Bazı hikayeler hayatın ya da yazarın hayalgücünün derinliklerine kendini öyle sıkı gizler ki bulup çıkarmak için yıllara, eteğinizi dikenlerle yırta yırta ilerlediğiniz çalı çırpı bezeli labirentlere, çok katmanlı hayallere, kurgulara, sayısız denemeye ihtiyaç duyarlar. Bazı hikayeler ise parlak gün ışığı altında karşınıza dikilir, iki elini beline dayar, büyük bir cesaret, hatta arsızlıkla sizden onu derhal yazmanızı talep eder. İkinci öykü kitabım Sonra Sincaplar Geldi’de yer alan “Agnes Booth, Amerika’nın Drama Kraliçesi” ikinci türden bir hikaye.
Bebek evlerine, özellikle antika olanlarına düşkünüm. Ucuz, plastik, korkunç renklere boyalı ve sadece beş yaşında kızlara hitap edenleri saymazsak bizim kültürümüzde çok yeri olmayan bir şeyden bahsediyorum. Hakkıyla gönül verildiğinde bebek evleri çocuklardan ziyade yetişkinlere hitap eden bir hobi aslında. Son yirmi yıldır bebek evlerinin minyatür eşyalarını topluyorum, Avrupa’daki bebek evi ya da oyuncak müzelerinde saatler geçiriyorum, Koç Müzesi’nde birkaç yıl önce açılan sergiyi tam üç kez ziyaret ettim, önümde oyalanan, gürültü yaparak evlerin binlerce detayını arzu ettiğim gibi huzur içinde hafızama kazımamı zorlaştıran çocuklara kızdım…vs. İsviçre’ye iş için yaptığım bir seyahat sırasında sadece birkaç saat boş vaktim olmasına rağmen Cenevre’den trenle uzun sayılabilecek bir yolculukla Basel’e geçip, antika bebek evlerinin çok iyi örneklerinin sergilendiği müzeye kapanmasından sadece kırk beş dakika önce varabildiğimde gözlerime, aklıma ve kalbime tüm bu güzelliği nasıl olur da sadece kırk beş dakikada sığdırabilirim diye yaşadığım stresi görmeliydiniz.
Söz konusu bu hobim olduğunda düşkünlerin tüm acizliklerini, mantıksızlıklarını sergiliyorum. Küçücük dolaplar, şömineler, vazolar karşısında küçük ama çok bilmiş bir kız çocuğuna dönüşüyor, Tudor ya da Viktorya tarzı evlerin karşısında sanki geçmiş hayatlarımdan birinde benzer bir evde yaşamışçasına garip hayallere dalıyorum. Bebek evi deyip geçmeyin. Özellikle Anglo Sakson kültüründe çok önemli bir yerleri ve geçmişleri var. Günümüzde ise özellikle antikaları için ciddi bir piyasa mevcut. Minyatür bir koltuk takımı ya da ondokuzuncu yüzyıldan kalma bir ev için hatırı sayılır miktarda para el değiştirebiliyor. Bütçem her zaman o çok özendiğim antikalara yetmiyor ama tüm düşkünler gibi bazen bu uğurda mantıklı hiçbir insanın yapmayacağı harcamaları yapıyorum. Mantıklı insanlar sanırım zaten kolay kolay bir şeylere “düşkün” olmuyorlar, yazarların ne kadar mantıklı olduğu da ayrı bir tartışma konusu.
Yaklaşık on sene önce bu antika evlerden bir tane edinmeyi kafama koydum. Onu salonun baş köşesine koyacak, içini yıllar içinde biriktirdiğim oda takımları, halılar, bebeklerle bezeyecek, kendime bir nevi küçük bir “Sunay Akın” köşesi yaratacaktım. İnternette bu konuya meraklıların vakit geçirdiği siteler ve forumlarda gezerken Amerikalı bir kadının satıcılığını yaptığı bir eve denk geldim. Kadın hem tecrübeli bir koleksiyoncu hem de tüccardı ancak elindeki bu evin tarihi ile ilgili fazla detay bilmiyordu. Yazışmalarımızda bana evin ondokuzuncu yüzyıla ait olduğunu, bunu belgeleyebildiğini ve muhtemelen o zamanlar meşhur olan bir tiyatro sanatçısı olan Agnes Booth’a ait olduğunu söyledi. Bu son bilgiyi de evin ön cephesinin üzerinde kabartmalı yazının yakın çekim bir fotoğrafı ile ispatladı: Agnes Booth, America’s Drama Queen (Agnes Booth, Amerika’nın Drama Kraliçesi).
