Her yazar bir yolculuktan döner, yolculuğu bitince kendisine bir daha açılmayan bir kapı gibi okura açılan kitabıyla. Elleri bomboş, kalbi dolu dolu… Ruhundan bir parça bırakarak bir daha gidemeyeceği uzaklıklarda… Gözleri bir sefirin, bir seyyahın gözleri gibi… Gözleri her şeyi bilen birinin gözleri gibi. Kirpikleri ve sakalları dahi… Ne görüyorsa, ne duyuyorsa, onu anlatır okura. Sessiz, usulca ve halden anlayan ve usta… Kendi mahallesinden dışarıya çıkamayanlara bedelsiz sabır dağıtan bir sahaf gibi… Geçerek hayatımızın sesler kusan raylarından. Bir avlunun sesini, bir bahçe gibi çitlerle çevrilmiş dünyanın sancısını duyar da, çevirir bir başka dilden anlayabileceğimiz biçimde bir dile. Bir yazarın, bir şairin herkesle konuşabiliyormuşçasına, herkesi anlayabiliyormuşçasına kullanabilmesi bir dili. İşte bu büyük kabiliyet. Biz okurun yalnızlığı gibisi yoktur, teraziye kayalar konsa karşılanmaz ağırlığınca. Serkan Türk bu ağırlığı hafifletebilenlerden kelimelerle… Ve doğru kelimeleri doğru bir biçimde aktarabiliyor olmak önemli bir mesele. Çünkü bir yazar olarak o da çok iyi bilir, bir fil daima daha hafiftir, aldığı yaradan. Bir elekten geçirir toplumun içinde biriken şeyleri. Eleğini eler eler de, yeniden şekil verir ekmeğine bir fikir gibi. En profesyonel okur bile bir öykü okurken bir satır olsun kendini görmek ister, eline aldığı kitabın içinde. Zaten Serkan Türk de bunu şöyle ifade ediyor, “Hayat hepimiz için bir yerlerde hikâyeler hazırlıyor.” Böylece bir öykücü olarak, okurun beklentilerini karşılamış ve daima karşılayacak olmayı da ütopik bir teselli gibi de dursa, taahhüt ediyor. Serkan Türk’ün öykücülüğü kıssadan hisse bir öykücülük değildir. Onun metinleri içinde bir ezgi yükselir. Sanki okuruna hatıraların, sabrın, sessizliğin serin bilgisini verir. Her öyküsü hem okurun hayatı bakımından hem edebiyat tarihi bakımından bir epigraphiedir. Onun öykücülüğü şairliğinin tam tersidir. Pek çok öykücü gibi halini arz etmekten çok daha derin, çok daha ilericidir. Oysa şiirleri çok daha dert müşterektir. Öyküleri bir gölge oyunu gibidir. Oysa şiiri, gölgeleri de ortadan kaldıran bir güç geliştirmiştir. Her ne kadar yazınsal yaşamı öykülerini dergilerde yayımlanmasıyla başlamış olsa da.
Şiiri çok sevdiğimden şair kimliğini daha fazla önemsediğimi, şiiri burada da ve hep kayıracağımı söylemeliyim. Ne yazarsa yazsın, ilk etapta benim için hep bir şairdir Türk. Tanrı Âdem’i yarattıktan sonra ona sadece “Âdem” ismini verdi. Ve yeryüzüne indiğinde her şeyin adını Âdem kendi kendine verdi. Çünkü tanrı insana kelimeleri değil, onları yaratacak, anlamlandıracak bilinci vermişti. Onun öykülerinde, onun herhangi bir düzyazıyı bile seslendirmesinde önüne geçilmez şairane bir üslup söz konusudur bu yüzden. Hem derinlik hem teknik olarak üstelik… İşin özünde bir kelime bir öykücü de yaratabilir, bir romancı da. Fakat kelimenin asıl sahibi daima şair kişidir. Yoksa o kelime sıradan birini ilk anlamın peşinden sürükler götürür. Yanlış anlaşılabilir, fakat bir şair bir öykücü gibi herhangi bir kelimenin sürüklediği yere sürüklenmez. Şair, kelimeleri kendi istediği yönde şekillendirebilen kişidir. Dört kutsalı hatmetmiş biri olarak şunu rahatlıkla ileri sürebilirim, çünkü ilk etapta Tanrı da bir şair. O derin düşünce, şairane fikir, ne kadar sallarsa sallasın eleğini, ekmeğin yalnızca şeklini değiştirir. Oysa şair ekmeğin tadını da değiştirebilen kişidir. Öyle ki, bu iddiamı şöyle ispat edebilirim, öykü kitaplarından bir olan Rüzgârlı Camlar edebiyat tarihi açısından her ne kadar otobiyografik öyküler içerir gibi olsa da, çok şairane bir üslup ve incelik içerir. Bu kitabın bir şairin elinden çıktığını zaten kapağını açar açmaz anlarsınız. Çünkü bir şiirle başlar. Üç bölümlük bu kitap çok da şairane bir duruşla şu üç başlık adıyla vücut bulur, Camlar, Rüzgârlar ve Bulutlar. Ve şiirden hiç uzaklaşmaz bir üslupla biter. Uzak Yaz, Tanrı’nın Yalnız Kırları, Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim’de akıcı, boğmayan, şairane üslup içeren diğer kitaplarıdır. Bu öykü kitapları arasında Rüzgarlı Camlar gibi Uyurgezer Bir Gölge de dikkat çeken kitaplarındandır. Serkan Türk bu kitabıyla ilgili şöyle bir ifade kullanıyor, “Uzak Yaz’dan beri -yazdığım demektense anlattığım demeyi tercih ediyorum- hissi merkeze alan durum ve olaylara değiniyorum. “Uyurgezer Bir Gölge”nin gövdesini oluşturan öykü kişilerine baktığımızda; saklanan, korkularıyla yüzleşemeyen, yalnızlığı alışkanlık haline getiren, yaşamın getirdiklerini bir yükmüş gibi sırtında taşıyan insanlardan oluşuyor.”
