Her evde, her kütüphanede en az bir kitabı olsun, olmalı bir filozof şairdir Afşar Timuçin. Filozof şair basit bir iddia değildir. Bir şeyi ya da her şeyi ifade ederkenki kusursuz yaklaşımı elbette ki gelişmiş bilgeliğinin eseridir. Kitaba çok yakın, fakat bilgiye çok uzakta ve giderek daha da uzak bu toplumda Afşar Timuçin gibi bir filozof şair nedense gereği kadar okunmamış, hatmedilmemiştir. Şu var ki, elbette sözümü sakınacak değilim, aklımın ve gönlümün istediği bir yayıncıdan hiç çıkmadı kitapları ya da hiçbir zaman hiçbir kitapevinin çok satan raflarında olamadığı gibi diğer kitapların arasında bile çok zor yer bulmuştur kendine. Peki, bu ona engel oldu mu dersiniz? Hayır, olmadı. Aslında gerçek ve kalıcı metinlerini de böylece oluşturdu. Asıl olan şu ki, çok iyi yayıncılar çok iyi yazarların, şairlerin ölümünü bekler kitaplarını yayımlamak için. Çok ayıp ve çok utanç verici… Demek ki ölüm o kadar da sessiz bir şey değil. Her şeyi kazanma eğilimi çok da ahlaklı bir eylem olmadığı gibi bu yayıncılara büyük itibar da kaybettiriyor. Bugün bunun örneklerini pek ala görüyoruz. Yayıncıların itibarı bizi ilgilendirmez elbette. Bizi ilgilendiren Afşar Timuçin’in iyi bir yayıncı tarafından yayınlanıp yayınlanmaması da değil. Bizi ilgilendiren dilin biçimini, söylenenin gerçekliğini, özünü kaybeden ve bilgiyle, diyalektikle olan bağını kaybetmesi kültürün ve kültür taşıyıcılarının. Özellikle de evrensel telif süresi dolan yazarlarda. Bir tür salgın gibi yağma kültürü gibi gelişen bir şey söz konusu. Telifin süresi dolar dolmaz herkesin yaşarken basmaktan kaçtığı kitapların fütursuzca yayınlanması. İnsan ölür, bu bir gerçek. Çok üzülürüm ama bir gün Afşar Timuçin kitaplarının başına da bunlar gelirse. Çocuk denecek yaşta tesadüf mü denir, bir ilahi yol gösterici mi bilmem. Ben onu buldum, okudum. Hâlâ ısrarla nerede sözü edilse adını ve soyadını tersinden söylerim, belki de hâlâ onu tanımış ve elini sıkmış olmanın heyecanıyla yapıyorumdur bunu. Thomas Bernhard da yaşarken metinlerine karşılık bulamamış, bunu yaşamış bir yazan olarak ölümünden iki gün evvel şöyle bir tedbir almaya çalışmıştır örneğin; ülkesi olan Avusturya’da ölümünden sonra kitaplarının basımına engel olmak için noterde bir takım hukuki metinler imzalamıştır, bir vasiyet olarak. Buna ek olarak, onu asıl öfkelendirense asla çok okunmamak ya da satılmamak değildi. Doğru anlaşılmamaktı. Doğru olanı okura aşılamaktı, olmasını istediği şey. Bu çok geç gelişmeye başladı ve hâlâ da gerçekleşmedi tam anlamıyla. Onu söylem ve metinlerinde ülkesi olan Avusturya’ya karşı kindar kılan da buydu gerçekte.
