yüzmeyi bilen kuşlar da var!
ve balıklar da uçar
bir başına kalmasın diye insanlar.
Çok küçük sayılacak bir yaşta tanıdım onu. Bir Kürt yazar olarak. Benim çocukluğumda bir yazarın Kürt olduğunu söylemesi, Kürtçe bir şeyler söylemek istemesi edebiyattan daha ileri bir şeydi, var olma nazarında bir hukuk mücadelesiydi. İnsanca bir şeydi. Çünkü çoğu insan, “Ben Kürdüm” demeye hem korkar, hem utanırdı. Babam elimden tutuyordu. Çünkü benim babam, ona emanet edilmiş her şeyi canından bir parça gibi görüyordu. Baba olmak kolay değil! Zırhını öfkeyle, kalbini merhametle inşa etmişti. Tam kızacağı yerde bir derin iç çekerdi. Çünkü bilirdi, değil sesini yükseltmek ufacık bir ima yeterdi, beni altüst etmeye. Kör etmeye, köreltmeye… İnsan bazen bir anda dönebiliyor sırtını dünyaya. Çocuk yaşta bile. O hiç istemezdi, sırtımı dönmemi çirkin de olsa bir anda bu dünyaya. Bilirdi, her zaman en kötüsünün geldiğini aklıma. Ve fuarlara sadece benim hatırım için gelirdi. Çünkü ben onsuz kalabalıklarda nefes alamazdım. Başkalarının çocuklarına kendi adını vermenin, insanın inancıyla ilgili olduğunu sanırdı. Onun inancında insanı korumak vardı. O da benim gibi “İnsan sorumluluktur” diyen, şaire inanırdı. Oysa sadece bir kafa kâğıdı, yetmezdi insanı insandan korumaya. Çünkü yalnız insanın başına her şey gelebilirdi bu dünyada. İnsan eninde sonunda bir gün yapayalnız kalır. Yaralar almaya açık, savunmasız. O bunu hiç dile getirmese de, bilirdim. Bazıları gözleriyle konuşur, ben bunu da öğrenmiştim. Benim insanlarla bir arada olamayışım, uyumsuzluğum onun tek derdiydi. Benim babam susunca çok şey söylerdi. İçimde bir ateş yanardı, dumansız. Babalar da en az anneler kadar bunu anlardı. Ben babama bakınca, ebeveyn olmanın insan olmakla ilgili olduğuna inanıyordum. Yaşar Kemal de öyle demiyor muydu: “Dünyada her şey olmak kolay, insan olmak zor.” Onu ilk gördüğümde, etrafında bir sürü insan, birilerinin kolunda salona girmişti. Öyle kalabalıktı ki, birden arada kaybolmuştum. Düşecek gibi olmuştum. Tutup beni kolumdan, “Kara kız” demişti, gülümseyip. Babam, “bak bu adam Kürt yazar” demişti, ardından gerilip. Sanki bana havada salladığı parmağıyla övüne övüne öğretmenini göstermişti. Giderken dönüp ardına bakmıştı ve bana insan ne kadar değerli, bunu yaşatmıştı. Ve o günden sonra Yaşar Kemal beni de peşinden sürüklemişti. Çünkü fark etmiştim ki, babamın da sevdiği biriydi. Çünkü insan bu hayatta en az şeyi babası hakkında öğreniyordu. Bu babam hakkında öğrendiğim çok az şeylerden biriydi. Yaşar Kemal sevgisi.
