akşamlar ve zaman*
dağ söyledindi bana
uslanmaz göller söyledin
söylendi, sözlerdi ayışıkları
önünde bir yaz gecesi söylendi
baştanbaşa, sustun, bulutlar
bildirildi, sevdalar buyuruldu
ve kopardındı
ebrûlî gövdeni bin bir
kuş ve yaprak efsanelerinden
söylen’di gittiler, hangi seferinden
döndüğümüz yaz?
bir göl gibi anlatıldındı
yalın, dolayımsız, anlatılmaz
kıyılar kuşatılmış kalbimle
ve çözdündü
erguvan boynunu
Söz ve Zaman yelelerinden
dağla dağ olduğumuz günlerden
ne kaldık? akşam bir tepeydi
o zamanlardı, her yanımız kardılar
çiçeklerleydi, meryem ve dağ
o da bizimleydi
ve bizimleydi
tenhalık
farkında mısın? akşamlar da yaşlanmada artık…
Hilmi Yavuz
Bir bütün olarak şiir yolculuğu bir yana, yalnızca bu şiirde bile gür bir bellek ırmağının ışıltıları görülebilir. Araştırma-yöntembiliminin terimleriyle konuşursak, bu şiirin bir ‘örneklem’ olarak Hilmi Yavuz ‘evren’ini temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? Yanıt birçok açıdan evet olmalıdır. Gerçi şiir genel olarak bu tür yaklaşımlara pek yatkın sayılmaz. Özellikle Hilmi Yavuz gibi, her yapıtı farklı bir sorunsal üzerinde temellenen bir şaire uygulanması zor görünebilir. Bununla birlikte, Hilmi Yavuz poetikasının, birbirine bağlı ve aynı zamanda özerk olan her yapıtını kuşattığı bu şiirde de görülmektedir. Onun, özgün sesiyle birlikte şiir geleneğini özümseyerek geliştirdiği poetikası, şiirinin kuruluşundaki estetik sağlamlık ve yine şiirinin belirgin özelliklerinden biri olan metinlerarası yolculuk… Aktardığımız şiirde bunlar rahatlıkla görülebiliyor.
**
Hilmi Yavuz’un sanatı üzerine düşünen bir şair olduğu, şiirde tasarıma verdiği önem biliniyor. Bu yönü çok dile getirilmiş olduğundan, burada ayrıntılar yinelenmeyecektir. Tuğrul Tanyol, Hilmi Yavuz şiirinin temel özelliklerinden birini yerinde bir vurguyla şöyle ifade eder: “Her şey tartılmış, ölçülmüş, yerine konmuş. Taş değil, yerinden bir kum tanesi bile oynatmak mümkün değil”[i]
Şiirinde kısaca estetik sağlamlık olarak nitelendirilebilecek özellik, Yavuz’un ‘Apollon’ca’ yanını işaret ediyor. ‘Apollon’ca’ olan, ifadesini yetkin güzellikte bulur. Hilmi Yavuz’un şiirinin özelliklerine, deneme ve eleştiri yazılarına bakıldığında, bu tarafı daha baskın görünmektedir. Onun dionysiak yanı özellikle ‘Defterler’de ortaya çıkmaktadır. Gerçi, anlatılarında da bu hava var; ama Yavuz’un bu yanını ağırlıklı biçimde ‘Defterler’e yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. Diğer yandan, dikkatli bir okumayla, şiirinin de bu özelliği içerdiği görülebilecektir. Yavuz’un şiirinde bu özellik, bellekle -anılarla- ilişkisi dolayımında ortaya çıkıyor. Bunu biraz daha açmak için önce kısaca ‘Defterler’e değinmeliyiz.
