Serkan Türk: 89 yılında Yunus Nadi Öykü ödülüyle edebiyat dünyasında daha aktif olarak görülmeye başladınız. Yazdıklarınızla zengin bir bakış açısı sunan öykülere imza attınız. Toplumun farklı kesimlerinden insanları, dönemleri, meseleleri ustalıklı bir biçimde ele alan bir yazar olarak dengeyi nasıl tutturdunuz?
Ayfer Tunç: Yaşadığım gibi yazıyorum dersem belki sorunuza hayat-yazı dengesi açısından anlamlı bir başlangıç yapmış olurum. Ben hayata ve hikâyeye çok meraklı bir insanım, aynı ölçüde de yazmak işine bağlıyım. Yazmak, hele sürekli, düzenli yazmak, bir kaynak gerektirir, o kaynak da benim için hayatın kendisidir. Gözüm sürekli görüntü tarar, bazı görüntüler ben farkında bile olmadan zihnime kazınır, zaman içinde bir metinde ortaya çıkar, bu hayatın kendi dengesidir. Bir de edebiyatın iç dengesi var. Aslına bakarsanız böyle bir iç dengeyi tutturmak gibi bir kaygım olmadı, kendiliğinden gelişti. Toplumun tüm kesimlerine hep eşit mesafede oldum, anlamak istedim, hayatın içinde, insanların arasında olmayı sevdim. Ama bu, aralarında olduğum kişilerden biri olmak demek değil. Sanatta, olmadığı halde “ben sizden biriyim” demenin bir parça sahtekarca olduğunu düşünürüm. Anlamak dengenin başlangıcıdır, dengeyi kurmak için anlamak zorunlu şarttır, sevmekle de bulunduğunuz yeri pekiştirirsiniz. Bu arada Yunus Nadi Öykü Ödülü’nden önce edebiyat dünyasında hiç yoktum. Sadece birkaç yazım yayımlanmıştı, o da Seçkin Selvi’nin yönetmenliğindeki Edebiyat 81 dışında, kimselerin okumadığı eş dost dergilerinde veya öğrenci harçlığıyla iki sayı çıkarabildiğimiz Tanım dergisinde yayımlandı. Seçkin Selvi beni hiç tanımıyordu ama yazımı hemen basmıştı. Kısacası Yunus Nadi Ödülü’nden önce edebiyat dünyasında adım sanım yoktu, yayımlanmış bir öyküm de yoktu. Ödülü aldıktan sonra hemen ilk kitabım Saklı çıktı, ki o dönemde pek alışılmış bir durum değildi. Kitabınız basılmadan önce öykülerinizin edebiyat dergilerinde epeyce görünmüş olması beklenirdi. Ödül bu işlevi gördü sanırım.
Serkan Türk: İyi metinler okuma arzusuyla kitapçı rafları arasında dolaşırken bulmuştum “Aziz Bey Hadisesi” adlı öykü kitabınızı. Yazar ve okurların önerilerinde adı sıkça geçen bu kitabınız zaman içerisinde hatırı sayılır bir kitle tarafından keşfedildi ve okundu. Bir yazar için zamana yayılarak okunmak önemli olmalı. Siz ne söylemek istersiniz bu konuda?
Ayfer Tunç: Yazmanın gizli amaçlarından biri de zamana yenilmemektir. Popüler kültür için hızlı tüketime yönelik metinler yazan ve beklentisi edebiyat değil para kazanmak olanları konu dışında tutarsak hepimiz kalıcı yapıtlar bırakmak isteriz. Ama bir yazarın yazdıklarının zamana ne kadar direneceğini görmesi zordur. Bazı yazarlar bırakın bir okur kitlelerinin oluştuğunu görmeyi, adları telaffuz edilemeden göçüp gitmişler, ölümlerinden sonra, bazen çok sonra keşfedilmişlerdir. Oğuz Atay bunun en iyi örneğidir. Zamana yayılarak okunmak geçiciliğin neredeyse bir prensip haline geldiği çağımızda bir ağırlık kazanmak, okura daha fazla nüfuz etmek demek. Hem müdavim diyebileceğiniz okurlarınız oluşur hem her yeni kitabınız daha geniş bir etki alanı kazanır. Aziz Bey Hadisesi benim daha geniş okur toplulukları tarafından görülen ilk kitabım oldu. Ama asıl geniş kitleye romanlarım ulaştı, yola öyküyle devam etseydim bugünkü okur kitlesine ulaşır mıydım çok emin değilim. Dünyada da bizde de öykü romana göre daha zor görülüyor, geniş bir okura ulaşması daha uzun zaman alıyor, hatta çoğu zaman ulaşamadan geçip gidiyor. Elbette bu durumun istisnaları var. Türk edebiyatından Yalçın Tosun harika bir istisna örneğin. İlk öykü kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler yanılmıyorsam 12.baskıda. İyi metin okurunu buluyor, Yalçın Tosun’un iyi öyküleri okurlarını diğer kitaplarına taşıyor.
