Tarih, 1964 yılının Mart ya da Nisan ayı olmalı. Varlık dergisindeki şiirlerinden tanıdığım İlhan Demiraslan’ın, askeri hekim olarak Erzincan’dan Trabzon’a atandığını öğrenince çok sevinmiştim. Ünlü ozan, bundan böyle Trabzon Askeri Hastanesi’nde İç Hastalıkları Uzmanı olarak çalışacaktı… Haberi bana mektupla ileten ozan Öksel Demir, “İlhan’ın sizi tanıdıktan sonra Trabzon’da hiç de yabancılık çekmeyeceğini umuyorum” diye yazmıştı. Yanılmadı. Doğum yeri Gelibolu olan İlhan Demiraslan, bizlerle tanıştıktan sonra Karadeniz’den ve Trabzon’dan bir daha kopamadı… Şiirlerine de yansıdı Karadeniz coğrafyasının esintileri. Kendini hep “Trabzon’da Son Argonot” olarak gördü. “Bu kıyıda” ölmek istedi. Öyle de oldu. Şimdi Akçaabat ilçesindeki gömütlükte uyuyor sonsuz uykusunu… O yüzden de Ali Mustafa, “Trabzon Toprağından Şairler” arasında anmıştır Demiraslan’ın adını, haklı olarak…[1]
* * *
Trabzon’a ayak bastığı günün ertesinde, İlhan Demiraslan’la Hâkimiyet gazetesinde buluştuk. Rahat bir ortamda baş başa konuşabilmek için, onu Taşbaşı’ndaki “Emperyal Lokantası”na götürdüm. “Emperyal”, o yıllarda Trabzon’un en lüks ve seçkin lokantalarından biriydi. Lokantaya giderken, Demiraslan’ın iki şiir kitabını da yanıma almıştım. Gece boyunca, Eller Ekmeğe Doğru’dan ve İncir Ağacı’ndan şiirler okudum. Kendi şiirlerini benim sesimden dinlemek duygulandırmıştı onu. Yemeğin sonuna doğru iyice havaya girdi; okuduğum her şiirden sonra elini masaya vurarak, “Bak Aşut kardeş, bu şiiri ben yazdım!” demeye başladı. Uzaktan izlenimlerle kafamda ve yüreğimde seçkin bir yere oturttuğum koca ozanın, daha yeni tanıştığı bir insana, üstelik içki masasında böyle çocukça böbürlenişini yadırgamıştım. Küçük çaplı bir düş kırıklığı yaşadım o gece. Ama daha sonra İlhan’ın iç dünyasına girince, onun bu davranışının, uğradığı haksızlıklara ve kuşatıldığı yalnızlığa karşı içtenlikli bir itiraz, bir tepki, bir özsavunma olduğunu düşündüm…
* * *
İlhan Demiraslan, Trabzon’a geldikten kısa bir süre sonra, Kunduracılar Caddesi’nde bir muayenehane açtı. İç Hastalıkları Uzmanı’ydı ama yörede hekim olarak pek tanınmıyordu. Ozanlığı, hekimliğinin önüne geçmişti. Bu yüzden de hastası pek yoktu. Enikonu para sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Günde bir hastaya baksa, “rakı parası çıktı” diye bayram ediyordu!
O yıllarda İlhan’ın Trabzon’daki en yakın arkadaşı idim. Arkadaşı olmanın ötesinde sırdaşıydım. İlk günler, çok sık bir araya geliyorduk. İlhan Demiraslan, öyle herkese kolayca açılan biri değildi; tedirgin, güvensiz, kuşkucu, çekingen bir insandı. Topluluk içinde genellikle konuşmazdı. Konuşması da fısıltı gibiydi, çoğu zaman ne dediği anlaşılmazdı. “Asker ocağı”nda uğradığı çeşitli soruşturmalar yüzünden “dilini tutmasını” öğrenmişti! Bir çeşit kendini koruma yöntemiydi bu. Oysa sağlam kültürel altyapısı olan çok boyutlu bir aydındı. Öner Ciravoğlu’nun da vurguladığı gibi, “alaturka müzikten Marksizm’e kadar” her konuda yetkiyle konuşabilirdi. Ama dönemin siyasal koşulları onu suskun kalmaya itmişti.