‘Defterler’in mevsimi yaz’dır; yaz, ‘yavaşlığın usulca tadıldığı’[ii] ve aynı zamanda ’şiirin ve tenin semenderinin dirildiği”[iii] bir mekân/mevsimdir. Bu mekân da Yavuz’un yapıtı gibi açıktır; Gaston Bachelard şöyle yazmaktadır: “Sevdiğimiz mekânların kapalılığını her zaman sürdürmeye yanaşmaması gariptir. Açılırlar. Kendilerini sanki kolaylıkla başka yerlere, başka zamanlara, farklı düş ve anı düzlemlerine taşırlar.”[iv] İster ‘metnin yaşandığı yer’ olsun, ister hayatının hikâyesine güç katan anı zenginliği olsun, “rüzgârla denizin sesini ayırt eden”[v] dikkatini, yaşanan ânı hazza dönüştüren cömertliğini okuruna da bulaştıran ‘Defterler’ gerçekten de dionysiak metinlerdir. Yavuz’un, Andre Maurois’nın Borges için söylediği gibi: “Sayısız denecek kadar çok ve beklenmedik esin kaynağı vardır.”[vi] Bu metinlerde, yer yer ontolojik bir problemin, yaşanan an ve anı parçalarıyla birlikte aktığı görülmektedir. Doğa ve kültür yan yana iç içedir, mitoloji, felsefe, kavramlar, metaforlar, bilinç, bilinç-dışı, arketipler… Hilmi Yavuz, ‘Defterler’de bir bakıma Pre-Sokratik filozoflarla buluşuyor. Yer yer Sokrates-öncesi Yunan felsefesindeki dionysiak atmosfer seziliyor bu metinlerde.
Dionysiak atmosferin varlığı, birebir biçimde Nietzsche’deki anlamıyla bir ayindeki ‘vecd’ ya da taşkınlığı ifade etmiyor. Çünkü Yavuz’a göre ‘Dünyada Olmak’ın tadına ‘yavaşlık’la varılır. “Dünya bir taddır”, yavaşlık da öyle… “Haz’zın Dil’i, tad alma duyusuna ilişkin bir sözdağarından oluşur.”[vii] Peki, ‘hüzün ki en çok yakışandır bize’ diyen Şair’in ‘Defterler’inde hazza ilişkin onca vurgu ya da hazzın ‘hüzünlerde bile var olması’ bir ‘çelişki’ midir? Bu noktada Adorno’nun bir sözüne başvurulabilir: “Eğer sanat, ne kadar dolayımlı olursa olsun, insanlar için bir haz kaynağı olmasaydı, karşı çıktığı ve direndiği çıplak varoluş içinde ayakta kalamazdı.”[viii] Sanattaki ‘şenlik ve ciddiyet’ üzerinde dururken, “Sanat apriori olarak, yani sanat yapıtlarından da önce, gerçekliğin insanlara dayattığı hunhar ciddiyetin bir eleştirisidir. (…) Sanatın şen yanı budur işte; ve tabii, mevcut bilinçteki bir değişme olarak ciddi yanı da.” diyen Adorno, bu diyalektiğin önemini belirtmek üzere Hölderlin’in dizelerine başvurur. Hölderlin’in “Sophokles” başlıklı beyti şöyledir: “Birçokları en neşeli şeyi neşeyle söylemeye çalıştı boşuna / işte sonunda anlatıyor kendini bana, burada, hüznün ortasında”[ix]
Dionysos-Apollon karşıtlığı diyalektik bir mahiyet taşır. Hilmi Yavuz’da da bir yanda poetikasının temel özelliklerinden biri olan yapı sağlamlığı, diğer yanda “Oysa bulanık olandadır haz; -öyle değil midir?”[x] diyen yaklaşım… ‘Doluluk’ ile mitoloji arasında kurulan bağlantı, mitolojinin de ‘bulanık’ oluşundan mıdır? (‘Mythology, ô faded Language’: ‘Mitoloji, ey solgun dil’[xi]) ‘Defterler’de yazdığı gibi, ‘Semper eadem’e (‘hep aynı’ya) yatkınken, ‘her şey[in] akıyor’ ( ‘Panta rei’) olduğunu bilmek… Bulanıklık, Dionysos’ca değil midir?.. Ya, Nietzsche’nin, felsefenin şiirle iç içe aktığı Pre-Sokratik dönemde aradığı ‘Trajik Bilgelik’?..
