“Yazar bu öyküyü niçin yazmış?”, “Bu öykünün anlatıcısı kim?”, “Ne kadarı gerçek?”, “Öyküye nereden başlanır?”, “Hangi anlatım tekniği nerede kullanılır?” , “Ne, ne kadar, nasıl anlatılır?”, “Okur, yazar için ne anlam ifade eder?” … Bir öykü kitabı düşünün ki öykü türüyle ilgili bunlar gibi daha birçok soruyu hem aklınıza düşürsün hem yanıtlasın. Bunu yaparken de yaşamın ve özellikle de Anadolu’nun içinden sıradan gibi görünen birçok insanı geçmişiyle, an’ıyla, düşünceleri ve anlatımıyla size konuk getirsin, sizi de o insanların yaşadığı mekânlarda konuk etsin. Dilin, anlatımın, anlatıcılığın birçok inceliğini hissettirsin. Aklında hiç öyle bir düşünce olmayana bile “Yazılacak ne çok şey varmış, ben de yazabilir miyim acaba?” diye düşündürsün, okuyanı yazmaya imrendirsin.
Ethem Baran’ın “Evlerimiz Poyraza Bakar”ını iki kez okudum ve her öyküde öykü türünün her ögesi ayrı ayrı dikkatimi çekti. Bir edebiyat öğretmeni olarak derslerde örnek verebileceğim birçok bölüme mim koydum. Çağımızın öykücülüğünün geleneksel anlatıcılıkla (meddahlık ve halk hikâyeciliği) harmanlanmasının lezzetine vardım. Yazarın öyküsünü yazarken hissettiği hazzı ben de okurken aldım. Tuttuğum notlar o kadar fazla ki hepsini bir yazıda aktarmam mümkün değil -aslında her öykü için ayrı bir inceleme yazısı yazılsa yeridir- elimden geldiğince toparlamaya çalışacağım.
Öykülerin odağında ne olay ne de diğer klasik hikâye unsurları var, dikkat çekilmek istenen unsur anlatıcı ve kullanılan anlatım teknikleriyle hikâye anlatıcılığı. Her bir öyküde anlatıcı okuyucuyla sohbet rahatlığında iletişim kuruyor ve hikâye adeta akıp gidiyor, kendi kendisini yazıyor. Sıklıkla meddah ve halk hikâyeciliği tarzı devreye giriyor, kimi zaman da anlatıcı bunu açıkça dillendiriyor: “Yıllar sonra Mahir Usta’yla ilgili duyduklarımı kaleme almak istediğimde de öykünün kontrolümden çıkarak zaman zaman Mahir Usta’nın zaman zaman da meddahların eline geçtiğini ayrımsadım. Hikâyenin asıl anlatıcısının yine hikâyenin kendisi olduğunu da o zaman öğrendim sanırım.” Bu cümlelerin yer aldığı “Bozulmayan Yazı” başlıklı öyküde, baştan sona halk hikâyeciliği geleneğinin etkisi seziliyor. Anlatıcı, çıraklık yıllarından itibaren bir yandan Mahir Usta’nın çevresindekilere anlattıklarına kulak kabartarak diğer yandan radyoda can kulağıyla dinlediği “Halk Hikâyeleri” programı ve okuduğu meddah hikâyeleriyle hikâye anlatıcılığına özeniyor ve farkında olmadan hazırlanıyor. “Ne yalan söylemeli, bunlara benzer hikâyeleri ben de anlatsam bir gün, sözleri yerine yakıştırabilir miyim acaba diye düşünürdüm.” sözlerinin ardından Usta’nın hikâye içinde başka hikâyelere geçip dinleyicinin dikkatini sınarken uzun bir aradan sonra asıl anlatısına kaldığı yerden devam edebilmesine hayran olduğunu, kendisinin de böyle anlatabilmeyi çok istediğini belirtiyor ve öykü boyunca bu anlatımı kullanıyor. Bazen geçmişe, bazen an’a dönüyor; sözü kimi zaman kendisi, kimi zaman Mahir Usta, ara ara da Mahir Usta’nın o yaşta evli bir kadınla aşk yaşamasına bozulan oğlu Behçet alıyor. Sözün kimde olduğunu da üsluptaki değişimden anlıyoruz. Söz Mahir Usta’daysa araya birçok örnek, eski zamanlardan meseller, dinî anlatılar giriyor.