Serkan Türk: Yazarlığınızda farklı bir sürece girdiğinizi, olgunlaştığınızı, yazdıklarınızın ciddiye alındığını ilk ne zaman hissettiniz?
Ayfer Tunç: Oya Ayman’la birlikte yazdığımız gazetecilik kitabı İkiyüzlü Cinsellik’i saymazsak üçüncü kitabım olan Mağara Arkadaşları’nı yazmaya başladığımda farklı bir sürece girmiştim aslında, edebiyat anlayışımda da yazdıklarımın dokusunda da bir değişme başlamıştı. Eğer yüzeysel kaygılarla hareket etmiyorsanız başladığınız noktadan farklı bir noktaya yönelmek bir olgunlaşma belirtisidir. Ancak olgunlaşmak bir süreçtir ve kelime anlamıyla bakacak olursak çürümeyle biter. Dolayısıyla bir yazarın olgunlaşmanın hangi düzeyinde olduğunu sürekli denetlemesi ve çürümeye geçebileceğini hissettiği anda kendini yenilemesi gerekir. Kendini yenilemek de hayatla bağlarını koparmamak, kendini sürekli hayatın içinde sınamak ve kendi yazdıklarına hayran olmamak demektir. “Tamam, budur” derseniz bir sonraki aşama aynılaşma, kendini tekrar etmedir. Her tekrar daha zayıf olur ve silinme ile biter. Bunun istisnası da Thomas Bernhard. Hep aynı şeyi hep aynı biçimde yazmış olduğu halde metinlerinde öyle büyüleyici bir şey vardır ki, ben bunları okumuştum duygusu yaratmaz. Ama Bernhard dünya çapında bir istisna. Zamana yenilmek istemeyen bir yazar iç canlılığını kaybetmemeli. Öte yandan bir noktada yazmayı bırakabilirsiniz de. Yeni bir yol bulamıyorum veya artık yazmak istemiyorum dersiniz, yazarlığınıza noktayı koyarsınız. Bu da mümkün ve saygıdeğer bir davranıştır. Yazdıklarımın ciddiye alındığını ne zaman fark ettim ya da bir fark etme anı oldu mu bilemiyorum. Bu da bir süreç olarak gelişti sanırım. Yapı Kredi Yayınları’nda çalışıyor olmamın da bu sürece olumlu bir katkısı olmuştur. Ama elli yaşımı geçtikten sonra gücünü hissettim diyebilirim.
Serkan Türk: Edebiyat dünyasında yazdıklarınızla kendinizi, sözünüzü, hikâyenizi var etmeyi başardınız. Bugün geriye dönüp baktığınızda yazdığınız romanlar, öykü kitapları, senaryolar ve dergiler için kaleme aldığınız metinlerle seslendiğiniz o okur, sizi yeterince anladı mı? Umutsuzluğa kapıldığınız, vazgeçtiğiniz, anlaşılmadığınızı hissettiğiniz dönemler oldu mu? Olduysa bu süreçleri aşmayı nasıl başardınız?