‘Defterler’in mekân/mevsimine, ‘Yaz’a dair üç soru: 1. Yaz (‘Defterler’in Yaz’ı), bir bellek mevsimi değil midir?.. 2. Yaz, varoluş’un derinden bir coşkuyla, hazzın yavaşlıkla tadıldığı; gündelik hayat ile mitolojinin, ‘aynı ile akar olanın’, ten ile rüzgârın, imge ile kavramın, dağ ile denizin, ‘Doluluk’ ile ‘Eksik-Oluş’un, neşe ile hüznün ve sayısız metnin birlikte yaşandığı bir mekân değil midir?.. 3. Bu mekân, esrimenin de bellekle birlikte var olduğu bir başka Dionysia değilse, neresidir?..
Defterler’den “akşamlar ve zaman” şiirine dönelim: Bu şiirin metinlerarası ana uğraklarından biri ‘Endymion ve Selene’ efsanesidir. Şiirin Yunan mitologyasındaki bu efsane ile ilişkisinin ‘kurucu’ sözcükleri, dağ, göl, ay ışığı… Ve ‘baştanbaşa söylen[en] yaz gecesi’ ‘susmak’, ‘bildirilen bulutlar’, ‘buyrulan sevdalar’…Farklı versiyonları bulunan ‘Endymion ve Selene’ efsanesi, özetle şöyledir: Ay-tanrıça Selene (Lat. Luna), Latmos Dağında çobanlık yapan güzel delikanlı Endymion’a âşık olur. Tanrıça, her gece, ışığıyla onu sarar, onunla sevişir. Onların aşklarından hoşlanan Zeus, karanlık (aysız) bir gecede Endymion’a dileğini sorar, o da sonsuz bir uyku diler. Selene, sonsuz bir uykuya dalmış olan genç çobana sessizce yaklaşarak onu sevmeyi, okşamayı sürdürür; bu, ışıklı gecelerde sürekli yinelenir[xii]… Azra Erhat, kitabında bu efsaneyi, Latmos (Beşparmak) Dağı, Bafa Gölü ve ay ışığına bir güzelleme gibi anlatmaktadır.
Şimdi de “dağ söyledindi bana / uslanmaz göller söyledin” dizeleriyle başlayan ‘akşamlar ve zaman‘ şiirinin şu dizelerine bakalım: “söylendi, sözlerdi ayışıkları / önünde bir yaz gecesi söylendi / baştanbaşa, sustun, bulutlar / bildirildi, sevdalar buyuruldu”… Şiirin “Endymion” efsanesi ile ilişkisini ‘kuran’ sözcük ve tamlamaların efsanedeki karşılıklarını gösteren küçük bir ‘çağrışım sözlüğü’ denemesi şöyle olabilir:
‘Dağ’: Latmos
‘Göl’: Bafa
‘Ayışıkları’: Selene (gözleri / kolları?..)
‘Buyrulan sevdalar’: Endymion’a aşkı ‘buyuran’ tanrıça Selene mi; yoksa her ikisine de ‘buyuran’ Zeus mu?..
‘Bildirilen bulutlar’: Zeus’un bulutları (‘bulutlar devşiren Zeus’) ve karanlık (ayın -Selene’nin-görünmediği) geceler…
‘Baştanbaşa, susmak’: Endymion’un sonsuz uykusu…
‘Baştanbaşa söylen[en] yaz gecesi’: ‘Endymion ve Selene’ efsanesi…
Sevdalar ‘sonsuz uyku’ biçiminde ‘buyrulduktan’ sonra “ve kopardındı / ebrûlî gövdeni bin bir / kuş ve yaprak efsanelerinden” biçimindeki ‘çok’a ve ‘bir’e ilişkin dizeler, Endymion’un hayattan ’kopan’ yalnızlığına mı işaret ediyor?.. Kuş ve yaprak efsaneleri, ‘ebrûli gövde’ ile birlikte başka bir bağlamda, renkliliğe, (Sireng: Otuz renk, Simurg: Otuz kuş, Gûl-i sad-berg: Yüz yapraklı gül) çokluğa (kesret) ve dolayısıyla tekliğe (vahdet) ilişkin çağrışımlarla yüklüdür. Şiirde çeşitli açılardan bakılabilecek diyalektik bir yoğunluk görülmektedir.
