BİR MİMAR TUTKUSUYLA ÖYKÜLER İNŞA ETMEK / AYDIN AKDUMAN
Edebi eserlerin oluşum sürelerinde belli aşamalar vardır. Tıpkı bir bitki yetiştirmek gibi titizlikle çalışma gerektirir. Filiz vermeye başladıkça da bir sabırsızlık kaplar insanın içini. Canından bir parça, evlat gibi kendini hissettirdiğinde onun olgunlaştığını görmek için zaman adeta tıkanır kalır. Aydın Akduman için de bu süreç uzun zamandır işliyordu. Sonunda Şubat 2024’te çabaları meyvesini verdi ve Mahal Edebiyat’tan “Tuhaf Öyküler Silsilesi” adında bir öykü kitabı yayınlandı.
Öner Tavtay: Yazma güdünüzü tetikleyen herhangi bir kitap veya yazar oldu mu? İlk başta yazmaya ne zaman karar verdiniz?
Aydın Akduman: Kararı muhtemelen şu an hatırlayamadığım ve yıllar önce yok ettiğim ilk öykümü tamamladığımda verdim. Bu yüzden yılı, yaşımı, yaşadığım çevreyi ya da birlikte olduğum insanları anlatamasam da bağıramadığım için yazmak zorunda kaldığımı anımsıyorum. Sanırım bir şeyler yolunda gitmiyordu, bense her şeyi belirlenmiş şekillerine oturtmak istiyordum ve uygun kelimeleri ararken çevremle olan bağımı git gide koparıyordum. İçimde Emil Sinclair’in iki dünyasına benzer bir oluşum vardı, fakat ondan farklı olarak ben her iki dünyanın da dışında kalmıştım. Nihayetinde kendimi karşıma alıp hikayeler anlatmaya başladım. İnsanın kendine hikayeler anlatması kadar yalnızlığı ve taşıdığı çaresizlik duygusunu tarif edecek başka bir vaziyet yoktur bana sorarsanız. O yalnızlığın içinde filizlenmeye başlayan hikayeler de bir bakıma sahipsiz kaldı uzun bir süre. Kimisi kaleme döküldü, ardından yok edildi; kimisiyse yaşadı, şu sıralar bazı platformlarda kendilerini göstermekte. Fakat asıl olan, henüz yazılmamışların göğsümde yarattığı sıkışma. Onların sırası ne zaman gelir, bilemiyorum; bildiğim, tüm bu sancılı süreçte beni bu hikayeleri dilediğim şekilde biçimlendirmeye iten yazarların tam zamanında hayatıma girmeleri. Kimlik bunalımının artık baş edilemez derecede belirgin bir çerçeveyle karşımda durması ve benim kişiliğimin silikleşmeye başlaması sırasında tanıştım Rushdie, Calvino, Musil, Saramago ve Fuentes ile. Öncesinde Atay, Anar, Marquez, Günday, Ağaoğlu, Proust, Pamuk, Şafak, Hesse, Kafka gibi isimler geçti hayatımdan elbet, klasikleri saymayı gerek bile görmüyorum; lakin hiçbiri söz konusu yazarlar kadar derine işleyemedi. Her birinden üslup, cümle yapısı, konu, işleyiş ve bütünlük adına beni ve anlatmak istediğim hikayeleri bambaşka bir katmana taşıyabilecek dersler aldım ve kimliksizlik ve çizgilerin silikleşmesi sorunu yerini ayaklarını yere basan ve bir hikâyenin akışından ne istediğini kesinlikle bilen bir kalemin kâğıt üzerinde özgürce dolaşabilmesini sağlayan o kendilik kavramına bıraktı. Kendimi kaybedeceğimi hissettiğim zamanlarda Baş ucu eserim olarak bellediğim Niteliksiz Adam’da geçen paragrafı anımsar, bir defa daha okur ve beni dış dünyada belirgin kılan çizgilerimin daha da görünür kılınmasını sağlarım. Çünkü Musil der ki: “…ve niteliklere sahip olma, o niteliklerin gerçekliğinden belli ölçüde mutluluk duymayı koşul kıldığından, bu durum kendi kendisine karşı da gerçeklik duygusu sergileyemeyen birinin, günün birinde yine kendi kendisine ansızın nasıl niteliksiz bir adam olarak görünebileceğini kuşbakışı görebilmeyi olanaklı kılmaktadır.”