Dünyada, “rahatı kaçmış bir ağaç” gibi yaşıyordu. Öyle ürkek, tedirgin…
Bu kırgın, içine kapalı adamla dostluk kurmak gerçekten güçtü. Ben de “kolay” bir insan sayılmazdım! Özellikle mızmızlığı canımı sıkardı İlhan’ın. Bu yüzden, zaman zaman atışırdık. Ama “zıtların birliği”nden sağlam bir dostluk doğdu aramızda. “Eytişimin zengin şarkısı”nı söyledik birlikte… Çok özel şeyleri paylaştı benimle. “Zor Akşamlar”ını da,“Hüzün İkindileri”ni de… Korkularını, kaygılarını, zaaflarını, saplantılarını gördüm İlhan’ın. Gizli acılarına, küçük sevinçlerine tanık oldum…
GÖRELE GÜNLERİ
İlhan Demiraslan, Trabzon’da hekimlikten para kazanamayınca, 1965 yılı baharında, muayenehanesini Giresun’un Görele ilçesine taşımak zorunda kaldı. Ama Trabzon’la ilişkisini hiç koparmadı. Benim çıkardığım Sömürücülüğe Karşı Savaş gazetesine Görele’den şiir göndermeyi sürdürdü. Oradan bana yazdığı mektuplar, “özel istek” listeleriyle doluydu. İlhan titizliğimi bildiği için, neredeyse tüm angaryalarını bana havale ederdi! Bazen, “Reçetem ve antetli kâğıdım bitti, bi zahmet bastırıp gönder” diye haber yollar; bazen de, “Erzurum’daki mahkemeden davetiye geldi, duruşmaya gideceğim, falanca gün için Ulusoy’dan bana bir bilet alır mısın?” diye yazardı. Kimi hafta sonları ise Trabzon’a gelirdi. O zaman, pek sevdiği Karadeniz Lokantası’na gider, bir yandan balık ızgara eşliğinde rakımızı yudumlarken, bir yandan özlem yüklü söyleşilerin derin sularına yelken açardık…
* * *
İlhan, ikinci evliliğini Görele’de yaptı. Orada bir “ağa kızı” ile evlendiğini duyduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü yeni eşiyle aralarında azımsanmayacak bir kültür farkı vardı. Ama o, seçimini böyle yapmıştı, ne diyebilirdik? Sanırım, ilk evliliğinden kendince çıkardığı dersle, kentsoylu aydın bir kadınla evlenmek yerine, yaşamını kasabalı bir “ev kızı”yla birleştirmeyi yeğlemişti. “Tarzı Kadim Üzre” şiirinde söylediği gibi, bu kez, “eski tarz bir aşk”a açmıştı yüreğini:
“Bir İlhan, acaip bir İlhan / Sevdi mi başkası yok / Ve bir aşk tarzı kadim üzre / Şakası yok.”
Bu evlilikle, “Karadenizlilerin eniştesi” ve de hemşerisi olmuştu Gelibolulu ozan!
İlhan, özel yaşamından söz etmeyi pek sevmezdi. O yüzden, evlilikleri konusunda fazla bilgi sahibi değilim. Onun ilk eşi, Sait Faik’in kız kardeşi, ünlü seramik sanatçısı Melike Abasıyanık’tı. Çok kısa süren ve ayrılıkla sonuçlanan bu mutsuz evliliğin, İlhan Demiraslan’ın ruhunda derin yaralar açtığını düşünüyorum… İlhan’la birlikteliğimiz sürecinde, onun aydın kadınlara yaklaşımda belirgin bir ürkeklik içinde olduğunu gözlemledim hep. Güzel kadınlara karşı da benzer bir uzaklığı vardı. Kendinden üstün nitelikler taşıdığına inandığı kadınlarla ilişki kurmaktan korkuyordu sanki! Neden bu yetersizlik duygusuna kaptırmıştı kendisini, bilemiyorum. Belki de İlhan’ı Görele’de sade bir kadınla evlenmeye yönelten ana etken, daha önce ünlü bir kadınla yaptığı “sanatçı evliliği”nin başarısızlıkla sonuçlanmasıydı…
İlhan Demiraslan birkaç yıl Görele’de çalıştıktan sonra temelli olarak Trabzon’a döndü. 1971 askeri darbesini bu kentte karşıladı; Nihat Erim’in “Balyoz Harekâtı” sırasında, (Ali Faik Cihan dostumuzun mizahi adlandırmasıyla söylersek, “Titrek Hamsi Hücresi”nin üyesi olarak!) Trabzon’daki bir grup aydınla birlikte gözaltına alındı. Daha sonra topluca Ankara’ya götürüldüler. Yıldırım Bölge Askeri Cezaevi’nde birkaç ay tutuklu kaldıktan sonra salıverildiler…
ŞİİRİNİN EVRELERİ
İlhan Demiraslan’ın şiir yaşamında birkaç dönem var. İlk şiirleri, daha çok “Garip” kuşağının etkilerini taşır. Trabzon’da özellikle 1965 sonrasında yazıp, yalnızca Savaş gazetesine verdiği toplumsal-siyasal içerikli şiirler ise, Demiraslan’ın şiir serüveninde yeni bir dönemdir. Taşlama, eleştiri, öfke dozu hayli yüksek olan bu şiirlerin oluşmasında, genel siyasal ortamın yanı sıra, Demiraslan’ın Trabzon’daki yakın çevresinin de etkisi olduğunu düşünüyorum.