Ayfer Tunç: Hiçbir sanatçı bütünüyle anlaşılamaz, anlaşılmayı da beklememelidir. Kendimiz kendimizi anladığımızdan bile emin olamayız, insan bilinci kadar bilinçdışından da oluşur ve bilinçdışımız bizi bazen şaşkınlığa uğratır. Ama her yapıtımızda okurların anlayacağını umduğumuz bir şey vardır o da esas meselemizdir. Bu bazen anlaşılır, bazen anlaşılmaz. Anlaşılmaması da bazen anlaşılır nedenlerden kaynaklanır. Dünya Ağrısı romanımı linç meselesi üzerine yazdım. Bu ülkede linçin bu kadar kolay olması, doğduğum, memleketim kabul ettiğim şehir Adapazarı’nın üç kez linç eylemine sahne olması beni bu meseleyi yazmaya itti. Dünya Ağrısı çok kabul gördü, çok basıldı, karamsar tonuna rağmen sevildi de. Ama kitap hakkındaki yorumlara baktığımda içerdiği linç sahnesinin, ana karakter Mürşit’i belirleyen asıl travmanın, karakterin dahil olduğu linç eylemi olmasının yorumların ezici çoğunluğunda görülmemesi beni hala hayrete düşürüyor. Yüz yorumun doksan dokuzunda linçin adı bile geçmiyor. Kitap seviliyor, okunuyor, övülüyor, Mürşit’e kızılıyor, acınıyor ama linç sanki doğal bir olaymış ya da kitapta yer almamış gibi hiç bahsedilmiyor. Neden? Bilmiyorum. Linç toplumumuzda bu kadar doğal mı karşılanıyor? Linç eyleminde okurun bilinçdışını rahatsız eden ya da doğrudan bilinçdışına giden bir şey mi var? Şiddetin bu türlüsünü diğerleriyle eşit mi görüyoruz? Toplumumuzdaki adalet anlayışı çok mu sakat? Romanda gayet açık seçik anlattığım linç eyleminin görülmemesi bize toplumumuz hakkında sosyolojik ve psikolojik bazı işaretler veriyor, buna çok yakından bakmamız gerek. Bu mikro örnekten sonra, sorunuza daha genel bakacak olursam, anlaşılmıyorum, bu toplum beni anlamıyor dersem büyük yalan olur. Elbette yüzde yüz anlamıyor, ben de kendimi yüzde yüz anlamıyorum ama yeterince anlaşıldığımı düşünüyorum. Anlaşılmadığım için değil, okunmadığım için umutsuzluğa kapıldığım zamanlar oldu. Ama edebiyata başlarken de sonrasında da hiçbir zaman okuru düşünerek yazmadım. Okur ne ister ne umar ne bekler diye sormak aklıma bile gelmedi. Mağara Arkadaşları yayımlandıktan sonra edebiyat dünyasından çıt çıkmaması bende kısa süren bir umutsuzluk yarattı ama çabuk geçti. Çünkü okur için, edebiyat dünyasında bir yere sahip olmak için yazmadığımı, yazma eylemi varlığımın bir parçası olduğu için yazdığımı anlamamı sağladı.
Serkan Türk: Öykülerinizde aile, kadın-erkek ilişkileri, aşk, yalnızlık gibi kavramlar öne çıkıyor.Yazarın her kitabında kahramanlarıyla unutmuş olduklarını kendine hatırlattığı, çeşitli sorularla hafızasını canlandırdığı, yazdıkça güçlendiğini hissettiğini söylemek mümkün mü?
Ayfer Tunç: Bu açıdan bakarak yazdığımı söyleyemeyeceğim. Ben dışarıdan içeriye yazan bir yazarım, içeriden dışarıya değil. Bazı yazarlar kendi bilinçdışını didikleyerek, kendi yaşadıklarından, kendi deneyimlerinden hareketle yazarlar, buna içeriden dışarıya yazmak diyorum. Ben hikâye transfercisiyim, meseleyi de görüntüyü de hikâyeyi de dışarıdan alıyorum, onun için gözüm hep hayatın üzerinde. Gözüm yorgun, kırgın, yalnız insanları seçiyor, onların iç dünyalarındaki kırgınlıklar, travmalar metin yaratı alanlarım. Ama yine bir istisnam var. Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek. O tamamen benim hafızamın sakladıklarından doğmuş bir kitaptır ama yine dışarıdan içeriye olduğunu söyleyebiliriz çünkü içinde ben yokum, benim de içinde olduğum bir hayat var.
Serkan Türk: Vedat Türkali Roman ödülüne değer bulunan “Osman” adlı son romanınız röportaj ve günlük anlatısı şeklinde kaleme aldığınız bir eser. Üçlemenin diğer iki kitabı “Kapak Kızı” ilgi çekici bir yalınlıkta ilerlerken, “Yeşil Peri Gecesi” ışıltılı görselliği ön planda bir roman. Bu üç kitapta da dil zevkinin yanında, yan hikâyeciklerle ördüğünüz bütünlüklü yapı Türkiye’nin bir dönemine odaklanıyor. Her şeyden uzaklaştığımız bu hız çağında bir zamana odaklanmak ve orada bulduğumuz karakterlerin umutsuzluğundan bir umut çıkarma çabası mıdır aynı hikâyeyi başka bakışlardan yazmak?
