Üstümdeki pazen elbisenin çiçeklerinde gezdiriyorum ellerimi. Allı, yeşilli birbirine girmiş çiçekler… Kasımpatılar, karanfiller, laleler, kamelyalar, menekşeler… Tutabildiğim renklerin heyecanı benim de kalbime hız kattı. Unuttum yalnızlığı o an, evimi, yüzümü, yaşımı unuttum. Kısa sürdü. Alın, morun kokusu patlıcanın burnuma gelen kızarmış kokusuna galip gelemedi. Oysa ben sadece çiçeklerle dans etmek istiyorum. Patlıcan umurumda değil. Masanın üstündeki su bardağı, kahvaltıdan kalan üç, beş küçük peynir kırığı, tadılmamış çilek reçeli, tereyağının iyice yumuşamış, tabağa yapışmış hali umurumda değil. Kulağıma gelen tatlı nağmelerle salınmak, nisanın bahar sevincini çalmak istiyorum.
Kafamı toplayabilmem lazım. Dağıldım yine. Önce yemeğin piştiğinden emin olup kapamalıyım altını. Sonra salona geçmeli, unutmalı renkleri. Ortalığı düzenlemek, temizlik falan… Gözlerim hala elbisemde. Çıkamadım bahçemden. Parmaklarım kulağıma gelen sesle havada daireler çiziyor. Gülümsüyorum bile. “Bir bahar akşamı rastladım size…” Devamını bilmediğim şarkının mırıltıları dolduruyor mutfağı. Annem sesimin güzel olduğunu tekrarlardı hep. Saçlarımı tararken “söyle” derdi bana. Şimdi kısacık kestirdiğim saçlarımı. Balkonun açık kapısından giren güneşin de etkisi vardı bu halimde. Bilemedim hangisini suçlayayım. Elbisemi mi, güneşi mi, annemi mi? Oysa kabullenseydim her şeyi. Bir kere yanardım. Ayağa kalkabilmek her defa, gücün tanımı mıydı? Böyle bir güç ne işime yarıyordu? Cellada yeni bir vücut sunmanın dışında…
Sert kapı sesi.
-Bilmiyorum, daldım yine hayallere, şimdi duydum ben de kokuyu.
-Olsun canım, geldim şimdi nasıl olsa. Beraber yenisini yaparız. Kızın okuldan gelmesine daha çok var. Yardım ederim.
Mutfağa girdik birlikte. Elimi tuttu hemen, götürdü dudaklarına.
-Çiçek kokuyorlar yine mis gibi, nasıl yapıyorsun bunu?
Elbisemin çiçeklerinden mi geçti acaba diye düşündüm ama belli etmedim ona. Henüz toplamadığım kahvaltı masasına kaydı gözleri. Seğirdi mi o an yoksa bana mı öyle geldi.
Yere düşen bardağın sesi.
Nasıl da unutmuştum patlıcanı, aptal Sezen. Sakince aldı tencereyi elimden, çöpe attı içindekileri. Yenecek gibi değildi çünkü. Çok utandım. Bakamadım yüzüne. Suyu açtı, ıslattı tencerenin dibini.
-Otur bak, konuşalım biraz, yaparız yemeği sonra.
-Daha sofra duruyor. Sen konuş. Hem toplar hem dinlerim ben.
-Olmaz güzelim benim. Can kulağıyla dinlemeni istiyorum. Yorulma. Birlikte yaparız demedim mi?
Devrilen sandalyenin sesi.
Dinlerdim tabi. Dinlemez olur muyum? Bana anlatsın yeter ki. Karşıma otursun, her şeyi konuşalım. Ne derdi varsa döksün. İşsizliği anlatsın, boşluğu, yok olmuşluğu, batağı, çamuru, çaresizliği. Hepsini üstlenirdim sırtıma çuval gibi. Hiç ağır gelmezdi. İki büklüm olana, ellerim çatlayana, yıkılana kadar taşırdım. Yeter ki anlatsın.
Saatin sesi.