İlhan Demiraslan’ın “ölüm” izleğine kilitlendiği son dönemi ise, benim Trabzon’dan uzaklarda olduğum yıllara rastlıyor. Bu dönemin doğrudan tanıkları, Gündoğdu Sanımer, Subutay Karahasanoğlu, Öner Ciravoğlu ve Raif Özben gibi, o sıralar İlhan’ın yakınında bulunan arkadaşlarımızdır.
İlhan Demiraslan, Trabzon’da hep sıcak bir sevgi çemberinin içinde buldu kendini. Dostlarının sayısı belki çok değildi ama yakın çevresindekilerin hepsi, onun değerini bilen insanlardı. Trabzon’da karşılaştığı bu küçük ama nitelikli çevre, onu hem şaşırtmış, hem çok mutlu etmişti. Yıllarca “Altın Post”un peşinden koşan İlhan’ın, bir sürü il ve ilçeyi dolaştıktan sonra gelip Trabzon’da “demir atma”sının, bu kenti “mesken tutma”sının ve “Bu kıyıda bırakın beni” diyerek, yaşamını sessizce Karadeniz’e armağan etmesinin kökeninde hep bu mutluluk duygusu vardı bence.
İlhan Demiraslan’ın üçüncü şiir kitabı “Acının Uçları” [2], ölümünden yıllar sonra yayımlanabildi; o da ne güçlüklerle…Trabzonlu dostlarının yakın ilgisi olmasa, bu kitap kimbilir daha kaç yıl bekleyecekti gün ışığına çıkmak için… Oysa sıradan bir ozan değildi o. Şiirleri bir dönem dillerde dolaşan, “edebiyat matineleri”nde okunan bir yazın ustasıydı. Herkes gibi ben de Varlık dergisindeki şiirlerinden tanımıştım onu. Daha sonra Varlık Yayınları’ndan çıkan İncir Ağacı (1952) ve Eller Ekmeğe Doğru (1958) adlı şiir kitaplarıyla yazın dünyasında önemli bir yer edinmişti kendine.
Böyleyken, hep büyük kentlerin uzağında kalmak istemesi, İlhan Demiraslan’ın bir süre sonra unutulmasına yol açtı. Ozanımız, Karadeniz kıyılarında içsel yalnızlığına çekildi ve “Acının Uçları”nda dolaşarak tüketti yaşamını. Dönemin koşulları, İlhan’ı böyle bir seçime zorlamıştı…
İlhan Demiraslan, ne yazık ki üçüncü şiir kitabının basılışını göremeden öldü. Oysa tüm isteği, son şiirlerinin kitaplaştığını görmekti. Bunu yakın dostlarına da söylemiş, hatta onlardan, kimi yayınevleriyle ilişki kurmalarını istemişti. Biraz da bu yüzden, yaşamının son günlerinde, şiir dosyası elden ele dolaştı durdu. Ancak, Acının Uçları’nı basacak bir yayıncı bulunamadı. Ölümünden sonra ise İlhan Demiraslan büsbütün unutuldu, adı hepten anılmaz oldu…
Şiiri nedense “üvey evlat” gibi görüyor yayınevlerimiz!
İlhan Demiraslan’ın dosyasına bile burun kıvıran bu yayıncılar, henüz yolun başındaki genç ozanlarımıza nasıl davranır, varın siz düşünün!