Bachelard, “Büyük imgelerin hem tarihi, hem de tarihöncesi vardır. Bu imgeler aynı zamanda hem anı hem de söylencedir”[xiii] der. Hilmi Yavuz’un şiiri de aslında bu bağlamda bir arkeolojiyle etrafındaki haleleri daha bir çoğaltacaktır. Bu şiirin ‘tarihöncesine’ doğru bir araştırmaya girişmek için değil, ama öncesi ve sonrasına kısaca bir göz atılabilir. Şiirin “ve çözdündü / erguvan boynunu / Söz ve Zaman yelelerinden” dizelerinde aynı kitabın (Zaman Şiirleri) ilk şiirine (‘Söz ve Zaman’) gönderme yapılmaktadır. Şiirin bütünü ve “söylen’di gittiler, hangi seferinden / döndüğümüz yaz? / bir göl gibi anlatıldındı / yalın, dolayımsız, anlatılmaz / kıyılar kuşatılmış kalbimle…” dizeleri de bir sonraki kitabın (Söylen Şiirleri) ve o kitaptaki ‘endymion ‘ adlı şiirin habercisidir. Birincisiyle bağlantı noktaları olabilecek (ortak) sözcükler; dağ, uçurum/kıyı, tenha, sözler (bağı çözük çiçekler / çözülen erguvanlar), akarsu / uslanmaz göller… Söylen Şiirleri’ndeki ‘endymion ‘şiiriyle bağlantısı için de şu dizeleri olduğu gibi aktarmak daha etkili olacaktır: “ben dâimâ uçurumlar edinirim / bir yerden ötekine göçerken // işte sessiz saatlerde kederden / türemiş bir söylen / gibi göl / ve bağlaşığı endymion / birlikte kıvrılıp uyurlar / ana-bir acıyla ayışığı…/ da mı birliktedirler?”… Bu üç şiirin birbirleriyle bağlantılarına benzer ilişkiler, kuşkusuz ki, Yavuz’un başka şiirleriyle de kurulabilir. Endymion’un ‘uykusu’, ölüm, ay ışığı, dağ, ‘çözülmüş çiçekler’ ve su… Bachelard, şiirinden hareketle Poe’nun düş dünyasına bakarken; Lethe, uyku, ölüm ve güzellik arasında bağlantılar kurar. Bu bağlantılar, narsisizmden belleğe doğru genişler:
“Yalnızca su güzelliği koruyarak uyuyabilir; yalnızca su yansımalarını koruyarak ölebilir, hareketsizleşebilir. Su Büyük Anıya, Tek Gölgeye bağlı düşçünün yüzünü yansıtarak bütün gölgelere güzellik verir, bütün anıları yeniden yaşama getirir. Böylelikle, sevdiğimiz her şeye güzellik katan temsili ve yinelemeci bir tür narsisizm doğar. İnsan kendi geçmişinde yansır, her imge onun için bir anı olur.”[xiv]
Hilmi Yavuz da Geçmiş Yaz Defterleri’nde, “Ne Apollon, ne Dionysos! Ben Narkissos’um”[xv] demektedir. Bachelard’ın deyişiyle ‘kendi geçmişinde yansıyan’, ama aynı zamanda, ileriye, başka metinlere de yansıyan bir bellek hazinesi karşısındayız. Sadece kendini değil, başka çiçekleri de seyrederek ’varoluş’u yaşayan bir nergis. Ve bu varoluşu okuruna da ait kılan bir deryâ-dil.
Üç şiirdeki şu dizelere bakalım: “işte hangi uçurum dillerinin / dip kuytularında olmak/ beni sana göre daha sınırda kılar?” (Söz ve Zaman); “dağ söyledindi bana / uslanmaz göller söyledin” (akşamlar ve zaman); “şimdi bu uçurum illerinden / uçup göle kaçalım. kirli-olmak / bizi orda bekliyor” (endymion)… Bu dizelerdeki dağ, uçurum, göl gibi sözcükler, birbirleriyle bağlantıları ve şiirdeki konumlanışları açısından ölümü ve aşkı buluşturan bir düzlemdedir. Bu şiirlerde ve ‘Defterler’de geçen dağ, tepe, uçurum sözcükleriyle birlikte, bazı yer adları da (Yahşi Dağı, Karm yolundaki tepe= Golgotha= İsa, çarmıh) ölüme ilişkindir. Latmos Dağı da Endymion’un ‘sonsuz uykuya’ (ölüme) yattığı yerdir. Bachelard, suyla bellek ve suyla güzellik (sanat) arasında kurduğu ilişkiye ölümü de dahil eder.