Ayfer Tunç: Bir toplum panoraması çıkarmak aslında her kitabımda yapmak istediğim bir şey. Aynı zamanda benim edebiyat anlayışım açısından da bir zorunluluk. Bunu en geniş haliyle yaptığım romanım Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’dir. İnsan yaşadığı toplumun bir parçasıdır, bir süreliğine gelmiş bir sürgün bir mülteci bile olsa, egemen, zalim, güçlü, sıradan insan bile olsa içinde yaşadığı topluma kendi bulunduğu yerden bakar. Herkesin baktığı yerden görünen manzara bambaşkadır, bu manzara kimilerinde öfke, kimilerinde nefret, kimilerinde coşku, memnuniyet, hamaset vesaire üretir. Benim için bir roman karakteri sadece iç dünyasından ve sınırlı sosyal ilişkilerinden oluşmaz, ait olduğu toplumda gördüğü manzara da karakterinin bir parçasıdır. Zaman en büyük aşındırıcıdır öte yandan, hepimizi çok şiddetle, törpüler, nasıl eksildiğimizi, ne kadar eksildiğimizi anlamamıza bile fırsat vermez. Edebiyat bir bakıma bu törpüleyen ve geçip giden zamanı tutma, sabitleme işidir. Farklı bakışlardan yazmak da farklı manzaraları bir araya getirmektir, genel manzarayı göstermeye çalışmaktır. Çünkü genel manzara her zaman daha umutludur. Hız çağında yaşadığımız doğru, daha da hızlanacağız, yeryüzünde değişimler çok daha şiddetli olacak. Ama şunu da biliyor olacağız: Her gecenin bir sabahı vardır. Dünya tarihi iyimserler için sabahların, kötümserler için gecelerin tarihidir. Benim gibi arada kalanlar da umudu yazarak geçen zamanı anlamaya çalışır.
Serkan Türk: Okur Ayfer Tunç yazar Ayfer Tunç’u nasıl değerlendiriyor? Kitaplığınıza dair neler söylersiniz?
Ayfer Tunç: Ben kitaba fazladan bir kutsiyet atfedenlerden değilim. Kitap bir nesnedir, atılabilir, satılabilir, saklanabilir, yıpranabilir. Kitaplığımda tahmin edebileceğiniz gibi edebiyat büyük yer tutuyor. Türk ve dünya edebiyatının iyi isimleri hem kitaplığımın hem kalbimin en güzel yerinde. Rus klasiklerinin birkaç ismi dışında bildiğimiz klasiklere düşkün olmadığımı söyleyeyim. Lise çağlarımda klasiklerin pek çoğunu sıkılarak okudum ve onları dönmeyi düşünmem. Modern edebiyatın tutkunuyum, edebiyatta melankoliyi çok sevdiğim için Orta ve Doğu Avrupa edebiyatı beni hep çok cezbetmiştir, hala bu coğrafyadan bir roman olursa heyecanla okurum. Sevdiğim yazarların külliyatını okurum. Son yıllarda neredeyse külliyatını okuduğum iki yazar var. Biri yakınlarda kaybettiğimiz Javier Marias, diğeri uzun ömürler dilediğim Ian McEwin. İyi bir şiir okuru olmaya çalışıyorum ama pek çok kötü şiir kitabının arasında boğulduğum oluyor. Edebiyattan sonra kitaplığımda en çok yer alan kitaplar psikoloji kitapları. İnsan zihninin çalışma ve bozulma biçimlerine karşı doymayan bir merak içindeyim. Tarihle aram yok ama gündelik hayatın tarihiyle var, istesem de felsefeye olan mesafemi azaltamıyorum, anı biyografi türünden kitapları çok seçerek okurum. Son birkaç yıldır edebiyat dışı kitapları sesli kitap olarak dinlemeye başladım, bana zaman kazandırıyor. Ama edebiyat eserini dinlemeyi değil okumayı tercih ediyorum. Günümüzde kötü kitaplar çığ gibi arttığı için iyi kitabı seçmek ciddi bir sorun haline geldi. Eski yol göstericilerimiz olan iyi dergiler, iyi dergilerde kitaplar hakkında dürüstçe yazanlar yok denecek kadar az. Bir kitap hakkında yazılan her cümleye acaba bir PR’ın parçası mı diye kuşkuyla yaklaşıyoruz. Bu da seçimi çok zorlaştırıyor. Murat Gülsoy’la birlikte yaptığımız, onuncu yılına yaklaşan “Diyaloglar” adlı etkinliğimiz dünya edebiyatından iyi kitapları arayıp bulmamız açısından çok verimli oluyor. Can Yayınları bu söyleşilerden bir seçmeyi yayımladı. Dünya Edebiyatı Üzerine Diyaloglar.