On beşi şiir kitabı olmak üzere sayamayacağım kadar çok kitabı olan ve bunların birçoğu kendi çevirisi olan kitaplarını düşününce bugün tam seksen bir yaşında olan Afşar Timuçin de okumak nedir bilmez, okuduğunu çalıp kendisinden çok daha başka bir şeye çeviren ve onu kendisine aitmiş gibi pazarlamaya çalışan bu toplumu böyle cezalandırsın, elbette istemem. Ama toplumun kendini sürüklediği şey tam da bu. Herkesin Afşar Timuçin okumadığı gerçek elbette. Hoş böylece pespaye gelişen okuma kültürüyle okuyan da onu ne kadar anlayabilecek? Adı pek duyulmamış, dağıtımı zayıf bir yayıncıdan yine adı nerdeyse hiç duyulmamış birinin karşılaşacağı en acı şeylerden biri metinlerinin çalınması. Okumalarıma dayanarak diyebilirim ki, böyle birini okuduğunuzda bir sonraki okumalarınızda hep benzer metinler görecesiniz. Çünkü bu duyulmamışlık yağmaya açıktır. Ve adı duyulmamış bir yazandan taklit bile denmez, çalmak çok kolaydır. Burada yazanlara ciddi bir eleştirim var. Okumuyorsunuz. Okuduklarınızı da galiba başka kimseler okumuyor sanıyorsunuz. Bunu sözlerini iyi ifade edemeyenlere söylemiyorum ki, söz konusu bu yazanlar konuşmaya kalksalar iki lafı bir araya getirmeyi bile bilmezler. O ayrı. Her şeyden ötesi benim-ben yazdım iddiasında bulundukları metinlerden de çok uzaktalar. İnsanlar kendilerine ait olduklarını iddia ettikleri şeylerle paralel bir karakter taşırlar. Bu durumda bu söz konusu bile değil. Bir kere öğrettikleri bir şey yok. Kendileri ne bildiklerini biliyorlar mı ki? Çok satan yazarlar konusuna gelince; bugün bu ülkede çok satanlardan biri olarak ilk akla gelen Ahmet Ümit elbette. Birkaç büyük şehirde biraz fazla okunuyor olmak çok satan yazar olmaya yeter. Ama şunu da bilmek lazım, matematik konuşur. Seksen üç milyonu zorlayan bir nüfusa sahip olan bu ülkede bir milyon adet kitap bile çok değildir. Yani amaç bir milyon kazanmaksa belki, ama yazarken ve yayımlarken amaç öğretmek, topluma yön vermekse bu sayı pek de önemli bir sayı değil. Satılan her kitabın da okunduğu söylenemez zaten. Zira yazdıklarını çok basit buluyorum ve çok fazla abartıldığının altını çizerek söylüyorum bunu ve bu kesinlikle saygısızca bir tavır gütmek değil. Bu gerçekten kapitalizmin, kapitalizme karşı nutuklar atanların da gerçek çaresizliğidir. Komünist tavrın her yerde olmasa da bizim ülkemizde para karşısında direnemediği bir gerçek. Elbette insanlar iyi ve saygın bir hayat isterler, haklı olarak. Fakat ‘yeteri’in ne olduğunu da bilmek gerek. İstatistik bilenler toplumsal düzenin adil olmak ve eşitlikle ancak kaliteli ve kalıcı bir düzene kavuşacağını bilirler. Yeterince reklam bütçesiyle en kötü yazan bile en kötü kitabıyla en çok satılan herhangi biri olabilir. Bu zor değil. Burada çok şeyden söz edilebilir. Hırsıza yol göstermek istemiyorum doğrusu. Ama bir okur olarak beni en çok inciten şey içi boş ve eğitimsiz ellerden çıkan faydasız kitapların çok satması. Aynı çabanın, emeğin içi dolu ve doğru kitaplara yapılmıyor olması. Çünkü bunlar ölümcül ticari hamlelerdir, bumerang gibi geri de döner. Tarihi ve sosyolojik açıdan da… Her şeyi bilmenin ve hesaplamanın mutsuzluğu içindeyim. Burada bir şairle bir polisiye yazarının kıyaslamasını yapmıyorum asla. Ahmet Ümit’in sofizm, tarih vb. pek çok şeyi yüzeysel kullandığını da söylemek zorundayım. O öyle kurguluyor olabilir, ama bu eğitim değildir. Zaten materyalist bir portrenin İslam motifleri ya da sufizmden söz etmesi, faydalanması da az evvel yukarıda sözünü ettiğim metnin, metnin sahibinin karakteriyle paralelliğine aksi bir durum değil midir? Bugün bütün iktidarların da yaptığı bu değil mi zaten? Günün dünden tek farkı elbette koşulları şekillendiren piyasa güçleridir. Nedir bu piyasaları şekillendiren güç? Medya dayatması, reklam bütçesi, sponsorlar vs vs. Bir kitabı bir dizide üç beş saniye görsel olarak kullanmak bile bunun bir yolu. Ticari manada herkesin aklına yeni yeni gelen şeyleri gençken ben de uyguladım. Yani hayal ürünü ya da komplo teorisi değil bunlar. İşte tam da buraya akıl satanlar için hınzırca bir gülücük bırakıyorum. Sonra ne mi değişti? Değişen bir şey olmadı, dilin bozulduğunu, kültürün bozulduğunu bunların yaşama yansıdığını gördük ve geleneksel olanı uygulamaya devam ettik. Son on yıl içinde her şey böylece bozuldu. Belli bir süre içinde insanın ölümü de gelişiminin bir parçasıdır. Çünkü insan öldükten sonra da gelişir, hiç değilse bir hatıra olarak. Ama bu bir şeyin bozulması, gelişimden sayılmaz. Bozmak, bozulmak gelişimi durduran bir şeydir. Çünkü böyle bir toplumsal değişim ileride kimsenin kabullenemeyeceği bir yüke dönüşür. Bir şeyi kendi olarak, kendi varabildiği yere kadar götürmek diğer unsurlardan daha kalıcı ve ahlaklıcadır çünkü. İçinde gerçekten bilgi olmayan, öğretici etkisi, iyileştirici yanı olmayan her şey toplumun çöplüğe dönmesinden başka bir şey değildir. Bütün bunların Afşar Timuçin metinleriyle ne alakası olabilir? Şöyle bir örnek vereyim: Geçmişte, çocukluğumda, Ahmet Ümit’in bir video röportajını seyretmiştim. Bir Moskova macerasında yanlış hatırlamıyorsam gözaltına alındığını ve onu sorgulayan memurlardan birinin kollarını tutup, kollarının ve kaslarının yazmaya elverişli olduğu efsanesini anlatıyordu. Daha o yaşta bu hikâye aklıma o memur için şunu getirmişti: Hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya… Biz yazanlar hikâyeler anlatmaya bayılırız. Ne de olsa bizim işimiz bu. Bu bir efsane olmanın dışında olsa bile bilek gücünden ziyade yazmak olayında ne yaptığını bilmek gerek. Bilgi kaslarla, kollarla değil; beyinle, beynin onlara verdiği komutlarla ilgili. Afşar Timuçin bu açıdan kollarını hiç kullanmasa da olur sanırım. Çünkü bilmenin ve bildirim yapmanın gerekliliğiyle yazar ve konuşur.