“Acının Uçları” dosyasını, iki ozan dostumuz, Raif Özben ve Öner Ciravoğlu baskıya hazırlamış. Kitap, yine sevgili bir hemşerimizin, Gündağ Kayaoğlu’nun özverili emeğiyle “Anadolu Sanat Yayınları”ndan çıkmış. İlhan’ın vakitsiz ölümüyle yıllarca ortada kalan bu önemli dosyanın kitaplaşmasına katkıda bulunan herkesi kutlamak gerekiyor…
Kitabı yayına hazırlayan arkadaşlarımız, bu dosyayı 1980 yılında, ölümünden kısa bir süre önce İlhan Demiraslan’ın kendilerine verdiğini belirtiyorlar: “Zorunlu bir nedenle Trabzon’dan ayrılacağım sırada, hekimliğine de güvendiğim için arkadaşım Raif Özben’le tanıştırmıştım onu. Aralarında çok sağlam bir dostluk kuruldu. Basılmak üzere şiirlerini Özben daktilo etti. Sanıyorum iki kopya…Birisi onun, öteki kopya da benim için… Adını kendisi koydu: Acının Uçları…” [3]
Subutay Karahasanoğlu da bir yazısında, “Acının Uçları” dosyasının ciltli bir kopyasının kendisinde olduğu belirtmişti.[4] Ancak, İlhan’ın son şiirlerinin tümü bu dosyada yer almıyordu.
Aslında bu kitabın hazırlık süreci biraz daha eskiye dayanır. İlhan Demiraslan, bana Görele’den yazdığı 5 Nisan 1967 tarihli mektupta, Savaş’taki şiirlerini bir kitapta toplamayı düşündüğünü belirtmiş ve bunların birer örneğini istemişti. Bu hesaba göre, en azından 1967’den beri yayımlanmayı bekleyen bir kitaptı Acının Uçları.
İlhan Demiraslan’ın el yazısıyla yazıp gönderdiği birçok şiiri gazetemde yayımladıktan sonra, bunların örijinallerini özenle saklamıştım. Acının Uçları’nda çok azı yer almış bu şiirlerin. Demiraslan’ın kitaplarına girmemiş daha pek çok şiiri olduğunu düşünüyorum. Bence bu şiirlerin tümü, ozanın ardından yazılanlarla birlikte “özel bölüm” olarak Acının Uçları’na eklense iyi olurdu. Sanırım, İlhan Demiraslan’ın seçimine bağlı kalmak için, arkadaşlarımız böyle davranmayı uygun bulmuşlar. Benim gönlüm yine de, kitabın yeni baskılarında bu eksikliklerin giderilmesinden yana…
* * *
Bu yazıyı hazırlarken, Sömürücülüğe Karşı Savaş gazetesinin 90 sayılık koleksiyonunu taradım. 1965-1967 yılları arasında, İlhan Demiraslan’ın şu şiirleri yayımlanmış Savaş’ta:
“Kamutaya Yürüyen Ayak” (13 Eylül 1965, Sayı: 4), “Korkunç Gerçek” (4 Mayıs 1966, Sayı: 27), “Bilinen Aydınlık” (18 Mayıs 1966, Sayı: 29), “Demek ki Aşk Bize Haram” (17 Ağustos 1966, Sayı: 41), “İnsanca Ayrıntı” (24 Ağustos 1966, Sayı: 42), “Haydi Hayırlısı” (5 Ekim 1966, Sayı: 47), “Kelepçe” (21 Aralık 1966, Sayı: 54), “Uyarı Bölümü” (28 Aralık 1966, Sayı: 55), “Emeklerini Bekleyenlere Türküdür” (11 Ocak 1967, Sayı: 57), “Onlar, Yüzler, Binler Bölümü” (1 Mart 1967, Sayı: 63), “Destan Zonguldak / Sunu” (29 Mart 1967, Sayı: 66).
Daha sonra, kitapta yer alan şiirlerle Savaş’ta çıkanları ve dosyamdaki el yazısı şiirleri karşılaştırdım. Savaş’ta yayımlananlardan yalnızca “Görele 1966” , “Nice Zonguldak” ve “Daha Nice Zonguldak” adlı şiirlerin Acının Uçları’nda yer aldığını gördüm. Son şiirin adı ise “Ve Zonguldak’ın Bulut Öyküleri” olarak değiştirilmiş. Kimi dizelerde de ufak tefek oynamalar göze çarpıyor. Belli ki bunlar, ozanın sonradan yaptığı değişiklikler…
Dosyamdaki “Zonguldak” dizisinin 5. şiiri olan “Ve Zonguldağın Kara Taşları” da kitapta yer almayanlardan. Bu şiir, 10 Mart 1965’te Zonguldak’ta kurşunlanarak öldürülen maden işçileri Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar için yazılmıştı ve içinde taşkın bir öfke barındırıyordu. Ancak o günün koşullarında yayımlanması pek kolay değildi. Bu şiiri şimdi ilk kez belgeliğimden gün ışığına çıkarıyorum:
VE ZONGULDAĞIN
KARA TAŞLARI
Uy anam uy
Zonguldağın taşları
Düşer anam avradım olsun
Suya düşer uğruların
DÜŞLERİ DÜŞLERİ
Uy anam uy
Zonguldağın taşları
Anlaşılır eninde sonunda
Orospu döllerinin
İŞLERİ İŞLERİ
Uy anam uy
Zonguldağın taşları
Ulusun uğruları bilsin
EZİLİR ANAM AVRADIM OLSUN
BAŞLARI BAŞLARI.
