ölüm, herkesin kutusunu açtırır…
kimse söyleyemediği şeyleri bu dünyadan götüreceğini zannetmesin;
yüzünde bir derin çizgi, söyler zaten her şeyi.
Bir gün bütün aklımı yitirsem yahut ölsem bile okumayı bırakmak istemediğim nadir yazarlardan Sema Kaygusuz. Bir yazarı, onun yazdıklarını yazarken gözümün gördüğü, kalbimin hissettiği şeyleri dile getirmekten kaçamıyorum ve böylece onu aklımla da tasavvur edebiliyorum. Duruşunu, anlatışını, derinliğini her şeyiyle yazan bir insandan mutlaka söz etmeli. Netice de herkesin kullandığı bir kelimeyi bile kullansa, elinin izini, sesinin lezzetini hiç eksik etmiyor. Ve böylece ona en güzel anlamı henüz keşfedilmemiş bir şekilde veriyor. Sema Kaygusuz metinlerine elinin izini, sesinin lezzetini verebilenlerden. En vazgeçilmez yanı, metinlerinin merkezine adaleti, merhameti, aklı koyuyor. İnsana verilmemiş değeri veriyor. Oyunda, romanda, öyküde… Çıkıp bir iskemleye ‘bu gün ölümü öldürüyoruz’ dese, inanırdım herhalde. Varlığına delil gerekmez bir şair taşıyor içinde. Çünkü ancak bir şair bu kadar incelikle işleyebilir ruhunun değdiği her şeyi. Ve her şair şiir yazmak zorunda da değildir. Öyle kolay şey değildir, insanın böylece katabilmesi her şeyi, herkesi kendisine. Pek çoklarının aksine hiç de ısrarlı bir dişil dil kullandığını düşünmüyorum. Bütün cinsiyetçi tespitlere temelden karşıt olduğum için de değil asla. Kendi kendine, öylesiye, başıboş bir yazarın dilini kullanmıyor çünkü. Açılmasını da biliyor yazarken, kapanmasını da. Taşkın değil, coşkulu. Bunları insan çok da kolay öğrenemez kendi kendine. Eyleme geçilmesi gerektiğini bildiği yerlerde rengini gösteriyor, sesini yükseltiyor. Ne kabalık ediyor, ne de kulakları tırmalayan, huzur kaçıran sesler çıkarıyor. Şu çok açık ki, gürültüden, faydasızlıktan kendisi de hiç hoşlanmıyor. Toplumsal hayatta, siyasal alanda öğreticiliğini usta kibriyle değil, kardeş inancıyla, insan tavrıyla koyuyor ortaya. Ona bakınca ben, kibirsiz insan tavrı görüyorum. Kaygılı da değil üstelik. Emin kendinden ve kendine söylettiği her şeyden. ‘Genç olsaydım başımı eşiğinden kaldırmaz, kapısında yatardım’ diyebileceğim yazardan biri Şule Gürbüz, bir diğeriyse Sema Kaygusuz. Şüphe götürmez aklım, ondan çok şeyler öğrenirdim. Herkes duramaz böyle taş bir duvar gibi. Üstelik onun içinde insan kalbi var. En az bir insan kalbi kadar çalışkan, üretken. Tükürüp atmış içinden bütün kötü vesveseleri. İnsanın, “ömür” dediği, kendine ayrılmış şahsi zaman dilimini böyle verimli kullanabilmesi, hem kendi dilediği gibi hem de başkaları için o zaman diliminden yaralara pansuman kitaplar çıkarabilmesi belki de dünyanın tarif edilmesi güç en güzel işi.
Bazı kitapları suyun damlaya damlaya delmesi gibi delinmez denen şeyleri ve bazı kitapları oyuna alınmamış da alaya alınmış bir çocuğun öfkesi gibi. Sanki çirkin bir kız çocuğunun büyüdükçe güzelleşmesi, incirin çatlaması, narın dağılması gibi… Sema Kaygusuz deyince, benim dikkatimi ilk çeken hafızası. Görmezden gelemediğim, onun geleceği hatırlayan bir yanının olduğu. Tabiatla bağını hiç koparmayan bir ağzı var. Tabiattan betikler okuyan bir ağız. Eski bir türküyü yeniden söyler gibi. Mucizevî bir şekilde hem yeni bir formda söylüyor söyleyeceğini, hem de hiç bozmuyor insanın aklında kalan o ilk halini. Bir yazarın yazdıklarındaki ustalık, teknikler kadar şahsiyetindeki küçük önemli şeyler de dikkatleri çekmeli bence. Mesela insana yaklaşımı, mesela kalbinin yazıklarına ne kadarının yansıdığı… Yazarlığın oyunculukla bir ilgisi var. Her yazar yazdığı kadar naif, ince, insancıl, ahlaklı, adaletli, içten değildir. Olmaz da pek tabii… Kurgu her zaman elbette gerçek hayattan kaynağını almaz. Fakat kaynağını gerçek hayattan alanlar zehirli olduğu kadar çok da lezzetlidir. Gerçekle ilgisi olmayanın sahih olmakla, şahsiyetli olmakla da bir ilgisi olmaz. Geliştikçe çürüyen bu dünyanın ilk günlerindeki gibi kimse yeterince dürüst değil