dünya kötü gelişecek
ateşli bir çocuk gibi
ölümle yüzleştikçe
yenilenecek güçlenecek
sonra güzel bir çiçek açacak
yeni dünyada herkes eşit
ölümün de öleceği bu günler
herkes Sultan Süleyman gibi
kuşlarla konuşacak
tabiatın kalbini kalbinde tutacak
bu taş örtü kalkacak
dilsiz kullar da konuşacak
her şey ölecek
her şey dirilecek
ey arş sıkıştır!
tabiat kazanacak!
Bu günlerde Mesih’i bekleyenler, dünyanın en güzel kalbini taşıyan İsa’yı çarmıha gerenler değil mi? Mesih’i bekliyorlar, onu bir kez daha reddetmek, boğazlamak için. Mesih’i bekliyorlar, Çile Yolu’nda dikenli tellerle onu kan revan içinde sürüklemek, inkâr etmek için. Dünyanın bütün iktidarları yüzünden zayıflayan inancın, kırılan arzunun bedelini elbette böyle zamanlarda ödeyeceklerdir. Hani zaman dursun istiyordunuz ya, işte zaman durdu. Zaten zaman diye bir şey yoktu. Zamanı gösteren bir tek kelime vardı hep, şimdi! Şimdi, her şey naklen ve canlı… Arada bir perde de yok üstelik. Dünya, bir camın arkasında durmuş kalpsiz bir yırtıcı gibi. Yoğun bakım ünitelerine sığmayan, nefes alamadığı için boğulan, ateşler içinde sıtma nöbetleri geçirirken titreyen insanların ölümün seyrediyor. Yazarken, yaşarken onu ayakları altına alanların çaresizlik içinde boğulmasını izliyor. Kimse ne yazarken, ne de okurken bu kadar yakından görmemişti ölümü üstelik. Ölüm, bir fısıltı gibi yayılıyor. Ölüm, dumandan kara bir gölge gibi yutuyor üstünü örttüğü her şeyi. Dünya artık ölüm karşısında (ben ölüm demiyorum buna, bu bir dönüşüm ve zalimce üstelik bunu da biliyorum ve bunu kabul de ediyorum) yetersiz kaldığı noktada zehirli iğnelerle öldürülen insanların tarihe geçtiği bir yere dönüyor hızla. Ne İspanya Gribi, ne Denk Ateşi… Kimselerin tanımlayamadığı, uzantısının ne olacağını, nereye varacağını öngöremediği bir şeyin dişleri arasında parçalanıyorlar. Bu noktada intihar edenlerin kendi üstün iradelerini ilan etmiş olmalarından daha üstün bir iradenin olmadığı da kesin. Üstelik ne karanlık Avrupa günleri, ne 11. yüz yıl bu yüz yıl, ne de Ortaçağ. Ve bu ölüm herkesin hakkı olan şeyleri herkese eşit bölüştüremeyenlerin karar verdiği bir ölme biçimi olarak kayıtlara geçiyor. Kayıt kâtibi hâlâ hayattaysa tabii. İnsan adil, akıllı bir yaratık olsaydı, zaten daha başta hiçbir şey sürüklenip bu noktaya gelmezdi. Âdem yeryüzüne ilk indiği anda bir aslanın bir ceylanı parçaladığını görmüştü. Her şey bu kadarıyla kalsaydı keşke. Doğada hiçbir hayvan ihtiyacından fazlasını tüketmez. Çünkü hiçbir hayvan kırılan kemiği iyileşene kadar hayatta kalmaz. Oysa insan öyle gelişti öyle gelişti ki, dünya suya kan akıtan bir morga döndü sonunda.