* * *
Kitapta yer alan şiirlerin birkaçında ise kimi değişiklikler saptadım. Bu değişikliklerden ikisine kısaca değineyim:
İlhan Demiraslan’ın bendeki el yazılı “Ve Zonguldağın Gül Öyküsü” adlı şiirinin ilk dizeleri şöyledir:
“Ve sonra bir kurşun öyküsü kaldı geride
Ama kimsenin AHI kalmaz
Filizlenir anaçlanır ötede beride”
Şiirin ilk dizesi kitapta, “Ve bir kurşun öyküsü kaldı geride” biçimindedir. Yani “sonra” sözcüğü dizeden çıkarılmıştır.
Şiirin ikinci bendi olduğu gibi korunmuş, üçüncü bentte ise iki değişiklik yapılmıştır. O dizelerin ilk biçimi şöyledir:
“Ve yapışır orospu döllerinin yakasına
Öyle kokar ki bu gül işçi kardeşim
Doyum olmaz kokusuna”
Bu bendin ilk dizesinde geçen “orospu dölleri”, yerini “bir alçağın” nitelemesine bırakmış; ikinci dizede geçen “işçi” sözcüğü ise çıkarılmıştır.
Çok iyi anımsıyorum, “Ve Zonguldağın Kara Taşları” adlı şiir geldiğinde, ben bunu nasıl yayımlayacağım diye kara kara düşünmeye başlamıştım. Çözümü ise şöyle bulmuştum: “Anlaşılır eninde sonunda / Orospu döllerinin / İşleri işleri” bendindeki “orospu” sözcüğünü nokta nokta geçecektim. Nitekim dosyamdaki orijinal metnin üzerinde böyle bir düzeltme yapmışım. Bunu kendiliğimden mi yaptım, İlhan’ın isteğiyle mi, şimdi kesin bir şey söylemem yanlış olur. Ama İlhan’ın Görele’den gönderdiği 20 Mart 1966 tarihli şu mektup, en azından onun da aynı kaygıyı taşıdığını açıkça gösteriyor:
“Canım Kardeşim Attila,
Benim Zonguldak 1965 isimli şiiri zahmet olmazsa bana postala. Üzerinde çalışmak ve biraz hafifletmek istiyorum. Boşu boşuna başmızın derde girmesini istemem. Gözlerinden öperim.
İlhan”
SON KARŞILAŞMA
Benim 1970’lerde, önce Trabzon’dan, sonra Türkiye’den ayrılmak zorunda kalışım, İlhan Demiraslan’la bağlarımızın kopmasına yol açtı. Onun Görele’den yeniden Trabzon’a döndüğü yıllarda birlikte olamadık.
12 Mart sonrası, uzun bir gurbetçiliğin ardından Türkiye’ye döndüğüm günlerdi…Varlık’ta İlhan Demiraslan’ın yoğun biçimde “ölüm”den söz eden şiirlerini okumuştum art arda. Bu şiirler yüreğimi kaygıyla doldurmuştu. Sayrı mıydı, ölümü neden bu denli yakınında duyumsuyordu?
Evet, İlhan Demiraslan’ın ciddi biçimde rahatsızlanıp evinden çıkamaz duruma geldiği dönem, tam da benim yedi yıllık sürgün yaşamımı noktalayıp İngiltere’den Ankara’ya geldiğim günlere denk düşüyor. Bunu, 1978-1979 yıllarında İlhan’ın Subutay Hikmet Karahasanoğlu’na Trabzon’dan yazdığı bir dizi mektuptan anlıyorum. Örneğin 13 Şubat 1979 tarihli mektubunda şöyle diyor İlhan:
“Aziz dostum; 6 Şubat günü heyet raporumu aldım, yüzde altmış çalışma gücü kaybı olduğu heyetçe bildirildi. Ayın an altısı Cuma, kontrol için Ankara’ya gidiyorum.” [5]
İşte tam o günlerde Remzi İnanç, İlhan Demiraslan’ın Ankara’da Özel Çankaya Hastanesi’nde yattığını söyleyince, hemen sayrılarevine koştum. Vurgun yemiş yüreğiyle yatıyordu tek başına! Yılların özlemiyle kucaklaştık. O kısa güne ne çok şey sığdırmıştık! Sürekli Trabzon günlerini konuştuk…
Ayrılırken, “Bir ricam olacak” dedi.
