Yazmak ve söylemek arasında ne kadar mesafe varsa, okumakla seyretmek arasında da o kadar mesafe var. Hem yazmak hem söylemek, hem okumak hem seyretmek herkesin aynı zaman dilimi içinde yapabileceği bir şey değil elbette ve Fatih Özgüven bunların yanı sıra dinlemeyi de bilen ve her sese kulak verebilen bir yazan insan da aynı zamanda. Onun gözleriyle bakmak, onun kulaklarıyla duymak, onun bilinciyle düşünmek isterdim doğrusu. Çoğumuzun sinema eleştirmeni olarak tanıdığı muzip bir köşe yazarından çok daha fazlasıdır Fatih Özgüven. Bir akademisyen. Öğretmen demeyi tercih ederim oysa ben. Çünkü aramızdaki zamansal ve mekânsal bunca mesafeye rağmen bilhassa ben şahsen kendisinden çok şey öğrendim. Descartes’in aklın yönetimi için uydurduğu kurallardan daha geçerli kuralları olan bir yazardır. Bu kurallardan ilki elbette ki kişilerin kendi pür hür bağımsız-özgür ifade ve anlama-anlatma biçimleri üzerine olması gereken kendiliklerinin oluşması gerekliliğidir. Onun ilk kuralı sanırım hiçbir şeyi hiç kimseye dayatmıyor olmasıdır. Böylece bu kural bu dünyada insanın en güzel, en güçlü dayanağıdır. Bir insansevmez Thomas Beranhard’ı ilk çevirenlerden biridir her şeyden önce. Ayrıca çeviride ne kadar işinin ehli bir çevirmen olduğunu söylemeye bu yüzden çok da gerek yok. Çevirisini yaptığı pek çok yazar içinde kendisini en yakın bulduğum yazar da elbette Thomas Bernhard’dır. Aralarındaki küçük bir ayrıma rağmen… Elbette ki bu onun insana olan saygısı ve onu anlamaya çalışma çabası. Fatih Özgüven’i benim için önemli kılan yazdıkları, söyledikleri, çevirdikleri, olumlu ya da olumsuz eleştirisini yaptığı her şeyin izini süren bir yazar olmasıyla birlikte, Felsefe Tarihi’nin yüz yıllardır yalnızca bir söylem olarak dile getirebildiği insanın ve bilmenin sevgisi ile varlığının sürekliliğini sağlayan ve bizim edebiyatımızda dervişe dayatılan buğday mı, nefes mi? seçeneğindeki nefes’i seçmiş bir yazar olması. Burada herkesin aklına ilk gelen şey değil, benim ifade etmek istediğim şey. Benim için tasavvuftan, ilahi olandan, dinden, diyanetten edinilecek tek şey bu; insan olmanın bilgisi üzerine süratli bir kavrayış, bu kavrayışı kavramların da ötesine taşıyacak olan anlama yetisi ve bu yetinin başkaları üzerinde yaratacağı tesirin şiddeti. O ilk anda, o ilk etki-itki. Aklın metafiziği, dilin metafiziği. Burada neden ve etki illet ve tesiri temsil eder ki, bir etkinin ne olduğunu belirtirken, en başta tabii ki nedenini belirtmek gerekir. Tesirini nasılsa sonra herkes görecektir. İlk kez Tomris Uyar çevirisiyle yayına giren Flannery O’Connor’un Her Çıkışın Bir İnişi Vardır adlı takıntılı tiplerin öykülerinin yer aldığı bu kitaptan Borges’e, Wirginia Woolf’den Oscar Wilde’ye, Christopher Isherwood’un Tek Başına Bir Adam’ından Vladimir Nabokov’a kadar pek çok yazarın kitaplarını çevirmiştir.
Sadece çevirip bırakan bir çevirmen de değildir. Bir çevirmenden çok daha donanımlı… Karşılaştırmalı edebiyat başlığı altında da hünerleri olan bir yazar; yazarı da eserini de en az Lacan kadar, Freud ya da Durkheim kadar psikolojik, sosyolojik açılardan irdeleyen, kıyaslamasını, karşılaştırmalarını yapan, yapabilen bir yazardır. Burada çevirmenin çevirdiği yazarı derdiyle birlikte kavrayabilen biri olması çeviriden çok daha ileri bir başarıdır. Bunların çevirmeni çok da ilgilendirmeyen şeyler olduğunu düşünenler için aslında bunların bir çevirmen için çok önemli ve önemsenmesi gereken şeyler olduğunun altını çizmeli. Yazarı kavramadan, yazarın derdini kavramadan çevrilen metin kendinden başka her şeye dönüşebilir bir başka dile çevrildiğinde çok çabuk bir biçimde. Bir metni bir başka dilde kendisine çevirmek bir dili çok iyi bilmekten daha fazlasını da ister elbette. Kimi metinler yazarını böylece çok daha geride bırakabilir. Yazanından uzaklaşan metin yazarın istediği şeyin dışında bir metne dönüşebilir. En çok da bu yüzden çeviri, kendi başına bir bilimdir. Böylece bizim bildiğimiz edebiyatın dışında varlığını sürdüren bir çeviri edebiyatı söz konusudur. Dolayısıyla çeviride yazarı eseriyle eşitlemek değil, kendisiyle eşit yönleri içinde çalışmak doğru bir başlangıçtır. Çünkü eşit şeyler arasında karşılıklı ilişkiler vardır. Bu eşitliği bozarsanız, yazarın metniyle arasındaki ilişkiyi bozarsınız. Böylece biz eşit olmayanları eşit olan şeylerle karşılaştırarak belirleyenlerin, bu işin tersini yapanların ne yapmaya çalıştıklarını anlamaktan okuduğumuz metinleri pek anlayamayız. Kısacası Fatih Özgüven çeviri konusunda işinin etiğini ve sosyolojisini iyi bilen ve uygulayan nadir çevirmenlerdendir. Bu konuda kolaya kaçtığını tebessümle dile getirebileceğim tek şey, çevirdiği kitapların, yazarların da en az kitaplarındaki karakterler kadar birbirine benzeyen, takıntılı, toplumla, dünya düzeniyle dertleri, sorunları olan yazarlar ve metinler olmasıdır. Neredeyse tüm çevirilerini okuyan biri olarak dikkatimi çeken bu küçük yüz güldüren anekdotu da belirtmek istedim.
