüşü Halûk Şahin aracılığıyla tanıştım ve iyi dost olduk. Nasıl şiirlerdir öyle… Bir gün “kötü” olduğum bir gün dertleşirken, bana şiirlerinden birini okumuştu. ” İnsan her zaman bir uçuruma hazır olmalı… Ölmeye, soğukta ve tek kalmaya…” Toparla kendini demişti ardından.
Hilmi Yavuz’un beyefendi dostluğuna, derin kültürüne, güzel gülüşüne ve özellikle erguvanlı şiirlerine bayılırım… Ümit Yaşar Oğuzcan, sıkı bir baba dostudur. Hatta ağabeyim Eskişehir’de doğduğunda, babamla aynı gazetede çalışırlarken, ağabeyimin “Engin” konulan adına bir şiir yazmıştır. O dönem ustalarının hemen hemen hepsini tanırım… Daha sonra kendi kuşağımın şairlerini tanıdım. Şiir geceleri düzenledik. Özdemir İnce, Ankara TRT’den beri ağabeyim ve benim yakın arkadaşımızdır. Murathan Mungan’ı Hürriyet’teyken tanımıştım, şiirlerine bayılırım. Uzun süredir görüşemiyoruz ama çok severim. Daha sayayım mı? Aktör- Şair Ercüment Behzat Lâv, benim hem konservatuvar giriş sınavım için bir yaz boyu tiyatro hocam olmuştur, hem de şiirlerine hayranımdır. Hatta sayesinde sınavı da kazandım ama, tıpkı babam gibi aklımda gazetecilik olduğu için, girmedim. Kısaca, adını burada sayamadığım usta şair tanıdıklarım çok… Çoğu babam sayesinde tabii… Daha fazla isim sayarsam, bu konudaki övüncüm beni utandıracak kadar ortaya çıkacak. Hayatımda şiirin çok önemli bir yeri vardır.
NS: Recep Bilginer’in Yunus Emre, Mevlana, Aşık Ve Maşuk, İsyancılar, Sarı Naciye, Cihan Padişahının Kalp Ağrıları adlı eserlerini biliyorum. Siz oyun yazmayı düşündünüz mü?
TB: Hayır, hiç düşünmedim… Babam çok usta bir tiyatro yazarıydı. Çok sayıda eser verdi ve hepsi de defalarca ramp ışıklarında sergilendi, ödüle lâyık görüldü. Hatta uluslararası tiyatro festivali ödülleri de vardır. Özellikle diyalogları çok ustalıkla yazardı. Eserleri yaşanmış olaylardan alınmıştır ve tarihin iz bırakan kişilerinin hayatlarından seçilmiştir. Benim; babamın kızı olarak, bu işe kalkışmak; haddim değildi…
NS: Fakat Filmin Sonu Böyle Bitmedi adlı kitabınız da hem oyun hem senaryoya uygun bir doku var.
TB; Evet, çok film teklifi geldi… Hem de uluslar arası ün sahibi ödüllü yönetmenlerden. Ama kabul edemedim. Filmler, romanların büyüsünü bozuyor, satırlardaki etkisini azaltıyor… Bu kitap benim için çok mühim… Kitabın ana karakteri olan kadın nerede başlıyor, nerede bitiyor; ben nerede başlayıp nerede bitiyorum, artık bilemiyorum… Senaryosunu benim yazmamı istedikleri halde, kıyamadım… Romandaki karakterleri bir türlü sinemada yerine oturtamadım. Mutlaka duygusal kanavasına sinemaya uygun sahneler eklenmesi gerek. Filme çekilmesini istemiyorum…
NS: Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa ne tür bir çalışmadır ve ne zaman kitaplaşacak?
TB: Elbette var… İçimde Yırtılan Romanlar üçlemesinden, iki kitabım daha yayınlanacak. Birinin adı, “Üşüyorsan Yalnızlığını Giy”, diğeri hâlen yazmakta olduğum “Yaraya SUS Basmak” Başka projelerim de var ama, bunlar öncelikli…
NS: Çok teşekkür ederim. Çok keyifli bir sohbetti… Sizi bu kadar yakından tanımak ne güzel…
TB: Ben teşekkür ederim Nuray Hanım… Emin olun, özel hayatımın kapılarını ilk kez bu kadar açtım; sizin için…