İşinin ehli kişi her zaman işin mutfağına girmiş kişi değildir. Yaşamının bir döneminde mutlaka bir derginin hayat bulmasında rol almış biri yazın hayatında bu denli başarılı olacak diye bir kaide kesinlikle yoktur. Örnekleri var, biliyoruz. Bazen çok köklü yazarların bile yanıldığı bir yazar tanımlaması vardır. Feridun Andaç’ın “Sanat doğuştan gelmez” cümlesi gibi. Oysa ben Serkan Türk’ün doğuştan metinsel bir yaratım gücünün olduğuna inanıyorum ve daha pek çok ismin de. Tabii insanların mikromimiklerini okumaya pek de haiz değiliz. Fakat bu mümkün olsa, ben bu konuda okur-yazar olduğuna emin olanlardanım. Bazı insanların yalnızca göz kapakları yahut avuçlarında bir derin çizgi bile onlarda böyle bir yeteneğin doğuştan olduğuna dair bir işaret verir. Sanatın her dalı için belki söylenemeyebilir, ama ben makine okuyup da illa yazmaya saplanıp kalmış biri olarak bunu ısrarla iddia ediyorum. Evet, öğrenilir. Fakat bakalım öğrenmeye meyli var mı bu serüvene çıkan birinin. Ve öğrense bile kim bilir nereye kadar götürebilecek kendisini. Yazmak yalnızca bir eylem olmadığı gibi bazen gerçekten dünyanın en yorucu işidir de. İcra edilen her işte sanatta yahut zanaatta gönüllülük esastır. Gönlünü işine vermeyenin ne pusulası çalışır, ne kalbi. Sanat her branş dahil bir duygu aktarma aracıdır. Gönlü olmayanın duygusu olur mu? Belki daha sonraları keşfedilebilir, ortaya çıkabilir. Ama gönlü işinden yana olmayanın ne yaparsa yapsın doğuştan olmayınca o işte bir başarısı, bir kalıcılığı asla yoktur.
Ben edebiyatta da bir kast sisteminin olduğuna üzülerek hep inandım. Kişilerin tecrübeleri karşılaştıkları şeylerden ibarettir çünkü. Serkan Türk açısından bunu dile getirmenin bir anlamı yok elbette. Çünkü o bu sistemi kendi uzun emek ve çabalarıyla aşmış biridir. Kendi kulvarını oluşturmuş çoktan. Ve onun birikimlerinden faydalanabilen bir okuru olarak dilini, karakterini, insan yetiştirmeye hazır olduğunun da altını çizerek belirtme gereği duyuyorum. Ve bu da benim açımdan Serkan Türk’ün daha kalıcı, daha derin ve işinin ehli biri haline getirmiştir. Şair ve radyocu kimliği öykücü kimliğinden benim açımdan hep daha ileride, daha öncelikli özellikleri olmuştur. Radyonun sesi, radyodan yükselen bir şairin sesi bana hep çocukluğumdaki o güzel, naif ve zekâ dolu Türkçenin kıvrımlarının silinmez hayat çizgileri olduğunu göstermiştir. Hâlâ pek çok radyocu, şiir okuyan şiir yazdığını iddia eden radyocular var tabii. Fakat ne şiirin ne olduğunu biliyorlar, ne de edebiyatın bazı kaideleri, yıkılmaz ve öğrenilmesi, tatbik edilmesi gereken geleneklerinin olduğunu. Postmodernizmden hiç hoşlanmama sebebim de bunlardır benim. Burada Feridun Andaç’ın doğuştanlıkla ilgili sözlerine dair ısrarcılığımı tekrar belirtmek zorunda hissediyorum bu yüzden kendimi. Edebi eğilimler doğuştan hiçbir emaresi olmadan yalnızca öğrenilerek yapılabilecek bir iş olsaydı, Türk’ü tenzih ederek diyebilirim ki, pek çok popüler akımın hayatlarımıza manipüle ettiği insan öykücü, şair olabilirdi. Ama değil. Çünkü bu mümkün değil. Bana “Şiir nasıl yazılır?” diye sorsalar, ben bilmem şiirin nasıl yazıldığını. Bir şiir inşa etmekle ilgili ne kadar çok iş görür bilgi de aktarsam, yazarken bunların hiçbirinden faydalandığımı söyleyemem. Cevap vermek şöyle dursun, buna yeltenmem bile. Fakat bir okur olarak söz konusu şiirin nasıl yazıldığını hissedebilir, fikirler yürütebilirim. Yazarın, inşa ettiği metin okurun yaşam alanıdır çünkü. Şairin inşa ettiği şiirse okurun çarpışmalar yaşadığı iç dünyasıdır. Bir roman karakterini taklit etmek çok daha geçici bir duyguyken, okurun bir şiirde bizzat kendi olması çok daha kalıcı bir duygudur çünkü. Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri böyle bir şiir kitabıdır. Ve diğer şiir kitapları İçimiz Çölse Biri Geçmiştir, Uzun Ruhlu Bir Cüce’de aynı derinlikleri daha farklı boyutlarda tatmak mutlaktır. İyi bir şair her ne kadar başka türlerde eserler de verse, şiirle bağını asla koparamayacaktır.