Öner Tavtay: Hangi ülke veya bölge edebiyatının kaleminize en çok gücü kattığını düşünüyorsunuz? Bu hususta sizi en çok etkileyen yazarlar ve kitaplar nelerdir?
Öner Tavtay: Yazmak birçok kişi için özel bir atmosfer veya ortam isteyen bir eylem olabiliyor. Sizin için böyle bir durum var mı? Yazmak için nasıl bir ortama ihtiyaç duyuyorsunuz?
Aydın Akduman: Özel bir mekân belirleyen insanlara her zaman imrenmişimdir. Kimisi için oda sıcaklığı bile önemlidir ve bu tür tercihleri dirayetli zihinlerin yapabildiğini düşünürüm. Benim için bulunduğum yerin, saatin ya da sessizliğin çok bir önemi kalmadı artık. Eskiden yoğunlaşmam gerekirken şimdilerde kafamın içindeki seslerin susmasını yeterli görüyorum. Her bir ses bir hikâyeyi anlatmayı seçtiğinden içlerinde söyledikleri en çok anlaşılan ve kulağa hoş gelen hangisiyse onu dinlemeyi seçiyor ve kendimi diğer seslere kapatıyorum. Bu yüzden diğer tüm sesler sustuğunda hikâyenin başına oturur ve yazmaya başlarım. Ses sustuğunda ve diğerleri konuşmaya devam edince ben de kafamdaki kalabalığa karışırım.
Öner Tavtay: Yazarlık konusunda her şey yolunda giderse bu konudaki hedefiniz nedir? Türk Edebiyatı’nda nasıl bir iz bırakmak istiyorsunuz?
Aydın Akduman: Eğitimci kimliğimin öne çıktığı zamanlarda insanlara bilgi ulaştırmak hevesimin hayatımdaki birçok tutkunun önüne geçtiğini hisseder ve bundan gizli bir gurur duyardım. İnsanların ister katılsın ister katılmasınlar, beni dinlemeleri hep hoşuma gitmiştir. Bu sebepten ötürü, yıllar önce Tanpınar festivalinde dinleme şansına eriştiğim Hakan Günday’ın bahsettiği o edebiyat bulutuna, kolektif bilince ben de katkıda bulunmak istiyordum. Bunun için çok okudum ve çok yazdım. Fakat bu tutum baba olduktan sonra hiç beklemediğim bir şekilde değişti. Artık sadece henüz iki buçuk yaşında olan kızımın otuzlu yaşları için yazdığımı hissediyorum. Ben Türk Edebiyatı’nda iz bırakma kaygısının hikâye anlatıcılığını gölgeleyeceği düşüncesindeyim. Kızım için anlatıyor olmamın sebebi, ilerleyen yaşlarında bir gün benim gibi sıkışır ve kendini yalnız hisseder, ya da göğsü daralır ve nefes alamayacak gibi olursa, babasının yaptığı gibi kendisini ifade edebileceğini görmesini sağlamak bir bakıma. Belki de bambaşka bir yol izleyecek ve kendini çizerek, tasarlayarak veya elleriyle şekil vererek ifade edecek; fakat hikayelerimle büyürse sıkıştığı her an yanında olduğumu ve tüm bunların geçeceğini bilerek alacak nefesini. Benim için bu kadarı kâfi.
Öner Tavtay: Öykünün iskeletini oluştururken sizin için en önemli adım hangisi? Size göre bir yazarın sahip olması gereken en önemli özelliği nedir?
Aydın Akduman: Yazarların nasıl olmaları gerektiği üzerine ahkam kesmek için yaşlandığımı hissediyorum. Gençlik yıllarımda üst perdeden konuşmak bana kendi zihnimde oluşturduğum şablona uymanın hazzını veriyordu. Şimdilerde sadece bir okur olarak yazardan beni de hikâyeye dahil etmesini istiyorum. Çünkü dahil olamadığım hikâye ben olmadan akıp gidiyor ve o zaman elimde durmasının bir anlamı olmuyor. Sürükleyicilik, akıcılık, ortak yaşanmışlık, üslup -adına artık ne dersek diyelim- ne kadar ince işlenmiş olursa olsun, bir okur olarak meramı göremiyor ve yazarın koluna girip onunla satır aralarına basarak yürüyemiyorsam, yazarı yolculuğunda yalnız bırakmak zorunda kalıyorum. Bir yazar olarak baktığımdaysa yürüdüğüm bütün hikayelerimde yalnızım. Meramımın dile gelmesini arzuluyor, iskeletin merkezine bunu koymaya çabalıyorum; istiyorum ki tüm kelime ve cümleler bu merama hizmet etsin. Yapı oturur, kelimeler büyüler, sayfalar akıp gider; lakin meram belli değilse, yazarın yalnızlığı kaçınılmaz hale geliyor.