Serkan Türk: “Yalnız insan geçmişine bakabilir, geçmişinden acı duyabilir, kederlenebilir ama bakabilir. Oysa terk edilmişliğin soylu bir yanı yok. Acınası bir durum, sen istediğin hâlde istenmemek,” diyor “Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura” romanınızın kahramanı. Bugün Ayfer Tunç nasıl okuyor bu cümleleri?
Ayfer Tunç: Daha acı, daha derin, daha karamsar okuyorum. İçinde yaşadığımız acımasız ve zalim, hepimizi giderek yoksullaştıran ve acı veren süreç nedeniyle kenetlenmenin, insan ihtiyacının arttığını, yalnızlığın romantik görüntüsünün bu acının gerisinde, arkasında kaldığını düşünüyorum. Bugün terk edilmek çok daha zalim bir ton taşıyor. Sen istediğin halde istenmemek cümlesinde duygusal bir bağı imliyordum, aşk hikayesi daha çoktu. Ama bugün insan insanı yük olduğu için istemiyor. Bu çok daha zorlu ve acımasız bir süreç.
Serkan Türk: J. M. Coetzee, “Yazarı ünlü yapan yazdıkları değil, kendini topluma sorun olarak sunmasıdır,” diyor. Söz konusu olan sadece ünse bunun böyle işlediğini söylüyor. Güncel edebiyatı da takip eden biri olarak günümüz yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayfer Tunç: En sevdiklerimden biridir Coetzee. Külliyatını okuduğum, edebiyatı da hayatı da çok ciddiye alan, her sözünün karşısında saygıyla eğildiğim bir yazar. Ün konusunda görüşlerini kendi tavrıyla da ortaya koymuştur. Kendini topluma sorun olarak sunmakla ne demek istediğini tam anlayamadığımı söylemek isterim, bağlamı bilmem gerek. Kendini sorun olarak sunmak derken kendini bir PR malzemesi haline getirmekten söz ediyorsa çok haklı. Andy Warhol’u ünlü yapan sözünü anmadan geçemeyiz bu durumda. “Herkes bir gün on beş dakikalığına ünlü olacak.” Günümüzde ün sosyal medya öncesine göre başka bir şey. Görünürlük kaygısı sıradan insanları bile pençesine düşüren bir hastalık haline geldi. Zihinsel ve kültürel donanımı yeterli olmayan, oluşmamış yazarların bu kapana kısılması kaçınılmaz. Günümüz yazarlarına baktığımda bazı donanımlı yazarların da bu tuzağa düştüğünü ama çabuk çıktığını görüyorum. Bu sosyal medya ve ün meselesi, edebiyatı ciddiye alan herkesin meselesi ama benim ilk sıramda yer almıyor. Ün geçicidir, kalıcı olan eserdir. Bunu bilmek yeterli geliyor bana.
Serkan Türk: “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” adlı kitabınız için “Yaşadığım en şaşırtıcı yayıncılık ve yazarlık tecrübesidir,” diyorsunuz bir söyleşinizde. Bu kitabınız da şimdiden kült yapıtlardan birine dönüştü. 1970’li yılların kimi gülümseten, kimi yürek burkan olaylarını küçük, sıradan gibi görünen şeylerden yola çıkarak kaleme aldınız. Bu kitapla
2003 Balkanika Ödülü’nü de kazandınız. Hem bu kitabın yazılış sürecinden hem de ödüllerin bir yazarın yaratım sürecine etkisinden bahsetmenizi istesem.