Kitabın 2. öyküsü olan “Bir Kuru Hayal’de halk hikâyeciliği ve meddah anlatımı açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen çok net hissediliyor. Öykü “Bu ikisi” diye başlıyor. Enişte-kayın ilişkisinin çok ötesinde birbirinin tamamlayıcısı olan Çavuş ile Paşa’nın kahvedeki durumları (Paşa’nın “-mış gibiler”i bahsinde çevredeki esnaflar da devreye giriyor.) uzun uzun anlatılıp bu bölüm Paşa’nın okkalı olduğu hissettirilen–söylenmiyor- küfrü ile noktalanıyor ve öykünün asıl mekânı olan ırmak kıyısında yaşananların anlatımına geçiliyor. Kafadarların balık tutma çabası ve balık üzerine ahkâm kesmeleriyle başlayan bölüm yanlarındaki asıl iş yapan iki kişinin getirdikleri eti, topladıkları odunlarla pişirmesiyle devam ediyor. (Anlatıcı bu arada ırmağın durumuna değinip bunları anlatırsam şunları şunları da anlatmak gerekir diyerek oranın doğası, Çavuş’un köyüne giden yol, orada Çavuş’un “bıldır bu zamanlarda” kendisi gibi arkadaşlarıyla yaptığı içki âleminde eşeğe içki içirmesi vb. birçok detayı aktardıktan sonra, bunları anlatmaya gerek yok diyor.) Derken aşağı köyden kara kuru iki kişi -keman çalan bir baba ile darbuka çalan oğlu- geliyor. Söyledikleri türkü bent olarak yazılmış ama anlatıcının bunu tıpkı bir âşık/meddah gibi ezgisiyle aktardığını “Tabii o benim gibi böyle kötü söylemiyormuş.” demesinden anlıyoruz. Ayrıca anlatıcı –miş’li anlatım yapıp ilahi bakış açısını kullansa da türkünün etkisiyle araya girmekten alamıyor kendini: “İşin gerçeği bu türkü bana çok dokunur.” deyiveriyor. Kemancı, “…seslerin rüzgârında, bir rüzgâr ipine tutunmuş titreyip dururken … kendisi kaybolup gidiyormuş sanki” cümlesinde olduğu gibi –hikâyenin genelinden farklı olarak- son derece edebî ifadelerle anlatılırken oğlanın başka bir hikâyenin konusu olacağı sözü veriliyor, yaşayacaklarının ipuçlarıyla birlikte. Sonra Çavuş’un anlattıklarını dinliyoruz anlatıcımızdan. Çavuş, her fırsatta yaptığı gibi, aslında sadece gençlik fotoğrafından gördüğü ve başkalarının anlattıklarından bildiği kayınbabasına getiriyor sözü. Duyduklarına kendi hayal gücünden ekledikleri yine halk hikâyeciliğinden izler taşıyor, hikâye içinde başka hikâyeler anlattıktan sonra geçenlerde kayınbabasını gördüğünü ısrarla iddia ediyor; onun ölmediğine (ölüm hikâyesi çok trajik ve kâbus gibi), cinlere karıştığına inanıyor. En sonunda azıtıp kayınbabasının kemancı kılığına girdiğini düşünüyor, öfkeyle haykırarak kemancının boğazına (boynuna değil) sarılıyor. Diğerleri, kemancıyı onun elinden zor kurtarıyor. Bu noktada anlatıcı devreye giriyor. Önce “Ben o sırada ırmakta unutulan ağı merak etmiş olmalıyım.” cümlesiyle hikâyenin başındaki balık tutma girişimine gönderme yapıyor, ardından normalde en başta söylenecekleri (Çavuş’un minibüs şoförü olduğunu, oraya onun minibüsüyle geldiklerini) söyleyip dönüşte arabayı ehliyeti olmadığı hâlde kendisinin kullanmak zorunda kaldığını anlatıyor. Şimdiye kadar nerede olduğunun, olup bitenleri neden orada yokmuş gibi anlattığının sorulacağını tahmin ettiği için de “Bunları size anlatıyorum ya… Buradayım işte…” cevabıyla bitiriyor öyküyü. Bu öyküde üstkurmaca tekniği ustaca kullanılmış; anlatıcının tavrı, kurmacanın nasıl oluştuğu esprili bir dille anlatılmış okuyucuya.
Metinler arasılık tekniğinin ustaca kullanılıp hikâye anlatıcısının sorgulandığı ilk öyküye değinmeden edemeyeceğim: “Foto Şeyda”; öykünün ilk cümlesinde de belirtildiği gibi, yazarın “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” adlı eserindeki “İşlengi” öyküsünün sonunda camları mahallenin âşık delikanlısı tarafından kırılan fotoğrafçı dükkanının da adı ve bu öykü (Foto Şeyda), diğerinin devamı niteliğinde. Daha doğrusu iki öykü iç içe geçiyor. Anlatıcı, önce bahsi geçen öyküyü okuduğunu söyleyip özetliyor; camları kıranların kendi mahallesindeki …ler olduğunu düşünüyor. İsimleriyle anılan bu kişiler, “İşlengi” öyküsünde de var; fotoğrafçı ise sadece öykünün sonunda yer alıyor ve o öyküde kendisini pek tanıyamıyoruz. Tesadüfe bakın ki anlatıcımızın mahallesinde Foto Şeyda da var. Fotoğrafçı bu kez detaylı şekilde anlatılıyor ve üçgen vücudu, gizemli havası, kendisi hakkında söylenenler bir de mahallenin güzel kızlarının fotoğraflarını çekme ayrıcalığıyla mahallenin delikanlılarının sinirini bozuyor. Anlatıcının kafasını kurcalayan iki şey var: 1. Uğruna fotoğrafçının camı kırılan, Fatma Girik’e benzeyen kız -Türkan- kim? (Mahallelerinde böyle bir kız yok.) 2. Bu hikâyenin anlatıcısı kim? Kurmaca içinde kurmaca, kurmaca-gerçeklik çatışması yine esprili bir şekilde ve mahalle delikanlısı jargonuyla anlatılmış. Ayrıca öykünün başında yazarın kendisinden “Adı bana hiç yabancı gelmeyen bir yazar” diye bahsetmesi, eski Türk filmlerinin mahalle gençlerini nasıl etkilediğinin anlatılması da öyküyü ilgi çekici kılıyor.