Öner Tavtay: Toplum-Sanat ilişkisinde kendinizi hangi basamakta görüyorsunuz? Çevrenizde yaşananlar, gördükleriniz, duyduklarınız kaleminizi ne kadar etkiliyor?
Aydın Akduman: Kayıtsız kalmanın imkansızlaştığı bir dünyanın en kaygılı yüzyılında yaşadığımızı hissediyorum. Fakat bu kaygının akıl sağlığımız açısından dengelenmesi gerekirken haber alma özgürlüğünün yarattığı bir kanıksama, hissizleşme durumu sonucunda vicdanı yaşatma içgüdüsü yerini alışmışlığa bırakıyor. Böylesi bir ortamda yazmak çok zor. Ellerimiz suya sabuna dokunsak da kirli, dokunmasak da. Dünyanın derdi insan ve insan bitmeyen bir varlık. Her bir nesilde kendini daha da deformasyona uğramış bir biçimde yeniliyor. Toplumların beklentisi sanatla ilgilenen insanların sırtında kambur olmamalı, çünkü sanatçı sadece bastığı yeri değil, gözlerinin değebildiği bütün ufukları tecrübe etmek ister. İnsanların öykü ya da roman yazarlarından sosyal medyada kanaat önderi gibi davranmaları isteği var, bunu duyarlı olunması gereken toplumsal olaylarda sessiz kalmayı tercih eden insanların bu tercihleri yüzünden yerilmesi, incitilmesi, linç edilmesi ve durumun artık o kişinin yok sayılmasına kadar gitmesinden görebiliyoruz. Ben her halükârda birey Aydın olarak susan, hikâyeci Aydın olarak ise yazmayı tercih eden bir insan olmayı arzuluyorum. Bütün dertlerin ilacı benim yazdıklarım olamaz asla; fakat vicdanımı susturabildiğim ölçüde birey, sesini duyurmak istediğim ölçüde de hikâye anlatıcısıyım.
Öner Tavtay: Öykülerinizde genel olarak metafor kullanmanızın sizin için bir artı olduğunu düşünüyor musunuz? Okurun bunları anlayıp anlayamayacağına dair kaygılarınız var mı?
Aydın Akduman: Düz büyümenin korkusuyla, dümdüz büyüdüm ben. Bunu değiştirmek benim elimdeydi ve elimden gelen tek şey yazı üzerinde gerçekliği dilediğim gibi bükebilmekti. Böylelikle asla öyle olmak istemiyorum dediğim yaşam tarzından bile isteye uzaklaşabiliyordum. Bu beni kaçınılmaz bir yalnızlığa itti elbet; derdimi anlatacak insanlar bulamadığımda kendime anlatmaya başladım ve hikâyelerim böyle başladı demiştim. Yazın dünyasıyla gerçek dünyayı birbirinden ayırabilmem bu yüzden uzun sürdü. Gel gör ki metaforun öyküye hapsolması ilk zamanlarda beni okuyan dostlarımın anlatımı kapalı bulmasına sebep oldu. Ne öykü anlaşılabiliyordu ne de öykünün sınır çizgisi dışında kalan gerçeklik. Bu yüzden mevzubahis metaforlar azalmak durumunda kaldı fakat bu niceliksel azlık sadeliği de getirdi ve artık dozunda metaforun hikâye anlatımımda olmazsa olmaz bir yapıtaşı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Okur kitlem oluştuğunda umarım beni bu konuda mazur görürler.
Öner Tavtay: Diğer öykülere göre bir nebze daha sert görünen Ölemeyen ve Mahalle öykülerini yazarken neler hissettiniz? Yazım sürecinde diğer öykülerden daha tuhaf bir süreç yaşadınız mı?