elbette. Ve tabii en çok da yazarken… Oysa Sema Kaygusuz, ilk tanıdığım, ilk okuduğum gibi hep. Muhalif olmakla yerdeki taşları onlar için yerlerinden etmemek gerektiğini bilenlerden ve böylece dile gelmiş sanırım Barbarın Kahkahası. Dünyada kendine yer bulamayanlar için Yüzünde Bir Yer yıkılmaz bir sığınaktır. Kuşaktan kuşağa acının, kederin, arayışın geçtiğini ve her dakika bir başka ezgiyi insanın içinde sıcak bir cezve gibi gezdirdiğini hissetmemek mümkün değildir. Modern zamanların modern bir Hızır’a apaçık ihtiyaç duyduğunu ılgın ılgın fısıldayan bir kitaptır. Son kitabı Aramızdaki Ağaç tür olarak Yüzünde Bir Yer’den çok başka bir yerde durmasına rağmen tadını almış onun yeniden. Üstelik ondan daha hızlı, ondan daha derin ve boğmuyor. Kaygusuz, bu kitapta da bağını koparmamış, mesafeli durduğunu düşündüğümüz geçmişle, inançlarıyla ve Tanrıyla da. Ve ne yapsalar kapanmaz bir yara olan çocuklukla. Ve belki de içimizde en yakın duranımızdır, mesafeli durulması gereken şeylere. Doyma Noktası’ndaki gibi. Onu tam bir ilahsal yaklaşım içinde yakalayacağını sanırken, arzunun kapısını açar size. İçinde bütün duygulardan ayrı ayrı yaratılmış karakterler bulursunuz. Ayrı ayrı. Böylece ne okur bir duygu durum bozukluğu yaşar, ne de karakterler öyle tanımlanır. Ustalık budur ki, Sema Kaygusuz bütün karakterlerini okuruna olduğunu gibi kabul ettirir.
İyi okurun kapanmayan yaraları vardır. O yaralar hep aynı merhemden ister. Yarayı bir anlığına da olsa tok tutan şeyler etkisini hiç kaybetmez. Gün gelir yarası kapansa bile o merhemden hep elinin altında olsun ister. Bazen yara gider izi kalır ya, iyi okur yaralar aldığı yerleri hiç unutmaz. Sandık Lekesi böyle bir kitaptır. Paramparça bir bütünlük vardır onda. Bütün uzaklarını kalbinin içinde taşıması gibi insanın… Kaderiyle yüz yüze, bir başına kalanların merhemidir.
Karaduygum beni hiç doyuramayan tek kitabıdır. Buna rağmen başucumdan ayırmadığım bir yazardır Kaygusuz. Öyle ya, herkesin bir defaya mahsus bağışlanabilir bir hatası olmalı herkes için. Çünkü yanılanları affetmek daha hafiftir, yanıldığını kabul etmekten. Böylece çok daha güzel bir kelime olabilir tecrübe. Şahsiyet dediğim noktayı tekrar yinelemem gerekirse, tıpkı Esir Sözler Kuyusu’nda dediği gibi “Yumurta büyüklüğünde olduğuna inandığım bir tutku taşıyorum göğsümde. Pelür bir zarla koruyabiliyorum onu. Şükürler olsun, koçbaşlarla saldıran soruların yıkıcı etkisine, onca narinliğine karşın dayanabiliyor. Yine de, tutkumu haznesinde dengeli bir biçimde taşıyabilmek için sürekli dik ve temkinli yürüyorum. Kaygımsa en az onun kadar büyük. Onu koruyan bir duam da var üstelik: Ey benim güzel Allah’ım! Yetkinlikten, okuruna güvenmeyen kör parmağım gözüne metinler yazmaktan beni koru. Bırak bir gözüm hep kapalı kalsın. Bundan sonra yazarken hiçbir şeyi aktarmak, kurmak, hesaplamak istemiyorum. Dileğim duyumsamak, yalnızca duyumsamak.”Yan yana duranlardan çok bence en çok karşıtlar kardeştir. Ruhsal, metinsel, dinsel, içsel, sezgisel ve mitolojik olarak da…
Sema Kaygusuz bir tanımlamada “şarap içen kadın yazar” olarak geçse bile, babaanne anılarıyla geleneksel bir kardeştir. Toprağını seven, özleyen, onun üzerinde herkese yaşam hakkı veren insanlar gibisi yoktur. Toplum hafızası sürekli bulandırılan bir su gibidir. Evet, toplum hiçbir zaman alışmayacak bazı şeylere belki de. Yine de o ortak geçmişi özleyen, onu geleceğe giderken iyileştirmek, değiştirmek isteyen bir kardeş çabası olacak hep. Sema Kaygusuz böyle bir yazar. Onun yazarken bir amacı var. Kendine, yola çıkarken verdiği sözü, ettirdiği yemini bozmamak için verdiği mücadeleyi unutmayan, unutturmayan ve geçmişin sesiyle hep geleceği hatırlayan çok az yazardan biridir. Şirazesi bozuk teraziler bir yana! Hâlâ çok genç, hâlâ yaşayan ve çok fazla üreten, pek çok meseleye yakından ses veren bir yazar olarak, değeri bilinmeli yazarlar listesinde hep görünür bir yere konmalıdır.