Ahmet Ümit’ten bunca söz ettim madem, birkaç şey daha dile getirmem doğru olacak sanırım. İyi bir yazan olabilir, hatta kusursuz metinler kurgulayan biri de olabilir. Konuştuğu gibi yazan herkes bunu yapabilir, ama güzel konuşmak nedir? Bunu biliyorsa eğer! Bu kadar adaletten, eşitlikten, örgütlenmeden söz eden bir yazanın içinde olduğu kurumlar da başta gelmek üzere, neden hiçbir zaman kendi meslek gurubu içindeki haksızlıklara sessiz kaldığını anlayamam. Barış ve Sosyalizm Dergisi’nden taşrayı görmeyen, taşralıyı içinde barındırmak istemeyen dergilere, platformlara upuzun bir yol… Bu yolu kat etmek başarıysa, başarı denir buna elbette. Ama bireysel. Ama topluma ve onun trajedine sırtını dönen bireyin başarısı sadece kendisini bağlar. Telif konusu, meslektaşlar arasındaki eşitlik: bütçe ve reklam, dağıtım ve diğer organizasyonlar açısından da. Köşesini dönenin mevzu başkalarını gerçekten savunmak olduğunda sessizce kendi işine bakması üzücü. Öte yandan bir Amerikan Rüyası pazarlamak, üstelik böyle bir coğrafyada. Bir okur olarak beni en çok inciten şey kapitalizme karşı nutuklar atanların kapitalistlerle aynı saflarda yer alması. Hiç okumadığı ve hatta ileri gideceğim, hiç okumayacağı kitapları reklam filmlerinde tavsiye etmesi. Benim için yazanlar genç-yaşlı fark etmeksizin toplumun ebeveynleridir. Ebeveynler çocuk nasıl yetiştirilir, bilmezler mi? Dili geliştirmeyen, ona bir şey katmadığı gibi üstelik dili sakatlayan ve öğretmeyen metinlerin ortaya çıkmasına da ön ayak olmak çok acı. Ama şunu da söylemem gerek; tamam, peki, kendin üretme. Çal çırp, taklit et. Ama ne yazık ki, taklit etmeyi de öğrenmeleri gerek. Bu tarz bir üretim öğretici olmadığı gibi taklitçiliği geliştiren bir şey sadece… Daha kötüsü de var; gerçekten kaliteli metinlerin de ölümünü hızlandırıyorlar böylece. Para icat oldu olalı, gerçekte paranın hakiki şeyleri satın alamayacağını öğrenemiyoruz, ah ki bu da çok acı. Yazan birinin her şey değişse de hiç değişemeyen bir inadı olmalı. Her şey, evrenin bütün düzeni bile bozulsa yazan birinde hiç bozulmayan bir tek şey olmalı. O da inadı. Öyle bir inadı olmalı ki yazanların, karanlıkta bir gölge olduğunu gösterebilmeli. Okurunu aldatmamalı. Okuru aldatan tüccarlarla birlikte aynı saflarda yer almamalı. Her şeyin daha kötüsünü bilirim, gördüm çünkü. Okuru alıcı bir kitle saymak onu yok saymaktır. Zaman da koşullar da değişkendir evet, ama kalem tutan kişi kalem neden tutulur? Bunu unutmamalı. Bir kitabın çok satması, isterse çok okunması elbette iyi bir şey, ama son on yıldır sadece ekonomik açıdan. Bu ekonomik faydanın da doğrusu topluma bir yararı yok. Sadede gelmek gerekirse, insan artık hiçbir şeyi aklında tutmuyor, tutamıyor. Çünkü artık insan aklını geliştiren hiçbir şey üretilmiyor. Ne mutlu, karanlıkta bir gölge olana… Ne mutlu, kendini kaybetmiş bir kitleyi geride bırakmış bilinçli okura..
Bölüşmek tek gerçeğimiz bizim
Sevinci inancı ve ekmeği bölüşmek