Aydın Akduman: Ölemeyen öyküsüne baktığımda aslında sınırlarımı en çok zorladığım, kendi yazın tarzımdan uzaklaşıp aslında bir başkasıymış gibi yazdığım öyküm olduğunu fark ediyorum. Öyküyü yazarken zorunlu olarak yaşadığım bu ötekileşme sürecinde öykünün gidişatı ve nihayetinde kapanış bölümü olarak nitelendirilebilecek olan son günahın büyük etkisi var. Dinler tarihi acımasızdır; bir kapıyı kapatıp diğerini açtığını söyleyen fakat bütün kapıların ardında sadece acının olduğunu bize iletmemeyi tercih eden bir yaratıcının insafına kalan bu kurallar topluluğunda birçok günahın adı ve sınırı, cezası ve kefaleti vardır. Fakat bu dünyaya, toprağa ve suya, göğe ve yerin altına hükmetmiş ve hükmeden hangi din, hangi yaratıcı olursa olsun, affı ve kefaleti olmaması gereken en büyük günahın çocuklara yapılmış her tür kötülüğü içeren günahın olması gerektiğini düşünüyorum. Dinlerde bahsi geçen türlü günahlar vardır, affedilir, bedeli ödenir ve yola devam edilir; çocuk katliamı, eziyeti, istismarı, işte bunun hiçbir koşulda affının olmaması gerekir. Ölemeyen’de başlayan bu tiksinti Mahalle’de daha da belirgin hale geldi. Çünkü Ölemeyen’i yazdığımda kızım yoktu, Mahalle’yi yazdığımdaysa kızım bir buçuk yaşındaydı. Tuhaf olansa, ana karaktere temizlik sırasında kendi varoluşuyla alakalı bazı sıkıntılar yaşatacakken, bir anda zihnimde beliren bir çocuk imgesinin hikâyeye müdahale etmesi ve kendini yazdırması oldu. Hikâye bir anlamda kendi sonunu yazdı ve ben bir süre hareketsiz, öylece izledim yazdıklarımı. Kendime gelmem birkaç dakikayı buldu. Çünkü insanın yukarıda da bahsettiği gibi vicdanını susturamayacağı anlar olmalıdır ve çocuk, vicdanın kalesi sayılmalı, o kale de her ne pahasına olursa olsun ölene dek korunmalıdır.
Öner Tavtay: Kitabın son öyküsü Masal Destanı, bir öyküden ziyade Novelette(Kısa Novella) tadında ve çok katmanlı bir yapıya sahip. Bu yapıyı kullanmanızdaki sebep neydi? Neden bu öykünün üç aşamalı daha iyi duracağını düşündünüz?
Masal destanı çok katmanlı bir aile eleştirisi. Beni büyüten ailemden çok az, sonradan katıldığım ve nihayetinde eşimle kurduğum ailelerden ziyadesiyle bahsettiğim bir serzeniş aslında. Her bir bölümünde insanların kolaylıkla fark edebileceği acılar vardı, onları saklayarak ilerlemeyi seçtim. Sadece geçmişi ve şimdiyi değil, muhtemel bir geleceği de kaleme almayı arzuladım ve ortaya başlıklarında neyi anlatmak istediği belli, kahramansız bir destan çıktı. Kızımın adını taşısa da ben bu hikâyeyi kaleme aldığımda ne kızım doğmuştu ne de biz bir çocuğumuz olsun derdindeydik. Tek endişem, şu an üstüne alınması gerekenlerin unutması ve bir gün kızımın öyküde geçen Masal’ı kendisi sanması.
Öner Tavtay: Aydın Akduman için sıradaki basamak nedir? Öykü yazmak bir basamak mıydı, yoksa öykü yazarı olarak anılmak mı istiyorsunuz? Ufukta sizden bir Novella veya Roman geleceğini varsayabilir miyiz?
Aydın Akduman: Babam beyin kanaması geçirdiğinde evimizin belleğinin o olduğunu fark ettik. O güne kadar neredeyse hiçbir şeyi unutmaz, her önemli olayı detaylarıyla hatırlar ve bize yol gösterirdi. Fakat anı kütüphanesi bir anda yıkılmış gibiydi ve bizi geçmişimize bağlayan köklerin zayıfladığını hissettim. Aynı şeyin kızımın da başına gelmesinden korkuyorum. Ben unutursam ailemizi besleyen ağacın damarları kuruyacakmış gibi hissetmeye başladığımdan şu sıralar anılarımı kâğıda döküyorum. Ufak tefek öykü yazma çabası var, bunu yadsıyamam; roman içinse henüz erken olduğunu düşünüyorum. Anılar, işte o kısım az önce bahsettiğim, kızımın yetişkin haline bırakacağım dünyanın temelini oluşturduğundan şu sıralar en çok yoğunlaştığım yazın biçimi diyebilirim. Bittiği zaman kurgularsam roman halini alabilir, fakat şimdilik hatırlamak ve hatırlatmak derdindeyim.