Evi almaya karar vermeden önce babamla yaptığım bir sohbette ona evden bahsettim. Babamı tanımlayacak en iyi ifadelerden biri, onun da tarihe olan düşkünlüğü olabilir. Babam benden Agnes Booth ve tiyatrocu laflarını duyduktan iki dakika sonra kemikleri çoktan toza karışmış bu kadını Amerikan tarihinin en önemli dönemlerinden birine, ünlü tiyatrocu Booth ailesine, Lincoln’u suikast sonucu öldüren John Wilkes Booth’a bağlamıştı bile. Önce ona inanmadım. Bazen, bir konuyu iyi bilen tüm insanlarda olduğu gibi, babamda da kendini detaylara kaptırma, kendi bilgisinden heyecana kapılma ve gerçekte var olmayan bağlantıları varmış gibi hayal kurma halleri görülebiliyor. Ona şüpheyle baktığımda ve satıcı kadının bu konuda hiçbir şey söylemediğini hatırlattığımda hınzırca güldü ve ortalama bir Amerika’lının tarih bilgisine duyduğum tabansız güven için beni bir güzel aşağıladı. Söylediğim gibi biz bazı şeylere “düşkün” bir aileyiz. Babamın bilgisine güvendiğimden ve içime merakımı gıdıklamaya yetecek sayıda kurtçuk bıraktığından konuyu araştırmaya başladım. Çok fazla kaynak yoktu, internet ağırlıklı olarak ilerledim, Amerika’da yaşayan bazı dostlara ve bebek evi satıcısı kadına tekrar döndüm. Sonuncu bilgi kaynağını fazla zorlamak istemedim zira satıcı kadının Agnes Booth’un kim olduğuna dair hiçbir fikri yoktu ve gerçekleri bilmesi ev için istediği fiyatın artması anlamına gelebilirdi. Sonuç olarak babamın haklı olduğu ortaya çıktı (babalar hep haklıdır), ev Amerika’dan ambalajın içinde kımıldamasına imkan ihtimal olmayan bir şekilde paketlenerek yola çıktı, mucizevi bir şekilde hasar almadan Türkiye’ye vardı, dudak uçuklatacak miktarda vergi ödenerek gümrükten geçti ve salonumdaki yerini aldı. İlk gece elimi ön cephedeki kabartmanın üzerinde gezdirirken Agnes Booth ismini birkaç kez tekrarladım. Nasıl bir kadındı? Nasıl bir oyuncuydu? Amerika’nın gelmiş geçmiş en efsanevi başkanlarından birinin suikastine bir şekilde karışmak hayatını nasıl etkilemişti? Bu bebek evini kendi mi yaptırmıştı yoksa bir hayranı, oyuncu bir dostu ya da yönetmeni tarafından ona hediye mi edilmişti? Belki de bir gece yüzlerce seyircinin alkışlarıyla kendinden geçtiğı başarılı bir sahne performansının ardından kulise geçti ve bu güzel sürprizle karşılaştı. Ev, su içinde yüz otuz, yüz kırk yaşlarındaydı. Bunca maceradan sonra İstanbul’lu bir kadının evinde, gecenin sessizliğinde tüm güzelliği ve gururuyla duruyor, sahibesine övgüyle yapılmış ancak artık yer yer silinmiş kabartma bezeli o eşsiz ön cephesiyle bana hikayesini fısıldıyordu.
Tıpkı insanların olduğu gibi, eşyaların da sıkıcı ya da macera dolu hayatları olabilir, bazen bir ömre ikisi de sığabilir. Tiyatro sahneleri, aktrisler, alkışlarla Amerika kıtasında başlayan yolculuk, yüz kırk sene sonra Türkiye’de bir apartmanın orta ölçekli salonunda sessizlikte son bulabilir. O anda bu eve ve hikayesine daha fazla şey borçlu olduğumu hissettim. Onun macerasını başka bir hikayenin içine yedirerek, arka planda açık tutulan, ortama keyif ve gusto katan kaliteli bir müzik gibi kullanacaktım. Onca dolambaçlı yolla bana ulaşmış, hikayesini aktarmıştı, benim de bu hikayeyi sonraki duraklara iletmem gerekiyordu. Nasıl bir öykü olmalıydı? Evin, bir cinayetle ama aynı zamanda sanatla, sanatçıyla bağlantısı vardı. Polisiye bir öyküye de, bir aşk hikayesine de konu olabilirdi pekâla. İkincisini tercih ettim. Bir erkek için aşık olduğu kadına duygularını anlatmanın en güzel yolu, kadının küçük, gizli “düşkünlüklerine” hitap etmek değil midir? Bir bebek evi yaşı kaç olursa olsun bir kız çocuğu için hiçbir zaman sadece bir oyuncak değildir. Geçmiştir, gelecektir, düşleridir, yapabilecekleri, yaratabilecekleridir. İçinde hep taşıması gereken masumiyet ve özlem duygusudur. Bunu gören ve taçlandırmak isteyen bir erkekse her kadının hayali. İşte “Agnes Booth, Amerika’nın Drama Kraliçesi” böyle ortaya çıktı. Başta söylediğim gibi benim “yarattığım” bir hikaye olmaktan çok, “aktardığım” bir hikaye oldu. Asıl hikaye, kilometrelerce ve onlarca yıl öteden gelen bu Bebek Evi’ne ait. Nasıl ki kediler için en doğru insanları ve evleri kendilerine yuva olarak seçtikleri söylenirse, belki de aynısı nesneler için de geçerlidir. Görmüş geçirmiş ama güzelliğini korumuş kadınlar misali, bebek evleri de hikayelerini aktarmaya teşne evlere doğru belli bir bilinçle yola çıkıyorlardır…
Agnes Booth:
4 Ekim 1843- 2 Ocak 1910. Marian Agnes Land Rookes adıyla Avustralya’da doğmuş Amerikalı tiyatro sanatçısı. On dört yaşında ailesi ile birlikte Amerika’ya göç eder. İlk kez 1858 yılında San Fransisco’da sahneye çıkar ve olumlu eleştiriler alır. 1866’da Boston Tiyatro Grubu’na katılır ve tiyatrocu Junius Brutus Booth ile evlenir. Popülerliğinin dorukta olduğu yıllarda çok iyi eleştiriler alır. Sahne performansı, “büyük zafer”, “detaylara inanılmaz bir hakimiyet, çok güçlü ifade yeteneği, oyunun tüm gerekliliklerinin son derece çekici bir şekilde yerine getirilmesi” gibi ifadelerle övülür. Kocasının erkek kardeşi olan John Wilkes Booth da tiyatro oyuncusu olup, Amerika Birleşik Devletleri’nin efsane başkanlarından Abraham Lincoln’u düzenlediği suikast sonucunda 1865 yılında öldürmüş, olaydan on iki gün sonra, henüz yirmi yedi yaşındayken ölü olarak ele geçirilmiştir.