Bellek, aşk, haz ve ölüm… İster Dionysos-Apollon karşıtlığını, ‘nevrotik parçalanmışlık’ ve ‘uyumluluk’ çerçevesi içinde varoluşun ‘dehşet ve felaketleri’ açısından ele alan Otto Rank’ın yaklaşımı[xvi] biçiminde olsun; ister bazılarına değindiğimiz felsefi alandaki açılımlar biçiminde olsun uçsuz bucaksız bir alan üzerindeyiz.
Hilmi Yavuz, mekân olarak ‘hep aynı’ya eğilim gösterse de, bu şiirde olduğu gibi, bütün bir yapıtında, hayal ufuklarımıza açıldıkça açılan bir diyalog akışı vardır. ‘Söz ve Zaman’ şiirinin şu dizelerinde olduğu gibi: “… her şeydir, savrulur, ama bir şey / direnir o hâlâ bende kalanda / / kayboldum akarsudan sözlerde / aktıkça yıpranan şiirlerde ve en yabanıl olanda… / şimdi kim dindirecek erguvanları bende? / çünkü Sözü’m ben, Söz’üm, / hem bulandım / hem de arındım aynı zamanda”. Yapıtı yetkin güzelliğiyle ve metin derinliği ile hem ‘Apollon’ca’ hem de ‘Dionysos’ca’ öğeler içermektedir.
Yavuz’un diğer yapıtları gibi bu yapıtı da daha birçok yönden okunmaya açıktır. Evet, daha var; ne diyor Şair:
“dağ söyledindi bana
uslanmaz göller söyledin”.
* Yavuz, Hilmi. Zaman Şiirleri, İstanbul: Şiir Atı Yayınları, 1987. Ayrıca bkz. Büyü’sün, Yaz! İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2006.
[i] Tanyol, Tuğrul. “Amaç Söylenmek mi?”, Sokak, Sayı 7: 13-18 Şubat 1990; s.32.
[ii] Yavuz, Hilmi. Geçmiş Yaz Defterleri. İstanbul: Can Yayınları, 1998; s. 48.
[iii] Yavuz, Hilmi. Bulanık Defterler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2005; s.23.
[iv] Bachelard, Gaston. Mekânın Poetikası. Türkçesi: Aykut Derman, İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1996; s.78.
[v] Yavuz, Bulanık Defterler,. s.27.
[vi] Maurois, Andre. “Sunu”; bkz. Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe. Çeviren: Fatih Özgüven, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995; s.137.
[vii] Yavuz, Geçmiş Yaz Defterleri, s.28.
[viii] Adorno, Theodor W. Edebiyat Yazıları. Çevirenler: Sabir Yücesoy, Orhan Koçak, İstanbul: Metis Yayınları, 2004; ss.151.
[ix] Adorno, agy. ss. 152-153
[x] Yavuz, Bulanık Defterler, s.51.
[xi] Yavuz, Geçmiş Yaz Defterleri, s.53.
[xii] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü. 6.Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 1996. Ayrıca bkz. Pierre Grimal, Mitoloji Sözlüğü (Yunan ve Roma), Çeviri: Sevgi Tamgüç, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1997.
[xiii] Bachelard, Mekânın Poetikası, s.60.
[xiv] Bachelard, Gaston. Su ve Düşler: Maddenin İmgelemi Üzerine Deneme. Çeviren: Olcay Kunal, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Mart 2006; s. 79.
[xv] Yavuz, Geçmiş Yaz Defterleri, s.50.
[xvi] Rank, Otto. Doğum Travması. Çeviren : Sabir Yücesoy, İstanbul: Metis Yayınları, 2001; ss.124-125.