-Bak, kızımız artık büyüyor. İhtiyaçları da artıyor. Korkuyorum yetişememekten.
-Hiç korkma. Sen bana nasıl yardım ediyorsan ben de sana ederim. Çalışırım gerekirse, izin verirsen. Hem niye vermeyecekmişsin? Namusumla çalışırım.
Çığlık sesi.
-Yok olur mu? Bu evin erkeği ben değil miyim? Ne derim elaleme? “Yetişemedi, bir kadınla, bir kıza bakamadı.” demezler mi? Salih Abi tükürür suratıma. Şöyle okkalı bir tükürük hem de. Bir çare bulmam lazım. Konuşalım, beni sadece dinlesen yeter. Derdimi dökeyim, yangınımı söndüreyim. Kendi kendimize yoğrulalım, duyurmadan sessizce.
-Sen nasıl istersen öyle olsun. Sözünden dışarı çıkmam. Eğmem başını. Sen ki beni hiç üzmedin. Azdan çok yaptın, getirdin, doyurdun, bezedin. En güzeli de tatlı dilin. Daha ne ister bir kadın?
Kırılan sehpanın sesi.
-Bir çare bulurum mutlaka. Sabah akşam çalışırım gerekirse. Nefes bile almam. Tek zorum, seni az görmek olur. Gönlümce koklayamamak saçlarını, boynunu. Tek zorum tatlı kızımın masallarını duyamamak olur. Pembe masallarını…
Nasıl da derin bakıyor. İçim eziliyor karşısında. Sevgi çok büyüyünce çaresiz de bırakıyor insanı. Sevgiyi yeterince anlatamadığını düşünmenin çaresizliği. Acıları sahiplenmektir sevgi. Kucaklamaktır, göğsünde yangın çıkacağını bile bile. Sevgi anlamaktır karşındakinin hayallerini. O hayallerin köşesinde sessizce beklemektir.
“Bırak artık!” diyen birinin sesi.
Ellerini başının arasına aldı. Ak düşmüştü artık onun da saçlarına. İnce, kemikli parmaklarını gezdirdi alnında, yüzünde. Konuşmadı artık. Sevgi konuşmadan da anlatmaktı. Dudakları kıpırdamasa da dinledim onu. Kendi yarattığım bahçemden dinledim. Menekşeli, laleli, karanfilli bahçemden…
Tekrar kapı sesi.
Kan kokusuyla döndüm gerçekliğime. Gözümün tekini açamıyordum ama öteki az çok görüyordu etrafı puslu, sisli. Tutunmaya çalıştım masaya. Önce ayağa kalkmalıydım. Ah! Şu “ayağa kalkma” derdim. Yerde kalaydım da yok olaydım. Toprağa karışaydım hemen. Örtseler üstümü, kimseye gözükmeden çiçek olsam ben de.
Yavaşça doğruldum ve hatırladım. Nasıl aşağılandığımı, duvardan duvara savrulduğumu, kemiklerimin onun tüm gücüne rağmen birbirine tutunduğunu hatırladım. Yüzümde patlayan tokatını, “elbisem yırtıldı, çiçeklerim dökülüyor!” diye bağırdığımı hatırladım. Birazdan kızım gelir, toparlanmalıyım. Yavaşça yatak odasına geçtim. Soydum kadınlığımı, insanlığımı. Elbisemdeki mor lekeler vücuduma geçmişti. Aynaya bakamadım. Yüzleşemedim acizliğimle. Yanık yemeğin bedelini ağır ödemiştim.
Su ilaç oldu yaralarıma. Bedenimden akarken değişti, kızıla çaldı. Can verdi bana. Çünkü ben köklerini hayata salan çiçek oldum artık. Başka renklere bakmaya gerek kalmadı. Ben başlı başına renktim. Aldım, mordum, sarıydım…
Oysa inanmak istemiştim sadece. Beni sevdiğine, sohbet ettiğimize. Elimi tuttuğuna, bir kerecik olsun gülümsediğine inanmak istemiştim. Çünkü insan inanmak için doğar.
çok güzel olmuş yüreğinize sağlık