Yazmaya başlamadan önce kendimi şöyle baştan ayağa bir güzel okudum üfledim. Bakarsın üstüme yıldırım falan düşer, neme lazım… Bizim toplumsal bazı dertlerimiz var. Belayı çağırmayı severiz biz. Cinsiyet gibi. Dertsiz başımıza açtığımız dertler bunlar. İnsan bile neyse, dediğim oluyor bazen. Giydiğim gömleğin, sürdüğüm kokunun bile bir cinsiyeti var. Dolayısıyla bir kitabı okurken de galiba bu ayrımın farkında olmak istiyoruz. Çok da şartmış gibi! Dünyanın en gereksiz farkındalığı, en saçma ayrıntısı. Sonra biz bu dertleri hayatımızda, dilimizde olması gerektiğinden çok daha fazla büyütüyoruz. Başka hiçbir yükümüz yokmuş gibi bu boşluğun altında eziyoruz kendimizi.
Romanda, öyküde, ama en çok şiirde kendini gösteren bir şey… Ne gerek var ki? Kadın dili, erkek dili… Bunlar benim anlamadığım şeyler. Bir de saf insan dili var. Bu da aradığımda bulabildiğim çok az bir şeydir. Kulağa da hiç hoş gelmiyor bence, “kadın şair-erkek şair…” Bazıları çok ısrar eder bu konuda. Belki de “insan” olarak anılmaktan rahatsız oluyorlardır. Ben de çok ısrarcıyımdır bazen. Bir kere tekrar etmelisiniz bunu, bakın nasıl da hoşunuza gidecek, yalnızca “şair” demesi. -Bu kelimenin cinsiyeti yoktur.- Onun da en nihayetinde içini döken bir insan olduğunun fark edilmesi. Bazen ben de çok şey istiyorum galiba. Kediler de türkü söylese keşke!
Birkaç yıl önce –tam tarihini hatırlayamıyorum- Betül Dünder’in müthiş bir çalışmasını birlikte yayına girmiştik, “KONUŞMALAR KİTABI –Şairler Arasında Kadın Olmak”. Önemli bir kitaptı. Mühendislik bir çalışmaydı. Kitabın karşılaştığı tepkilerden biri ayrımcılık oldu. Bu işi dalgaya alacak kadar beyin hücreleri ölmüş olanlar da vardı. Oysa o kitap bir ayrımcılık çıktısı değildi. Bana göre bir savunmaydı. Ve şarttı ve kesinlikle yayınlaması gerekiyordu. Umarım ikinci cildi de en kısa zamanda vücut bulur. Kitabın içinde aklınız durur, “bu memlekette ne de iyi şairler varmış?” dedirtecek kadar işinin ehli ve henüz yolun başında seksen “kadın” şair vardı. Ayrımcılık demişken, birbirlerine karşı kadın şairler de vardı. Tabii konumuz bu değil. Kitaptaki şairlerden biri de Birhan Keskin idi. O zamana kadar sadece kitaplarını okumuş, sıradan bir okuruydum. Bazı insanlar gerçekten ilgimi çeker. Öyle değil! Bir şey vardır o insanlarda. Hâlâ tam anlamıyla görünmeyen, ama ısrarla ortaya çıkmak isteyen bir şey… “Al beni çıkar buradan!” diyen bir şey. Yeterinden çok fazla fark edilmiş, okunmuş, ezberlenmiş olması, “olmaz öyle şey ya hu, bu bir ihtimal bile değildir” dedirtmesin. Bir yayıncının kulağı asla bir okurun kulağı kadar keskin değildir. Eğer yayıncı bu işi yalnızca ticari kaygılarla yapıyorsa. Çünkü şair, yayıncı için bir üretim öğesidir. Zaten biraz da öyle olması gerekir. Haliyle her işletme devamlılık için nefes alıp verir. Her üretimden bir sonraki üretim için yeni bir üretim sahasının açılmasını bekler. Mekanik işleyen bir sistem vardır. Olmak zorundadır da. Genel olarak söylüyorum bunu. Yani okurun verdiği değerle bir işletmenin bir şaire verdiği değer asla eşitlenemez. Yani ilk baskıda şansı yaver gitmeyenin sonra uzun yıllar beklemesi ya da vazgeçmesi gerekir. Ha şu var ki, Birhan’ın şiiri bu iki tarafı da memnun edebilmiş bir şiirdir. Edebiyat da bir sektör, öte yandan bir savunma, bir uyandırma mekanizmasıdır. Şair kendi de bilir. Zaten o bir toplum mühendisidir. Makineler ve insanlar aslında birbirlerine çok benzer bu yüzden. İnsanlar da, makineler de tabiat için bir gerekliliktir. Bozulur, onarılır ve sonra ortadan kaldırılır. Ama şiir yazan biri piyasalarda herhangi bir şey değildir. Bir kez üretilmiş olması onu sonsuz bir kaynak haline getirir. Şiir diğer türler gibi değildir. Şiir sürekli tekrar edilebilir, üzerine yüz yıl sonra dahi konuşturabilir herkesi. Bu “bir şey” olmak meselesini şair de reddeder. Öyle ya, böyle bir şeyi sormak da cüretin yanında ekstra akıl ister.