Bir sonraki yıl sadece onu görmek için gittim fuara. Yaşar Kemal, benim için orta ikide okulu kırmak demekti artık. Yaşar Kemal, aslında babamı tanımam demekti. Elimde birden daha fazla kitabı… Girivermiştim, ilk defa böylece bir başıma arasına kalabalığın. İnsan ilk etapta uzaktan bakınca sanıyor ki, pek bir şey görmüyor. İnsanı asıl bu kadar ünün, şöhretin kör ettiğini sanıyor. Oysa bir tek gözüyle insanın içini okuyordu Yaşar Kemal. Onun bir tek gözü yaşarınca, insan boğulacak gibi hissediyordu kendini, bu bir başınalığın içinde. Ben çoğu şeyi okuyarak, yazarak, ama çoğu şeyi durup uzaktan insanlara bakarak öğrendim. O da öyleydi. Bir tek farkla, o insanların arasında olmayı seviyordu. O insanları seviyordu. Yoksa beni böylece peşinden sürükleyemezdi. Her insan ait olmadığı yerde olduğunu bir şekilde hisseder. Öksüz çiçeği gibi durur istenmediği yerlerde. Hem çirkin, hem de rengarenk. Bir yaban otu gibi… Ben bu dünyada hep böyle hissettim. Yaşar Kemal’de de bunu hissettim. O da gönül kırmanın cinayetle eşdeğer olduğunu düşünüyordu. Ve insanların en kötüsünün bile bu yüzden gönlünü kırmıyor, gözünün içine bakıyordu. İnsanların birbirlerine duyduğu bu yersiz öfke, bu gereksiz kıskançlık, bu kendini yiyip bitiremeyen kibir… İnsanı tutup bir değersiz nesne gibi bir görünmeze, bilinmeze fırlatıp atma isteği, diğer insanların. Böylece bir duyguydu tas tamam, Yaşar Kemal’in bir gözünü bir bayram sabahı bir bıçakla bir kazanın karartması. Çünkü aynı kültürün, aynı toprağın insanıydık. Kimin neyi neden yaptığını az çok bilirdik. Ben bunu ona da söylemiştim. Çünkü belaya ve kazaya herkes gibi inanamayanlardandım. Bu konuda gülümseyip başını önüne eğmiş, “Herkes gibi düşünmüyorsun” demişti. İnsanın bir gözü olsun, şüphe yok ki, dünyanın elini bir kaya parçası gibi kalbinin üzerinde hissetmesin. Güzel adının üzerine bir başka ad koydu. Çünkü bırakmamışlardır ki, insan kısacık bir zaman olsun da, o zaman dilimi içinde kendi olsun. Varlık, Kovan ve Ülkü gibi dergilerdeki yazılarını Kemal Sadık Göğçeli imzasıyla yazmıştır. İlk kitabı Ağıtlar‘ı da yine bu isimle çıkarır. Bugün olduğu gibi o günlerde de kendi olana tahammülü yoktu kimsenin. İnsan, insanın soykırımı için inmiş gibi yer yeryüzüne. Henüz dünyayı anlayamaz yaşında bir camii avlusunda babasını öldürdüler. Babasızlık da bir nevi mekteptir. Ah ki, bu dünya insana neler neler öğretir. Ne zor şeydir değil mi? Tanrı’nın evinde, Tanrı’nın divanı üzerinde bir çocuğun babasının ölümünü görmesi. Ben de olsam, uzun yıllar konuşmazdım kimseyle. Onlar böylesi şeyleri pek bilemezler. Bir bıçağı bir insan kalbinin tam da ortasına indirirler. En çok da bu yüzden bütün yakınlıklar marazdır, insanı gamdan öldürür bütün iyilikler. Böylece yazdığı bütün romanlar bir yana, ilk yaptığı şey şiir yazmak olmuştur. Yalnızlık koyup adını henüz on yedi yaşının. Ne de güzeldir, içinde ağlayan birinin sesi gibi ağzının içi. Ben onun şiiri nasıl sevdiğini, bir türküye eşlik ettiğini işittiğimde fark etmiştim. Sesini ilk duyduğumda küçücük bir kara kızdım. Söylediği türkü bitince, kekelediğinde, babasını hatırladığını düşünmüştüm. İnsanın gözleri ne güzel icattır Tanrım! O susunca, gözleri konuşur. Ben bu dünyaya o zamanlar da kızgındım. Bilirdim, “yalnızlık” kelimesinin bu dünyadan daha ağır olduğunu, ne kadar büyüse de bir çocuk için.
kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdesin
su olsan kimse içmez
yol olsan kimse geçmez
elin adamı ne anlar senden
çıkarsın bir dağ başına
bir ağaç bulursun
tellersin pullarsın gelin eylersin
bir de bulutları görürsün
bir de bulutları görürsün
bir de bulutları görürsün
köpürmüş gelen bulutları
başka ne gelir elden
çın çın ötüyor yüreğimin kökünde
şu dünyanın ıssızlığı
tanrı kimseye vermesin
böyle bir yalnızlığı