Ayfer Tunç: Öncelikle ödüller hakkında birkaç şey söyleyeyim. Ben Yunus Nadi dışında hiçbir ödüle başvurmadım. Vedat Türkali ödülü bana verildi, sağ olsunlar, onur duydum. Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek ile Balkanika’ya katıldığımdan bile haberim yoktu. YKY’den ayrılmıştım, bir gün telefonum çaldı. YKY’den arıyorlardı. Balkanika ödülünü kazanmışsın, heykelciğini ve belgesini nereye gönderelim dediler. Kimin başvurduğu hala bir muammadır benim için, muhtemelen kitabı Fransızcaya çeviren değerli çevirmen Jean Louis Mattei göndermişti. Ödüller genç yazarları ateşlemek için harikadır, başlangıç için büyük bir motivasyon kazandırır ama belli bir olgunluğa erişmiş yazarlar için gerekli değil bence. Bu kitabın yazılış süreci her halde en çok tekrarladığım anı olmuştur. Abdülaziz Bey’in Osmanlı’daAdet, Merasim ve Tabirler kitabını okudum, şaşırdım ve Bir Maniniz’i yazmaya karar verdim. Detaylarını merak edenler küçük bir internet aramasıyla hikâyenin tamamına ulaşabilirler.
Serkan Türk: Her yazar okuduklarının çağrışımlarıyla kendine anlatma olanakları bulan kişidir diyebilir miyiz? Ayfer Tunç’un bunca yıldan sonra geri dönüp baktığında karşısına çıkan kitaplar, yazarlar, şairler, kahramanlar kimlerdir?
Ayfer Tunç: Yazmak için okumak şart ama genç yazarların mümkünse pek fazla okumadan yazmak ve de başarılı olmak istediklerini görüyoruz. Yazabilirler, kitapları yayımlanabilir de. Ama etki alanları çok küçük ve geçici olur. Zihni olgunlaştıran, bir yazarı yazar yapan gerçek şey okumaktır. Yazar okuduklarının toplamıdır. Genç yazarlar için biraz garip bir eğretileme yapayım. Hayatınız, deneyimleriniz, gördükleriniz, tanık olduklarınız, yaşadıklarınız bir yemeğin malzemesini oluşturur. Ama pişirme yöntemi okumaktır. Okumuyorsanız yemeğin malzemesini ziyan edersiniz. Okumak anlatmanın sayısız yollarından oluşan müthiş bir harita açar önümüzde. Aynı yollardan gitmek zorunda değilsiniz, makarnayı suda değil sirkede haşlamak istiyorsunuz. Olabilir, yapabilirsiniz ama bunun için makarnanın suda haşlandığını bilmeniz gerek. Kitaplığımdan söz ettim, dönüp dönüp okuduğum yazarlar da modernistlerdir. Başucu yazarlarım tabii ki Tanpınar, Bernhard, bazen Kafka. Bunlara ara sıra başka yazarlar ekleniyor, bazıları geri çekiliyor. Ama asıl şiir. Şiir hayatın kenar süsü değildir, şiir zihnin soyutlama sınavıdır. İyi bir edebiyat az ya da çok mutlaka iyi şiir de içerir. Başucumda her zaman şiir vardır, özellikle de İkinci Yeni Şairleri.
Serkan Türk: “Son dönemde pek acı çekmeden, sıkıntı çekmeden pat diye bir yerlere gelen, bir yerlere çıkarılan insanlar var. Benim için ‘zaman eleği’ çok önemlidir. O elekten kimler düşecek, kimler kalacak bunu yine zaman belirleyecek. Ön yargı olabilir ama bu elekten bugün için gündemde olan birçok kişinin düşeceğini düşünüyorum,” diyor Cemil Kavukçu bir söyleşisinde. Çağdaş yazarlarla ilgili yaptığı bu tespitler dikkat çekici. Daha yolun başında olanlara bugünün koşullarına göre Ayfer Tunç neler söylemek ister?
Ayfer Tunç: Cemil Kavukçu’ya katılıyorum. Zamanın eleği hiç beklemeyenleri sınıfta bırakacak, sabırlı olup iyi edebiyat yolundan sapmayanları yeni zamanlara taşıyacak. Oğuz Atay’ı bir kez daha analım. Yolun başında olanların bilmesi gereken ilk şey bu yolda yalnız yürüyecekleri, yazdıklarının en acımasız eleştirmeninin kendileri olması gereğidir. Günümüzde artık nitelikli eleştiri, dürüst değerlendirme çok az. Sevdikleriniz sizi över, sizi sevmeyenler yerer. Bu da yolunuzu bulanıklaştırır. Dolayısıyla her ikisine de kulak asmamak ve yürüdüğünüz yolun doğruluğunu kendiniz denetlemek zorundasınız. Günümüzün ünlü olma/ünlü yapma yolları tuzaklarla dolu. Bunu da unutmamak gerek.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.