Gelgelelim piyasalarda durduğu satıra; pek çok kadın şairin, erkek şairin varamadığı yere varmıştır. Ne reklam, ne çevre ne başka şeyler. Bunun aksini düşünenler de olabilir. Kendiliğinden bir tabiat olayı gibi sular sürüklemiş, taşları yerine oturmuş bir şairdir. Daha önümüzdeki bir yüz yıl yerinden kıpırdayacak bir şair de değildir. Öteki olmak, öteki olarak adlandırılmış olmak. Tabii, bu da çok önemli bir etkendir, ama benim hoşuma giden bazı şeyleri kabullenmenin, sahiplenmenin içinde öteki olmanın nedense Birhan Keskin şiirinde çok da görünmediği halde tatlı bir sır gibi okurun fark ettiğini belli etmekten kaçınmasıdır. Bazı kutsallara dokunulmaz. Bunu okuruna öğretebilmiş bir şairdir.
Bu kendine has bir piyasa oluşturmuş demektir. Öteki Cins Şair’dir bu yüzden benim için. İlla bir cins olarak belirtilmek zorunda kalınırsa… Ki, kalınıyor maalesef. Bir iddiası yoktur, organiktir. Diplerden çok korkan bir şair olmasına rağmen bir derin dalgayla gelmiştir. Dergicilikten geçmiştir. Edebiyatın bir sektör olduğunu da bilir. Fakat son kitabı “Fakir Kene” deneysellikle her ne kadar süzülüp süzülüp ondan istenmemiş bir şey gibi kalıvermişse de, okurun merakıyla tükenmiştir. “Benim ki şiir değil, iç dökmek” diyen bir şairin deneysel şiir yazması da anlaşılacak şey değildir. Tabii ki şair, toplumun yaşadığı ortamı, koşulları da yazabilir. Tabii ki kendini bazı konularda, başka şekillerde denemek de isteyebilir. Fakat bu deneyleme biraz kendi tabiatına aykırı düşmüş gibi. Bir kuralı varmış da, sanki onu zorlaya zorlaya kırıp atmış gibi. Kendi geleneksel dilini tutmuş da kırmış gibi. Belki de bir grup genç ve biraz heves kalıbından sıkılmış bir şaire her şeyi yaptırabilir. Çok da kötü bir şey değil tabii. “Belki de bazı kötü dizeler yüzünden bazı dizeler çok güzel” diyebileceğimiz pek çok şair, pek çok kitap olabilir. Ama zaten şiir böyle vücut bulan bir şeydir. Ama içindeki isteklendirme yazısı ve birkaç şiir dışında “Fakir Kene” bir şair için kalemini kendi eliyle kırıp atmak gibi bir şey olmuş. Ha şu var yine, adını çok güzel taşımış. Okurun gönlünde, zihninde, hissiyatında ve tabii piyasalarda asla diğer kitaplarının ne ağırlığında ne içtenliğinde olamayacaktır. Zaten okuru bir sonraki kitaba götüren bir önceki kitaplardır hep. Birhan Keskin şiiri için zaman da önemli tabii. Bu da bu deneyselliğin tadını bozan şeylerden biri oldu. Şair, ayak uyduramadığı çağın dilini ne yapsalar öğrenemeyen kişidir. Kimse kolay kolay içine sindiremediği bir çağın dilini kullanamaz çünkü. Bir yanlışlık gibi duruyor “Fakir Kene” diğer kitapların sonunda. “Böyle jubile olmaz” dedirtti bana.
Şiir geçmişte de, bugün de olduğu gibi yarın da ve daha sonra da daima en çok konuşulan, tartışılan, yazılan tür olarak kalacak elbette. O ilk şiirden bu yana devam eden bu süreç içinde şiir pek çok evrim geçirdi, geçirecek. Fakat asla tür olarak tükenmeyecek, yok olmayacak. Herkes kendi tarihini haykırmak ister çünkü. Bu duyulsun istenilen bir iç sestir. Herkes içinde kıpırdayan o tuhaf şeyin dışına çıkmasını ister. Görünmesini başkalarına da… Şeref Bilsel’in şu sözünü hiç unutmam, “Şiir, dünyada son insan kalana kadar olacaktır.” Bunu duyduğumda içim nasıl rahat etmişti anlatamam. İyi şiir ya da kötü şiir olarak sürüp gidecek bir şekilde. Eksilmeyecek, artmayacak, olduğu gibi kalacak. Şiirde bir yere gelmiş olmak, şiiri bir yere getirmiş olmak; ona bir piyasada bir şekilde yer tutmuş olmak. Bunlar müthiş şeyler. Bir şerit yaratıyorsun. Düşün, ardından daha binlercesi ve genç. Gelip geçecekler o şeritten. Seni anarak, senden faydalanarak… Fakat bir şair sonsuza kadar şiir yazacak değil. Zaten şairlik bir yerden sonra şairane bir şey oluyor. Şiir gibi konuşuyorsun, ama artık yaptığın şey şiir olmuyor. Okur bu piyasanın en değerli parçası. Var olmanın anahtarı. Anahtarı, onun varlığını, kırmaya gerek var mı?
Ayfer Feriha Nujen
Gerçeği görmek önemli ayrım yapmaksızın her kese anlayamazsin güzel noktalara deginiyorsunuz
Fakir kene siir kitabinda birhan keskin kendi siir tarihinin sonunu hazirlamis.
Oyle ucuz imgeler nesnellesen ozneler
Hasili
Pespaye bir siir fotografi