Âdem de her insan gibi yeryüzüne inmiş ilk afetti. Ne elma, ne buğdaydı sorun. Bir yerde bir kural çiğnenirse, yeni bir kural konurdu. Sorun, kural koyanların kurallara uygun davranmıyor olmasıydı, en başından beri. Bir oğlu hem tabiatı, hem insanlığı mahvetmişti. Kim bilebilirdi ki, kötülüğün dünyaya bir evden fışkıracağını. Kim bilebilirdi, eşref-i mahlûkatın yaratılmışların, varlıkların arasında en alçak düzenin kurucusu olacağını. On Emir’den Zebur’a, Tevrat’tan İncil’e, Kur’an’a kadar her şeyi kendine göre uyduran insanlığın kendi elleriyle kazdığı bu toplu mezara sığmayacak artık kimse. Bu bir döngü; önce yaşlılar, sonra göçmenler, sonra yoksullar diyordu, telefonda bir arkadaşım, gözleriyle tutarken dünyanın yasını. Oysa hepimiz biliyoruz, istedikleri grubu öne alabilirler, ama sonucu değiştiremezler. Tabiattan büyük kanun da Tanrı da yoktur. Hiç kimse tek başına büyük bir ormandan sağ çıkamaz. Şimdi, herkes tek başına bu ormanda… Bütün çocukluğum dedemin dizlerinin dibinde oturup dini, mitolojik hikâyeler dinlemekle geçti. Anlattığı hikâyelerin kimi yerlerinde durup kendisi de isyan ederdi. Nuh’un tufandan sonra karaya indiği ilk anda yaşadığı o bir başınalık, oğlu Hud’un ona sırt dönmesi. Bu büyük kararsızlığından başka elinde hiçbir şeyin olmadığını anladığı anda hayatta kalanlara, Tanrı’nın ona yeryüzüne bir daha bir başka afet vermeyeceğine dair verdiği sözü ilan ettiği an. Çeyrek yüz yıldır tecrübe ettiğim en sağlam şey verilen hiçbir sözün tutulmadığı olmuştur. Bu sözü veren Tanrı bile olsa. Zaten insan, göz göze gelinmiş bir yırtıcıdan daha tehlikelidir. Çünkü en yırtıcı hayvanın bile içgüdüleri sadece tehlikeye karşı önlem alabilmek içindir. Peygamber bile olsa. İnsan, insan için, tabiat için evrende sadece bir tehlikedir. Bazen hâlâ düşünürüm, Hz. İbrahim’in ilk eşi Hacer’i yeni doğmuş bebeğiyle nasıl çöle bırakabildiğini. Hangi Tanrı’nın nasıl emir verebildiğini bunun için… Asası olmasaydı, Musa’nın Nemrut’la nasıl baş edeceğini… Gözlerini yumduğu anda her şeyi bilen, kuşlarla konuşan, tabiatı duyan, görünmezlere hükmeden Süleyman’ın ölüme neden boyun eğdiğini, hiçbir şeye boyun eğmezken… Maharet asada mıydı, Musa’da mı bilinmez ben olsam denizi ortadan ikiye bölmek yerine karayı batırırdım tek seferde yerin dibine.
İnsanın hayatında gerçekten de dört büyük mesele vardır: Nereden geliyoruz? Kimiz? Nereye Gidiyoruz? Ve bu akşam ne yiyoruz? Gerçekte bilimsel bütün kanıksanmayacaklar gerçekler daima gizlenmiş, engellenmiştir. 2011 yılında Türkiye’de de görülen Hantavirüs gibi. Bugün dünyayı sarsan covid19’un da o tarihlerde hemen hemen pek çok ülkede alarm verilmesi konusunda bilim insanlarının uyarıları olmasına rağmen gizlenmesi gibi. Böyle zamanlarda devreye bir aktarmacı olarak Edebiyat girmeliydi. Geçmişte bunu şifreli bir anlatımla uygulayanlar oldu. Mit mitolojisi edebiyatta böylece bir yer buldu. Ama biz şairler her şeyi çok bilenler kendi romantik dünyalarında evcilik oynuyorlar. Evren on yılda bir, yüz yılda bir alevlenir. İçine kapanan her şeyin katı huyudur bu. Sayıca çok olup da rehin olanları anlayamam iktidarlara. Sürüden ayrılıp baş kaldırmayanı, elini gözüne perde edip, kulaklarını tıkayanları anlayamam. Bütün bu iradelerin içinde kendi iradesinin gücünün neleri elde edebileceğini hesaplamayı bilmeyenleri anlayamam.
İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe var. Ah, ben de William Shakespeare gibi haykırabilseydim gerçeği. Kendini, yazıldıktan yüz-yüz elli yıl sonra gerçekleştiren kitaplar gibi. Mars’ın iki uydusunun olduğu ispatlandı, organ nakli gerçekleşti, görüntülü konuşma, sanal para, uzaya seyahatler gerçekleşti, denizaltılar, uçaklar icat edildi, bir ülkeyi bin fit yükseklikten yok eden silahlar geliştirildi. Bütün bunlardan sonra ne bir Tanrı’ya, ne de bir peygambere ihtiyaç kalmamıştı. Ama korku yıkılmaz bir krallık kurmuştu ezelden. Bütün bunlar geliştirilirken tabiat delik deşik edildi. Jonathan Swift, Jules Verne, Mary Sehlley, Hugo Gernsback, Thomas Aldous Huxley, George Orwell, Martin Caidin gibi yazarlar kitaplarıyla teknolojiye, bilime kaynak oluştururken tuhaf bir biçimde yazar mı, kâhin mi anlaşılmaz. Biz şark milleti ütopyalarımızı bile günün kanun yapıcılarına, iktidarlarına teslim ettik. Kiliseydi, Mabetti ne istedilerse verdik. Ta ki, çocuklarımızı bile kurban verdik. Zaten böylece vebayı da İran’dan başlayıp ta ruhumuza kadar yayan günün kadılarıyla işbirliği yapan Selçuklu Devleti değil miydi? Dünyanın canında devletler illet gibidir, buna boyun eğen milletlerin canı cehenneme! Karşıtını yok edenin dengeyi yok ettiğini bilmediği yerde hiçbir şeyin dik duramayacağını bilmemeleri vahşet. Derken, bu tavır bir çeşit mikrop gibi bütün dünyaya yayıldı. Sanatı da, bilgiyi de ticarete feda ettik. Aynalar dile gelemediğinden her yerde sadece kendimizi görmek istedik. Kuşlar ne söyler, o kocaman filler o kocaman cüsseleriyle neden gizlenir, boynu uzun zürafalar bir bıçak gibi tabiatın kalbine saplanan gökdelenlerin arkasında nasıl yaşar, hiç düşünmedik.
Vahşi kapitalizmi böylece gelişmiş modern insan cümlesiyle destekledik. Canımızın istediğini öldürüp yedik, gönlümüzün istediğini kafesledik, besledik. Tabiat, hiçbir zehri kendini yok edecek kadar geliştirmez. Zehri panzehirini geçmez. Oysa insan öyle değil. Bir taş örtüyle kapladı ayak bastığı her yeri. Dilsiz kulların ne hissettiğini düşünmedi. Bir kedinin bir insanla aynı içgüdülerle, aynı sevgi ve yaşam bağıyla var olduğunu düşünmez. Bir hamlede ezip çiğnediği bir örümceğin kendisinden çok daha faydalı olduğunu kabul etmedi hiç. Bir inci tanesi için kalbini söküp çıkardığı istiridyenin ne hissettiğini hissetmedi hiç. Hubbert Reeves ve Frederic Lenoir’in yazıp Şule Demirkol’un çevirisiyle 2011 yılında yayınlanan Yeryüzünün Acısı (Mal ve Terre) adlı çevrebilim kitabındaki gibi şimdi yok olmakla yüz yüze gelen canlı türünün insan olduğu gerçeğini şuraya bir tokat gibi bırakıyorum. Sorgulamadan kapılıp gittiğiniz o kutsallardaki ben de tekrar ediyorum artık hiç durmadan, ey arş, sıkıştır! Tabiat kazanacak!