Son öykünün kahramanı bir yazar. (Yazarın “Döngel Dünya” isimli kitabındaki son öyküde olduğu gibi.) Yazar, bir okuruyla görüşmek üzere İstanbul’a gidiyor. Öykü, yazarın vapura binmesiyle başlıyor. İstanbul’da vapura ilk bindiği günü hatırlıyor. Şehrin bu kez bıraktığı etkinin ardından yazar neden buraya geldiğiyle ilgili iç sorgulama yapıyor, okurunun mektubunu ve sanırım aynı kişinin yazdığı edebî metni, ardından ona yazdığı ve hiç göndermeyeceği hayalî mektubu aklından geçiriyor. Bu buluşmanın ancak yazarın bir hikayesinde kurmaca olarak gerçekleşebileceğini idrak ederek kafasında o kurmaca metni yazıyor, bu arada ziyarete geldiği okuruyla konuşur gibi anlatıyor, kurmaca buluşmada mektuplaşmadaki samimiyeti yakalayamıyorlar. “Oysa yazar kendini yazdığını, hiç gizlemediğini, ruhunu çırılçıplak sayfalara satırlara serdiğini düşünmektedir ısrarla, rol yapmamıştır, yalnızca gerçekten yaşadığı, duyduğu, gözlediği, bildiği olay ve durumları aktarırken sıralarını, yerlerini değiştirmiş, başka bir zamanda, başka bir yerde yaşanmış bir olayı, başla bir biçimde aktarmıştır, yazar hangi sırayla, hangi kişilere rol vererek anlattıysa okur da onu öyle bilmiştir, bunda da yalan yoktur, okura sunduğu bütünüyle gerçektir çünkü, bir süre daha oturduktan sonra kendini dışarı atması gibi.” cümleleriyle yazarın eserini nasıl yazdığı açıkça anlatılmış, tam bir uygulamalı üstkurmaca öğretisi yapılmış. Kurmaca-gerçeklik, okur-yazar ilişkisi; okurun, yazılan her şeyi gerçeğin olduğu gibi anlatımı sanma yanılgısı irdelenmiş. Ayrıca “Söylerim Sözüm Almıyor” öyküsündeki “Yazar sözü yalan değildir.” cümlesini tekrar hatırlatmış. Yazarın bu gerçeklik vurgusu ve okurun beklentilerini sorgulayışı Ethem Baran öykücülüğünün çıkış noktasını oluşturuyor diye düşünmek yanlış olmasa gerek.
“Evlerimiz Poyraza Bakar” adı, kitaptaki hiçbir öyküde geçmese de öykülerin genelindeki zorlu ve sıkışmış yaşamları yansıtıyor. Kahramanlar; yaşlısı, genci, çocuğu, kadını, erkeğiyle Anadolu’nun iç köşelerinden ya da İstanbul’un kenar mahallelerinden sıradan insanlar. Kiminin denize açılacak bir tekne yapma hayali var, kimi eşini kaybettikten sonra ikinci evliliğini yapmak isterken dolandırılıyor, kimi evindeki sevgisizlik ve huzursuzluğu komşu sohbetiyle teskin etmeye çalışırken denizin bile ne kadar küçük olduğunu, binalar arasında sığıntı gibi durduğunu fark ediyor; kimi bir çocuğun gözlerinden kendi çocukluk anısının burukluğunu hissediyor, kimi saf babasının alay konusu olmasına, ezilmesine içerliyor… Hepsi gerçek hayattan, gerçek insanlar; yazarın bakışı ve dokunuşuyla yeni biçim, yeni renkler kazanmış.
Öyküye yabancı olanların bile kendisinden bir şeyler bulacağı, daha fazlasını okumak isteyeceği bu öykülerin çok daha fazla okura ulaşması dileğiyle…
Sevgili Asude öyküleri yorumlarken yeniden yazmış. Ethem Baran’ın öyküleriyle atbaşı ustalıkta bir yorumlama. Donanımlı bir edebiyat öğretmeninin öykü konusunda bütün anlatım tekniklerine, öykü ögelerine, anlatıcı tiplerine ve üslup çeşitliliğine değinerek “öykü işte böyle incelenir.” öğretisi niteliğinde bir metin.
Üst kurmaca, metinler arası anlatım, bilinç akışı… gibi yazın teknikleri nedir? Sorularının örbeğe dayalı cevaplarını içeren başarılı bir inceleme metni… Asude’yi, Ethem Baran’ı ve bu nitelkli yazının yayımlanmaya değer olduğunu gören kuruluşu KUTLUYORUM! 🏆
Bu kadar güzel anlatılırdı…