İlaçları tükenmişti. Karşıdaki eczaneden alıp getirdim ilaçlarını…
Son görüşmemiz oldu bu…
Bir yıl sonra yeniden su koyvermişti sayrı yüreği!
Ne diyordu Papirüs dergisinde “kendini” ironik bir dille anlattığı “otobiyografi”sinde:
“Hekim olarak kazandığım, göğüs hastalığım olmuştur. Çamlıca tepesinde köşküm yok ama ceviz iriliğinde bir kavitem var sol ciğerimin tepesinde, denize nâzır, geniş ve ferah…” [6]
* * *
Sonunda, “Hay ile huy üzre gitti İlhan!”
İlhan’ın ölümünün beni en çok kanatan yanı, bu “yakın ölüm”ün günler sonra duyulması ve onun, Akçaabat’ta sessiz sedasız toprağa verilmesiydi. Sanat dünyasının, bu “trajik ölüm” karşısındaki suskunluğu da beni az şaşırtmadı… 25 Kasım 1980 tarihinde aramızdan ayrılan İlhan Demiraslan’ın ölümü, Trabzonlu dostlarının çabasıyla, Cumhuriyet gazetesinde ancak 6 Aralık’ta küçük bir haber olarak yer bulabilmişti. O da bir sürü bilgi yanlışıyla… Subutay Karahasanoğlu, “İlhan Demiraslan” adlı şiirinde, tanıdık bir söylemle bu acıklı durumun altını çizmeden edemedi:
“Nasıl söylerim öldüğünü nasıl / Nasıl dilim döner / Cumhuriyet’te şimdi o / Kısa bir haber.”
* * *
“Şiirin Rengi” adlı çalışmamın VIII. bölümünde, İlhan Demiraslan’ı şöyle anlatmıştım:
Sessiz bir çığlık mıydı uzaklarda,
“Eller Ekmeğe Doğru” ve “İncir Ağacı”?
Küskün gitti dünyaya İlhan Demiraslan,
Sol ciğeri üzerinde hep o sancı.
Sığındığı ebruli kıyılarda,
“Acının Uçları”nda yaşadı.
Ve öldü “Trabzon’da Son Argonot”,
Ölümün rengi oldu adı. [7]
“Çok alışık bir yüzle” gelmişti “Son Argonot”un ölümü. Ama aradan geçen onca yıla karşın yine de alışabilmiş değiliz bu erken ölüme.
Son sözü İlhan söylesin yine:
“Çok alışık bir yüzle gelir ölüm / Çok alışık bir yüzle yakın çekim/ / Örneğin seksenli yıllarda gelir / Örneğin bir eylül ya da ekim // Ne üstün başarılı bir ozandım / Ne de üstün başarılı bir hekim // Tek başarım ölüm olur âlemde / Bu en güzel dizem olur nitekim”.
O, uzak ve unutulmuş bir gömütlükte,“en güzel dizesi”yle koyun koyuna şimdi…
[1] Kuzey Haber, 23 Ağustos 1985.
[2] Acının Uçları, İlhan Demiraslan, Anadolu Sanat Yayınları, Şiir Dizisi: 16, 1. Baskı, 1999, İstanbul.
[3] Öner Ciravoğlu, “Trabzon’da Son Argonot”, Acının Uçları iç. s. 13-14.
[4] “İlhan Demiraslan Üzerine”, Kıyı, Ağustos 1988, Sayı: 29, s. 3-4.
[5] “Subutay’a Mektuplar”, Kıyı, Kasım 1987, Sayı 20, s. 8-9.
[6] Papirüs (Özel Sayı: Kendileri), Mayıs 1970, Sayı: 46-47, s. 44.
[7] Attila Aşut, Acının Külrengi, Serander Yayınları, Trabzon, 2001.
bu yazı daha önce ada dergisinin 17.sayısında yer almıştır.