Daha o yaşlarında ağıtlar dinledi, tekerlemeler topladı. Ve sonra, çok sonra bir folklor derlemesi olan Ağıtlar (1943) yayınlandı. O yıllar da bir curcuna, tabii insanlar hep aynı biçimde ilgisiz ve az ilgili bir tavır içinde böylesi şeylere. Yine de Yaşar Kemal, hamurundaki içtenlikle bu kitabın özünü oluşturan tekerlemeleri, ağıtları derledi. Bu kadar iyi bir romancı, öykücü olması elbette şiirle ilgilenmesine bağlı… Ben bayılırım böyle şeylere inanmaya. Ne de olsa insanı inancı yaşatır. İnsanın sesi ne kadar bet de olsa, bu dünyadan güzeldir. Oturup bir türküyü bağırıp içini dökercesine söylediğinde… İşte hayatının bu anlarında devreye hep şiir girmiştir. İnsanın içini bir iğne ucuyla oyup oyup kazmasıdır şiir. İlk yaranın tazeliğini koruyabilmesi için. Sanayileşmenin bir veba gibi yayılıp toprağı kör, insanı köle eylemesinin sonucudur bu biraz da. Koşup bir tepeye çıkıp gömleğinin önünü bir hamlede yırtıp açıp göğsünü rüzgâra açmasıdır şiir. Bir yangın yerinde bir damla suyun kaynayıp kaynayıp dökülmesidir, içine içine insanın. Böylece yazmak eylemini başlatan Yaşar Kemal, bir süre sonra Karacaoğlan’ın pek bilinmeyen şiirleri üzerine de çalıştı. Modern bir şair ararsanız, Karacaoğlan ile bugün bile çarpışamaz, yarışamazsınız. Elbette ki, bir kelime pek çok şeyi alabilir içine. Fakat şiir, şair ne isterse okuruna onu söyletir. Ve şiir, romanlarını besledi onun böylece. Tanrı insanı daha beş yaşında yetişkin olmak zorunda bırakmasın. Yaşar Kemal çok acele büyümüş bir insandır. Kültürümüz dediğimiz şu bozuk düzenin bütün çarklarından geçmiş, ezilmiştir. Babasının ölümüyle, annesinin yengesine kuma olduğu günler alıp başını gitmek onun da içinden geçmiştir. Bu eşkıyalar, efsaneler, masallar, bu alıp başını gitmek isteyip de gidememenin, kalmanın ürünüdür. Bu destansı anlatıcılığını da annesinden almıştır. Tıpkı İnce Memed gibi. Yaşar Kemal deyince, aklıma tecrübe gelir. Tecrübe insanı büyütürken hırpalayan zalim bir mürebbiye gibidir. Bir üçüncü buluşmada, o hep gülümseyen bir adamdı, “çirkinsin, ama çok akıllı” dediği sırada benim içimden, “bir başına oturup hiç ağlamış mıdır?” sorusu geçmişti. Bu kadar gülümseyen bir adamın içinde bir ukde olmalıydı. Yaşar Kemal’in edebiyatını anlamak için sadece edebiyatla ilgilendiği, siyasal alanda çabalar sarf ettiği yılları irdelemek yetmez. Yaşamına da eğilmeli. Geçmişine. Pek tabii her yazarın kimi eserleri hayatıyla örtüşür. Gerçek edebiyat da buradan gelir. Aksi halde ne sahicidir, ne de öğretici. Bu özerkleri muhtevasında taşımayan eser kalıcı değildir. Yaşar Kemal, bu toplumu o denli içeriden iyi tanıdığını her kitabında göstermiştir. Demirciler Çarşısı Cinayeti kitabının girişinde yer alan, dillere pelesenk olan “O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler. Demirin tuncuna insanın piçine kaldık” cümlesi, her kaybın ardından atıfta bulunulan bir özdeyiş, sıkı dizeleri olan bir şiirden alıntı gibidir. Yaşar Kemal’in içinde durmadan bağlama çalan, sesini mayınlı bir tarla gibi attığı her adımda patlatan bir dengbej, bir şair vardı.
Yaşar Kemal, çocukluğunu bir yetişkin olarak yaşamıştı. Bütün kitaplarında korkularının üzerine yürüyen karakterlere can vermiştir. Onca yerinden onca kez kırılmış bir kalbinin olmasına rağmen yine de her defasında insanı sevmeyi öğütlemiştir. Ondaki sabır Tanrı’nın gökleri ayakta tutsun, yeryüzü sallanmasın diye yarattığı dağlarda yoktu. Uzun yaşamı boyunca pek çok kere yargılandı. Ve yargılananları hiç yalnız bırakmadı. 185 kişinin yargılandığı bu yargılanmalardan birinde -Aziz Nesin de ölümüne değin yargılananlar arasındadır- Yaşar Kemal, kendisine atfedilen metnin aslında Kafka’ya ait olduğunu söyler. Böylece hâkim Kafka’nın dinlemesi gerektiğine karar verir ve kâtibine şöyle seslenir: “Yaz kızım, Kafka buraya gelecek!” Böylece hakkında bir başka davada yakalama kararı çıkarılan Kafka, doğumundan yüz on üç, ölümünden yetmiş iki yıl sonra altı ay hapse mahkûm edildi. Yaşar Kemal, neredeyse hayatı boyunca yargılandı. Pek çok kitabı pek çok ödüller aldı, sinemaya uyarlandı. Pek çok ülkede pek çok dile çevrildi, bu ülkeyi temsil etti. Fakat hiçbir zaman Kafka’nın ülkesinde, Kafka’nın kendi ülkesinde düştüğü duruma düşmedi. Adı güzel bir insanın bu ülkede başına başka ne gelsindi ki? Her şeye rağmen Yaşar Kemal sonsuza kadar.