Bir çevirmen olmanın yanı sıra, her çevirmen için çok da kolay olmayan yazma eylemini bağımsız olarak da sürdüren bir yazardır. En az çevirdiği yazarlar kadar kendisinin de takılıp kaldığı dertler, toplumsal meseleler elbette ki var. Fatih Özgüven, toplumuda kabul görmeyenleri kabul eden biri bir bakıma. Yazdıklarında ilk bunu görürsünüz. Esrarengiz Bay Kartaloğlu (1990) adlı romanında da böyle biriyle karşılaşırsınız. Sinema ilmine bunca vakıf bir yazarın elinden böylesi sinematik bir romanın çıkması ayrıca şahane bir şeydir doğrusu. Okura bir şeyler anlatmaktan çok, onu alıp dolaştıran bir kitap. Denemeler derlemesi olan Yerüstünden Notlar( 1991) adlı kitabının ardından benim ilgimi en çok çeken ve beni kitabı edindiğim günden bu yana sık sık kendine çağıran Endişe Hikayeleri alt başlığını taşıyan Bir Şey Oldu kitabıdır.
Gizemli yaşamayı sevdiğim kadar gizemli hikayeleri de çok severim. Çünkü gizemin yazan insanları beslediğine inanırım. Bir Şey Oldu’daki Ayşe’de hep kendimi görmüşümdür. İnsanın bakıp gördüğü şeylerde hissettiği şeylerin gördüklerinden çok daha fazla olduğunu bu kitabın bu öyküsünde öğrendim biraz da. Küçükburun (2015) Hiç Niyetim Yoktu ve tabii ki her okurun her yazan kadar ilgisini çekecek olan Hep Yazmak İsteyenlerin Hikayeleri (2018). Yazmaktan çok yazmak isteyip bu eylemi gerçekleştiremeyişin, yazmanın hevesi çevresinde öykülerden oluşuyor. Bir öykücünün yazmadaki üslubu üzerine söylenebilir pek çok şeyden daha fazlasını bu kitabı için söylemek isterdim doğrusu. Etkisi dile getirebilmekte kelimelerin yetmediği yerlerde her zaman sinemadan, yazarken yükselip kulaklarımdan zihnime dolan müzikten, masadaki kağıda birden bir perde yansısın da ondan faydalanayım isterim hep. Kitabın açılışı Franz Kafka’san bir alıntı ile başlıyor, Menziller ve yollar yoktur; yol dediğimiz şey, tereddütlerdir.
İttire ittire yazanlara, yazdıklarından memnun olmayanlara, neyi nasıl yazacağına bir türlü karar almayanlara, yazmaktan ve yazdıklarından korkanlara bir klavuz kitaptır aslında. Etkisine girdiğim yazarların hep gizli birer şair olduğuna inanmışımdır. Yanılırsam bile avunurum, çünkü şiiri seven, şiirden anlayan yazarlar olmuşlardır bu yazanlar. Fatih Özgüven’in de en sevdiğim yanı yazdığı dili şairane bir biçimde kullanabiliyor olmasıdır. Zaten bir metinde şiirle bir bağ yoksa orada okuru besleyen, çağıran, onu teselli eden bir şey yoktur pek. Bu biraz yazarın yazarken kendine öğrettiği şeyleri okura da öğretme biçimidir. Bundandır ki en başta da onu bir öğretmen olarak nitelendirmiştim. Ben kara mizah derim, ama onun mizahı biraz daha ince elenmiş bir işçilikten geçmiştir u kitapta. Zamanın insanı en çok da yazanları aldatan yanlarına kapılıp yazması gerekeni, yazmayı erteleyenlere alttan alttan aslında zamanın ne kadar dar bir süre olduğu üzerine ikazını da okursunuz. Aslında yazanlar için zamanın yazanın kendisinden ibaret olduğunu görürsünüz. İnsan bir zaman parçasıdır. Bir kum saati gibi akar gider erir ve bu akışın içinde kendini seyrederken ertelediği, yapmayı düşünüp de yapmadığı şeylerden duyduğu tedirginliğin aslında tükenip gitmekten doğduğunu da kavrar. Bu kitabın sıradan bir biçimde yazılmış olmasının olağanüstü yapan o küçük ayrıntı işte budur. Hiç Niyetim Yoktu’daki devlet, sistem, yeryüzü eleştirisinin bir başka boyutunu görürsünüz Hep Yazmak İsteyenlerin Hikayeler’inde. Kitap bitip ben yazmak konusunda bir karar vardığımda Meredity Grey’in Karar Ver şiirini hatırladım birden:
Öyleyse yap. Karar ver.
Bu hayat mı
Yaşamak istediğin?
Bu insan mı
Sevmek istediğin?
Bu mu en iyi halin?
Daha güçlü olabilir misin?
Daha kibar, daha sevecen?
Karar ver.
Nefes al.
Nefes ver
ve karar ver.